Cumhuriyet 100 yaşında?

Takvimler yalan söylemez, 29 Ekim 1923’ten bu yana 100 yıl geçmiş. 

Bir asır önce Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetin TBMM’de ilanıyla, kaçınılmaz sonu engellenemediğinden kaderini yabancılara terk etmiş bir imparatorluktan; tarih sahnesine çok hızlı giriş yapacak yepyeni, bağımsız bir ülke doğuyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa

Bugün Cumhuriyetin 100.yılı kimilerine göre sönük, kimilerine göre olduğu kadar kutlanıyor ama bu yazının ana fikri acaba Cumhuriyet gerçekten 100 yaşında mı ya da yüzüncü yaşını görebildi mi, onu tartışmak…

Tarih yalnız kronolojiden ibaret değildir, takvimler yalan söylemese de bağlamından koparılan kavramlar ya da geçmişi unutan insanlar ile tarihin akışı başka yöne evrilir.  İsimler aynı kalır, geleneklere sözde bağlılık vardır ama elde kalan boş bir kutuyu andırır.  Herkes içinde kendince bir şeyler olduğunu iddia etse de kutunun esas muhteviyatı zamana yenilmiş yahut kaybolmuştur.

Cumhuriyet kavramının ne olduğu kurucusunun sözleri ve eylemleri üzerinden okumak en doğrusudur zira Cumhuriyet başka Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bir avuç cesur, idealist, fedakâr, vatanperver ve iyi eğitimli subayın muasır medeniyet tahayyülü olarak ortaya çıktı.  Burada sözü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bırakmak en doğrusudur:

Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.”

Yukarıdaki satırlarda şahsi menfaatlerinin peşinde koşarak servet ve şöhret edinmeye çalışan standart bir politikacıya değil, ömründen uzun ideallere tutunmuş bir devrimcinin zihin haritasına bakıyoruz.  Dolayısıyla Atatürk’ün yalnızca 57 yaşında ve son iki yılı ağır hastalıkla boğuşarak geçirdiği 15 yıl sonunda vefatı Cumhuriyetin ilk kaybıdır.  Fani bedeninin toprak olacağını bilerek, ilelebet payidar kalacağına inandığı Türkiye Cumhuriyeti’ni başta gençler olmak üzere aziz milletine emanet eden liderin ölümü neden bu kadar önemli peki?

Sözü yine Ulu Önder’e bırakalım:

Ben zannediyorum ki, millet fertlerinin hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası teşkil etmemiş olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara bırakan anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden doğuyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir şahsın menfaatlerini ve arzularını tatmine yönelmiş idi. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu hâl mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü idarenin niteliğindedir. Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.

Sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet vermek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun meselelerinin aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir şahsiyetinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki lâzım değildir.”

Şüpheye yer bırakmayacak şekilde Atatürk madden, manen, fikren lokomotifi olduğu Cumhuriyet idealini kendi şahsının ürünü saymıyor, başarı ve itibarı milletiyle paylaşıyor, görünürde TEK ADAM olarak sürüklediği kuruluş dönemine rağmen iktidarın bir tek kişiye dayalı olduğu sistemin ülkeye fayda getirmeyeceğini ortaya koyuyor.

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerini de içine alacak şekilde asırlardır Türklerin tarih sahnesinde meclis, istişare, şura geleneğiyle öne çıktığını iyi bellemiş Mustafa Kemal daima Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisinden öne koymuştur. 

Bunun en büyük delili ise Kurtuluş Savaşı’nın kaderinin değiştiği 5 Ağustos 1921 tarihli TBMM toplantısıdır.  TBMM oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa’ya Başkumandanlık Kanunu gereği olağanüstü yetkiler verdi.  Her sözü emir telakki edilecek, koşulsuz ve derhal uygulanacaktı. Gazi Mustafa Kemal her kulu yoldan çıkaracak bu olağanüstü yetkilerin üç ay ile sınırlı olmasını talep etmişti. Çulu, çarığı, atı, silahı olmayan ve kaçaklar nedeniyle mevcudu azalmış bir orduyu her türlü acil tedbiri alarak düşmanın karşısına çıkarma vazifesi ona aitti.   Her ne kadar o gün Paşa lehine kürsüden ateşli destek konuşmaları vardıysa da, girilen bu yolun sonu belirsizdi.

Mustafa Kemal’e tanınan olağanüstü geniş yetkiler üçer aylık sürelerle üç kez uzatıldı. Dördüncü uzatma konusu 20 Temmuz 1922’de TBMM’de görüşüldü. Orduyu sevk ve idare konusunda isabetli kararlarına rağmen Mustafa Kemal’in bir tür askeri diktatör, yerli Napoléon Bonaparte olacağını düşünenler dahi vardı.

Başkomutan

Mustafa Kemal TBMM kürsüsünde kendisine duyulan itimat için mebuslara teşekkür ettikten sonra sözlerine devam etti: “Kemal-i iftiharla ve büyük bir memnuniyetle arz ederim ki, bugün ordumuzun kuvve-i mâneviyesi en âli derecededir… Bu sebeple artık böyle bir salâhiyeti idame etmeye lüzum ve ihtiyaç kalmadığı kanaatindeyim” 

Başkomutan ordusunun manen en üst seviyede, madden düşmana denk olduğunu ilan ederek Tekâlif-i Milliye’den tam 11 ay sonra hedefe ulaşmış olarak olağanüstü yetkilerini iade etmeyi kendi önermiştir.

Her sözü emir telakki edilen, çevresinde “vur de vuralım, öl de ölelim” sadakat duygusunda güçlü figürler varken Türklerin en büyük mareşali neden elindeki olağanüstü yetkileri artık ihtiyaç kalmadığı için TBMM’ye iade etmiş olabilir.  Sözü yine Gazi Paşa’ya bırakmak lazım gelir:

Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî şahsiyetine atfediniz. Ben, milletin bu yüksek, manevî şahsiyeti içinde bir naçiz fert olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir şahıs halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.”

Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir neticeye götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat ilim ve bilhassa sosyal ilim sahasına dahil işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana alimler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi ilminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal ilmin güzel yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.”

Buraya kadar yazılanın özeti şu:   Mustafa Kemal ATATÜRK hükümdar, padişah, askeri diktatör olmasını bekleyenlerin aksine her şeye vakıf ve hakim kadir-i mutlak olmadığını, milletin çalışkan ve faydalı bir ferdi olmaktan öte bir paye aramadığını, kendisinden önde Meclis bulunduğunu, her ne başarmışsa HEP BİRLİKTE kotarıldığını anlatmış ve hayatını idealleri doğrultusunda halkına armağan etmiştir.

Henüz Cumhuriyetin 15.yaşında, 10 Kasım 1938’de hayata gözlerini yumar Ulu Önder, eserini tamamlayamamış her büyük sanatkârın talihsizliği onu da bulmuştur.  Eseri onu sevdiğini söyleyenlerin elinde eğilip bükülmüş, daha sonra onu sevmediklerini saklama gereği duymayanların insafına terk olunmuştur. 

Atatürk’ün cenazesi top arabası üzerinde

Kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası – CHF (bugünkü CHP ile uzaktan yakından alakası olmayan kurucu irade temsilcisi) 1 Haziran 1939’da yeni Tüzüğünü kabul eder.  Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi Kemal ATATÜRK ebedi başkan, İsmet İnönü ise değişmez genel başkan olarak belirlenir.  Değişmez(?) genel başkan ancak vefatı, vazife ifa edemeyecek ağır hastalığı ya da istifası ile inhilal edilebilirdi.  Atatürk’ü TABU haline getiren ve hayatında arzu etmediği kutsal baba rolünü ona ilk biçen güya onu en çok sevenlerdi.  Peki ATATÜRK 1939 Kurultayı’nda olsa ne derdi, daha önce dediklerini hatırlayalım mı?

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”

Dolayısıyla CHF Atatürk’ü yaşayan bir ilericilik ve devrimcilik pusulası olarak kullanmak yerine aziz hatırasını mumyalayıp dolaba kaldırarak ilk büyük gaflete imza atmıştı.  Bugünkü CHP’nin o partiyle yalnızca isim benzerliğinden nasiplenmeye çalışan acayip bir organizasyon olduğunu hatta CHP kısaltmasındaki C harfinin artık Cumhuriyete tekabül etmediğini de bilvesile not düşmüş olalım.

Atatürk’ün yeri doldurulamaz boşluğunda II. Dünya Savaşı belasından İsmet Paşa’nın usta manevralarıyla uzak durmayı başaran ülke, maalesef başka sahalarda Cumhuriyet ikliminden uzaklaşıyordu.  1942’de Varlık Vergisi ile Türkiye gayrimüslim vatandaşlarına ağır ve haksız bir iktisadi ayrımcılık dayatıyor, sermayenin Türkleştirilmesi adı altında yeni salınan ağır vergileri ödeyemeyenler Erzurum-Aşkale çalışma kampına sürülüyordu. Cumhuriyet idaresinde demek ki herkese yer yoktu, sınıfsız toplum ideali makbul vatandaş sayılmayanları dışlama sevdasına dönüşmüştü.

1946’da Türkiye’de genel seçim yapıldı.  Daha önce çok partili hayata geçme denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı.  1946’da seçimler akla, mantığa ve vicdana aykırı biçimde AÇIK OY & GİZLİ SAYIM esasına göre yapıldı ve tek parti olan CHF seçimi kazandığını ilan etti.  Oysa halk (seçmen) bu sonuçları asla içine sindiremeyecekti, Cumhuriyet fikrinin eşitlik ve adalet iddiası ağır zarar görmüştü.

1946 Seçimleri

1950’de Demokrat Parti %53,5 oy alarak tek başına iktidara geldi. İsmet İnönü liderliğindeki CHP %39,9 oy alabilmişti.  Oy farkının aksine TBMM temsilinde devasa fark vardı.  Demokrat Parti 416 sandalye kazanırken, kurucu iktidarın devamı CHP yalnızca 69 vekil ile temsil edilecekti.  Atatürk’e tesir etmeyen iktidar zehri Aydınlı toprak ağasını kolayca  yoldan çıkardı. Öyle bir ötekileştirme başladı ki, seçim kampanyalarında İsmet İnönü’nün asker kaçağı olduğu bile Anadolu’da kulaktan kulağa yayılacaktı?  1903 Kara Harp Okulu dönem birincisi topçu teğmen, 1906 Harbiye dönem birincisi yüzbaşı, Kurtuluş Savaşı Garp Cephesinin muzaffer Kumandanı Ferik (Korgeneral) rütbeli İsmet Paşa asker kaçağı ha?  Görülüyor ki Anadolu’daki cehalet ve yobazlık şeytanını Atatürk bile yenememişti.

İsmet İNÖNÜ

Yıllar içinde Başvekil Adnan Menderes rövanş için sırasını bekleyen bilenmişlerin temsilcisine dönüşecekti, öyle ki devlet radyolarında isim isim okunan Vatan Cephesi rezilliğine de imza atacaktı.  DP döneminin bir unutulmaz olayı da 6-7 Eylül 1955 saldırılardır.  Atatürk’ün Selanik’teki evine karşı düzmece bombalı saldırının kasıtlı olarak bir gazeteye servis edilmesiyle tetiklenen olaylarda İstanbul dışından da takviye edilen vandal sürüsü İstanbul’daki gayrimüslimlerin kiliselerine ve mezarlarına kadar saldırarak korkunç bir pogrom tezgahlamışlardı.  Sonuç olarak Rumlar, Yahudiler, Ermeniler kaç asırdır burada yaşamış olurlarsa olsunlar, ellerindeki nüfus kağıdı ne olursa olsun bu ülkede kendilerine yer olmadığını anladılar.  Çoğu gitti, giderken İstanbul yaşam kültürünü de yanlarında götürdüler, bize bugünkü garabet kaldı.  Cumhuriyet her vatandaşının can ve mal güvenliğini sağlayamıyordu, Sünni müslüman, Türk ve devletine sadık olmayanın evine yas girerdi.

Halk Demokrat Parti’den yaka silkmişti ve muhtemelen 1961 seçimlerinde iktidar el değiştirecekti ama Türk Silahlı Kuvvetleri beklemedi, 27 Mayıs 1960’da yönetime el koydu.  Temsil ettiği sağ siyaseti güdük bırakan muhteris Adnan bey olarak tarihe geçecekken, idam edildiği için kült bir kahramana dönüşen demokrasi şehidi Menderes efsanesi böyle doğdu.  Cumhuriyet halkın idaresiydi ama asker müsaade ettiği kadar oluyordu demek ki…

Siyasi partiler fikir ve düşünceyi temsil eden organizasyonlar olmayı bırakıp sandıklarda blok oy almak için aşiretlerle pazarlık ederken, Cumhuriyetin hür irade kavramı ayaklar altına alınıyordu.

En kötü ve başarısız memurlar sürgün yeri olarak Doğu Anadolu’ya gönderildiğinde, Cumhuriyetin üvey evlatları olduğu yöre halkının yüzüne vurulmuş oluyordu.

Kanun gereği kapatılmış tekke ve zaviyelerin bakiyesi konumundaki tarikat ve cemaat yapılanmaları siyasetin manevi yönlendiricisine dönüşürken, Laiklik ilkesi kağıt üzerinde bir teferruata dönüşüyordu.  Cemaat yurtlarında kimi çocuklar intihar ederken, kimileri diri diri yanarken, bazıları taciz ve tecavüze uğrarken adaletin kör, toplumun sağır oluşu Cumhuriyet idaresinin başka bir yönü olan sosyal devlete güveni yıktı.

Süleyman Demirel’in deyimiyle “mütedeyyin vatandaşlar çocuklarını okula göndersin” diye açılan İmam Hatipler sayı olarak arttıkça, ihtiyacın çok ötesine geçtiğinde hem Tevhid-i Tedrisat Kanunu çiğneniyor hem de belli bir siyasi görüşün arka bahçesine dönüşmelerinin yolu açılıyordu.  28 Şubat kafasıyla başını örten kızların akademik özgürlük alanı olan üniversitelere alınmaması yeni bir yarılmaya yol açıyor, hem eğitim hürriyeti çiğneniyor hem de kızların mağduriyetinden ekmek yemek isteyenlere fırsat doğuyordu.

İzmir İktisat Kongresi’nde devletçilik ağırlıklı, hür teşebbüse kapıyı kapatmayan, eksikleri gidermek üzere üretim ve verimlilik hedefinden bahseden ekonomik yapı ithal ikameci ve köşe dönmeci modele evrilirken gelir dağılımı bozuluyor, alım gücü düşüyor, stratejik sektörler terk edilerek ekonomik bağımsızlık ideali yok ediliyordu.  Onca imkansızlığa rağmen Osmanlı’dan kalan 107,5 milyon altın lira borç milli borç 1928-1954 arası dek taksit taksit ödenirken bugün Cumhuriyetin pek çok kazanımı üç otuz paraya satılmasına rağmen bugün 475 milyar dolar dış borcumuz var.

12 Eylül 1980 askeri darbesi Türkiye’de filizlenen bazı düşünce akımlarını ve sivil toplum örgütlerini tamamen yok etti.  Kenan Evren liderliğindeki askeri cunta sağ siyaseti epey biçerken, sol çizginin üzerinden adeta buldozerle geçti.  Bir tek siyasal islamcı akımlar neredeyse hasarsız atlattılar bu süreci ve siyasal islamcılığın iktidar yürüyüşü aslında 1980’de başladı.

“Cumhuriyet fazilettir” idealizminden “Benim memurum işini bilir” sırıtkanlığına 1983 seçimleriyle geçtik.  Köşe dönmeci, iş bitirici zihniyet Cumhuriyet’in devlet adabını epey törpüledi.  Tüketim toplumu olmanın yeni erdem kabul edilmesi, toplumdaki hırs ve hasedi farklı açılardan körükledi.  Vazifesini hakkıyla yapan namuslu insanların alay konusu olduğu bir dönemin kapıları ardına dek açıldı.

Bir zamanlar “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” döneminde Almanca, Fransızca, İngilizce ve Macarca konuşan 14 yaşındaki Nermin Budapeşte’deki Türk Büyükelçiliği’nin kapısına dayanıp “Benim babam Türk’tü. Ben Türkçe bilmiyorum. Türkiye’de okumak istiyorum. Param yok. Beni Türkiye’ye gönderin” diyebiliyordu.  Yıl 1935, Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi kıza tren bileti alıyor, cebine para koyup Ankara’ya gönderiyordu. Sahip çıkılan kızdan hocaların hocası Prof. Nermin Abadan Unat çıkıyordu mesela.  Hasan Âli Yücel önderliğinde 1948 yılında Harika Çocuk kanunu ile en yetenekli gençler Avrupa’daki en iyi imkanlara devlet eliyle ulaştırılıyordu çünkü Atatürk öyle yapmıştı.

Prof. Nermin ABADAN UNAT

Daha Cumhuriyet resmen ilan edilmeden 1923’te Avrupa’ya devlet bursuyla gönderilen genç Sadi’ye (Ord. Prof. Sadi Irmak) tren istasyonunda ulaştırılan telgrafında ne diyordu Gazi Paşa?:
Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz!”

Ağır çalışma şartları, hastanelerdeki şiddet olayları ve yetersiz gelir nedeniyle yurt dışına gitme yolları arayan genç doktorlarına ne dedi bu ülkenin lideri, “Giderlerse gitsinler”! KPSS sınavından yüksek not alan, mülakat tuzaklarında eleniyordu.  Kamu kurumlarında yasal staj yapmak için bile partinin tavsiye ettiği gençlerin şansı vardı.  Cumhuriyet liyakat üzerine kurulmuştu ancak yıllar içinde layık olan değil yandaş ve yalaka olanlara talih kuşu kondu.

Cumhuriyet artık kimsesizlerin kimsesi, genç yeteneklerin hamisi de değildi.  Cumhuriyet adamına göre muamelenin resmi adı olmuştu.

“Köylü milletin efendisidir” sözü hızla unutuldu.  “Tütün ekmeyin, haşhaş yasak” türevi dış baskılar, özelleştirme hamlesi ile gelen çöküş, topraksızlaştırılan çifti, emeğinin karşılığını alamayan hayvan sahipleri, kaybolan doğal kaynaklar derken bugün çiftçilerin çocukları topraktan uzak duruyor.  Atatürk Orman Çiftliği arazisindeki deneysel tarım ve hayvancılık pratikleri “bu araziyi nasıl yağmalarız” fırsatçılığına yenildi.  Köyden kente göçü başarı hikayesi olarak anlatan iktidarlar, Türkiye’deki şehirleşmenin büyük kentlere adapte olamamış çeperde mega köyler yarattığını hep inkar etti.

“Ankara’da hakimler var” diyebilme idealiyle yola çıkan Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında hukuk sistemi adaletten ayrıldı, kamu vicdanını tatmin etmeyen kararlar alındı.  Mahkemelerin iş yükü arttı, dava süreleri uzadı.  Adalet Sarayı inşa edenler Anayasa’daki şekliyle hukuk devletini bir türlü hatırlayamadı.  Yargı bağımsızlığı bitti, “Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyorum, saygı da duymuyorum” diyenler asrın lideri oldular.

Cumhuriyet kulların hanedana tabi olduğu dönemi bitirdi, yurttaşlık kavramını getirdi. Soy sop değil hak edenin ilerleyeceği rejimdi, Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğiydi.  İslamköylü çoban Süleyman Demirel İTÜ’de mühendislik tahsili görüyor, Robert College mezunu Bülent Ecevit ile siyasette yarışabiliyordu.  Cumhuriyet olmasa Kayseri’de esnaflık yapmaktan öteye gidemeyecek Abdullah Gül beyefendi Exeter’de okuyup devletin en tepesine yürüyebiliyordu.  Cumhuriyet olmasa muhtemelen babasının dizinin dibinde Rize’den bile çıkamayacak R.Tayyip Erdoğan büyük dedesinin hayal bile edemeyeceği her makama gelebiliyordu. 

ERDOĞAN ve GÜL

Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğinden uzaklaştı, bugün ailenizin parası yoksa iyi bir eğitim alamazsınız.  Bugün partide tanıdığınız yoksa kamuda istihdam edilmeniz istisnai bir durumdur. Bugün artık doğduğunuz mahalleyi aşmanız, anne babanızdan daha iyi bir yaşam standardına kavuşmanız pek ufak bir ihtimaldir.

Anayasanın 2.maddesine göre TÜRKİYE demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.  Hangisinden geriye ne kaldı? Yargı mensuplarının işaret ettiği ve rahatsızlık duyduğu rüşvet çarkı, sümüklü vaizin peşine takılıp yarım yamalak darbeye kalkışan üniformalı hainler, keyfe keder iptal edilen seçimler, kayyım atanan belediyeler, karma eğitimin bile günah diye tartışılmaya açılması, milletvekili seçilenin keyfi olarak hapishaneden salıverilmemesi, atanamayan öğretmenin inşaatta öldüğü sosyal devlet… Hangisini söyleyelim.

Bir cumhuriyet düşünün ki vatandaşları ülkelerinde neler döndüğünü mafya liderinden dinledi aylar boyunca. Siyasetçileri, gazetecileri alenen tehdit etti çünkü herkesin birbirine karşı açığı vardı. Başka devletlerden ricacı olundu botokslu mafyayı susturmak için. Bu mudur hukuk devleti?

İçişleri bakanı değişince birden daha önce dokunulmaz olan çetelerin üzerine gidiliyor, her yerden bir çete lideri fırlıyor, çete liderleriyle herkesin fotoğrafı çıkıyor, bazıları çetecilere “dava arkadaşımız” demekten utanmıyor. 

Yemin töreni ertesinde oy verenlerin unutulduğu milletvekilliği mesleğe dönüşmüş vaziyette.  Kiminin yalısı yatı, kiminin ihalesi fabrikası olabiliyor.  Bir bakan yönettiği kuruma kocasının şirketinden fahiş fiyatla mal satıyor ve yargılanmak şöyle dursun, makamından çiçeklerle uğurlanıyor.

2002-2022 yılları arasında Türkiye’de 2 trilyon 563 milyar Amerikan doları vergi toplanmış, 63,5 milyar dolar değerinde özelleştirme yapılmış.  Bu kadar devasa bir kaynak adil, ahlaklı ve akılcı kullanılsa ilkokul öğrencilerinin velilerinden çamaşır suyu ya da tuvalet kağıdı için bağış toplanır mıydı, SMA hastası çocukların aileleri üst geçitlerde bağış dilenmek zorunda kalır mıydı, devlet üniversite öğrencilerinin yurt ihtiyacını çözemez miydi?  Oysa deprem vergileri nerede diye sorgulandığında “bizim bunların hesabına vermeye vaktimiz yok” diyen zihniyet artık revaçta!

YURTTA SULH CİHANDA SULH ilkesi ve genç Türkiye’nin dış politikası nedense çekingenlik ve zaaf zannedildi.  Bu ülke komşusu Suriye’deki iç savaşı açıkça tahrik etti, diktatör Esad karşısında birtakım kılıksız adamları destekledi, ateş büyüdü ve sonunda milyonlarca çaresiz insan güney sınırlarımıza akın etti.  “Şam’daki Emevi camiinde namaz kılacağız” diye çıkılan yolun sonunda bugün sayısı bilinmeyen bir sığınmacı kitlesi Türkiye sınırları içinde ve onları Avrupa Birliği karşısında pazarlık kozu olarak kullanma hevesindeyiz. Kayıt dışı istihdamı seven patronların sömüreceği bir kitle olarak da elimizin altında tutuyoruz ama nasıl bir sosyal patlama riskinin üzerinde oturduğumuzu kimse bilmiyor.

Tüm bu laçkalaşma, gevşeme, gerileme ve çürüme bu uzun yazının en başında ATATÜRK’ün dile getirdiği ve kaçınmaya çalıştığı TEK ADAM düzeninde ivme kazanmaktadır. 

1920’lerde “Tek benim sözüm muteberdir, şahsım dışında makam yoktur” dese binlerce kişinin “emrindeyiz Paşam” diyeceği Mustafa Kemal’in milli iradeyi TBMM’de topladığı, her kararı tartışarak aldığı, olağanüstü başkumandanlık yetkilerini dahi üçer aylık onayla kullandığı unutuldu. 

Tarihimizde şura, istişare, meşveret, meclis… türlü adlarla maruf tüm siyasi katılım mekanizmaları terk edildi. Yeni saltanat tesis edilirken, tüm denge / denetleme mekanizmaları yok edildi. Saltanatta ULUSAL EGEMENLİK modeline geçmiş ülke, 16 Nisan 2017’de mühürsüz zarflar ve işbirlikçi çapsız muhalefet eşliğinde başka bir saltanata dümen kırdı!

Türkiye TBMM’de doğmuşken şimdilerde yürütme üzerindeki kontrolü tamamen kalkan, kanun yapma yetkisi kararnamelerle çalınan, bütçe bile onaylayamayan göstermelik bir parlamento var artık.. Bugün TBMM 600 vekile ve yüzlerce memura boşa maaş ödenen, millete derman olamayan kuru bir binadan ibarettir.

23 Nisan 1920’de halkı sömürenler milli iradenin tecelli edeceği MECLİS’le tasfiye edildi. Şimdi hilafet kokulu yeni neo-Osmanlıcılığı meşru göstermek dışında vasfı olmayan meclis var.

TÜRKİYE bir dönem ekonomik çıkarları ve askeri güç dengeleri gereği BATI bloku yanında saf tutarken, bugün ümmetçi hayaller, şahsi servetler ve dış baskılar ile nereye savrulacağına karar vermeye çalışıyor.  “Bu can bu bedende oldukça….” diye başlayan her cümle öyle ya da böyle sonunda boşa düşüyor.   Mukayeseleri sevmem ama ATATÜRK cumhurbaşkanı iken Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki konsolosluk binasında vahşi bir cinayet işlense ve cesedi yok etseler ne olurdu?  Meseleyi mesele etmeyip üzerini mi kapatırdık, yoksa Vahhabinin ipliğini pazara çıkarıp bedel mi ödetirdik?

Sözün özü, Atatürk’ün fani bedeninin toprak altına girmesiyle birlikte aşınmaya ve ilkeleri sulandırılmaya başlayan Cumhuriyet 1950’ler ile birlikte rövanşist zihniyetin taarruzuna maruz kalmış ve özellikle son 20 senede kurucu değerlerinden ve rotasından tamamen uzaklaşarak şahsa münhasır tanımsız bir idareye dönüşmüştür.

1923 yılından bu yana 100 sene geçmiştir ama Cumhuriyet’in 100 yaşına ulaştığı dev bir soru işaretidir.

Bugün Cumhuriyet’in 100. Yılını kutlamamak için her bahaneye sığınılmaktadır ve şunu da tespit edelim AKP epey talihli bir organizasyondur.   Bir zamanlar içtikleri su ayrı gitmeyen The Cemaat ile dershane rantı üzerinden kapıştıktan sonra Pensilvanya’da yuvalanan alçakları önce Paralel Devlet sonra FETÖ olarak ilan ettiler.  Başkanlık sistemi yeterli kamuoyu desteğini alamamışken 15 Temmuz 2016 ihaneti birden ülkedeki iklimi değiştirdi. 15 Temmuz siyasette kartların yeniden karılmasına sebep olmuş ve Cumhur ittifakının temelleri atılmıştır.  Hemen ardından Nisan 2017 referandumu ve 9 Temmuz 2018’de ilk Cumhurbaşkanlığı kabinesi…

2019 yılında ekonomide alarm zilleri çalarken 2020 yılı başında Coronavirus mazereti yetişmiştir. Ekonomi toparlanamazken 6 Şubat depremi 100 milyar dolarlık zarar bütçesiyle yeni bir mazeret olmuş, yeni vergilerin de kapısını açmıştır.  29 Ekim 2023 kutlamak içlerinden gelmezken, Hamas’ın İsrail’deki sivillere saldırısı, karşılığında İsrail’in ölçüsüz devlet terörü ile Gazze’deki masumlara ölüm yağdırması ile yeni bir mazeret daha elde edilmiştir.

Fakat her türlü HAMAS’et ardında Cumhuriyetin nimetlerinden sonuna dek faydalanmış ama Devrimsiz Atatürk / Atatürksüz Cumhuriyet hedefine uygun çalıştığını hiç de gizleme ihtiyacı duymayan bir iktidar vardır. 

100 yıllık reklam arası da diyen çıkar mı acaba ???

Cumhuriyetçilik değil sandıkçılık, Milliyetçilik değil ümmetçilik, Laiklik değil İslamcılık, Devrimcilik değil emperyal hayalcilik, Halkçılık değil “biz ve onlar kamplaşması” artık geçer akçe olmuştur. Dahası 80 yılın ziyan edildiği ve tüm kazanımların son 20 yıldaki olağanüstü başarılara dayalı olduğunu iddia eden sahte, boş ama bir kısım seçmeni tavlayan anlatı söz konusu… Propaganda makinesi öyle büyük ki, başka bir ülkede ayıbın büyüğü olarak nitelenecek hikayeleştirme bizde seçim malzemesi oluyor.

https://www.yuzuncuyil.gov.tr/YirmiYil

Türk milletinin Cumhuriyet idealine ve kurucu değerlere ne kadar sahip çıktığı, dahası bunları ne kadar anlayıp içselleştirdiği ise ayrı bir tartışma konusudur. Kanımca -sarı saçlım mavi gözlüm- seviyesindeki basmakalıp Atatürkçülük de, sebebi belirsiz, boş ezbere ve fitneye dayalı Cumhuriyet karşıtlığı da aynı bilgisizlikten doğmaktadır.

Son sözü tarihin hep haklı çıkardığı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bir kez daha yanılmaması temennisiyle NUTUK’taki son sözlerine bırakalım.

Mustafa Kemal ATATÜRK askeri manevraları izlerken

“…Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk Milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türk’üm diyene!”

2020’den önceki son 2 ay

Kaynaklarını hızla tükettiğimiz dünya 2019’u da paketleyip kenara koydu.  21.yüzyılda hem kaynaklarını, hem kazanımlarını, hem umutlarını gün gün yitiren Türkiye de 2020’ye adım atmış oldu.

Eskiden bir yılın olaylarını, dönüm noktalarını, öne çıkan kişilerini anlatan ALMANAK pek popülerdi. Her günü ayrı bir tutarsızlık, delilik, güldüren trajedi, inciten komedi yaşatan ülkenin 365 günü bu uzun yazıya sığmaz ama sadece son iki ayında (Kasım 2019 – Aralık 2019) öne çıkan bazı isimlerini, olaylarını hatırlayalım.  Araya da birkaç soru serpiştirelim, gelenek olduğu üzere yazımızı 2020 dilekleri ile bağlarız. Başlıyoruz son iki aydan hatırladıklarımızla….

4 Kasım 2019’da TUİK tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık değişimi %8,55 enflasyon olarak ilan etti.  Rakamın küsüratlı oluşu inandırıcılığını artırdı?

Aynı gün İçişleri Bakanı, İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’na “ahmak” diyerek kendisine bu milletin bedel ödeteceğini bilhassa vurguladı.  Belli ki seçimde bizzat sahada olduğu halde İstanbul’da 800 bin oy fark yemiş olmak Süleyman bey’in mücadele azmini kıramamıştı. 

5 Kasım 2019 eski başbakan Bülent Ecevit’in 13. ölüm yıldönümü idi. BBC  Türkçe servisi Ecevit’in ENOSIS hayalleri kuran Yunanistan’a hitaben söylediği şu cümleyi içeren röportajını yayınladı: “Tarihi zaferlerle ilgili hayallere önem veren hiçbir ulus, günümüz dünyasında huzur bulamaz”  Arabasının arka camına tuğra sticker yapıştırıp, Diriliş Ertuğrul / Kuruluş Osman gibi dizilerden tarihi öğrenenler için bu cümle elbette saçmaydı. Bülent Ecevit zaten onlar için makbul adam değildi.

Aynı günlerde Türkiye’de insanlar ıspanak yiyerek zehirleniyor ve hastaneye düşüyordu.  Yabani mantardan, çiğ etten, bozuk sütten zehirlenen duymuştuk ama ıspanakla zehirlenmek yepyeni ve farklı deneyimdi.  Yüceler yücesi devletimizin çok önemli yetkilileri “aradaki yabani otları temizleyin, ha bir de iyi yıkayın” diyerek bize tavsiyelerde bulundu. Ne ıspanak üzerindeki pestisit kalıntıları için dertlenen oldu, ne maksimum kâr peşinde koşanları denetleyememekten rahatsız olan biri çıktı.

Bu arada gazeteciliği becerememiş yazar Ahmet Altan cezaevinden serbest bırakıldı, birkaç gün sonra tekrar gözaltına alındı.  Niye salındı, sonra niye alındı?? “Adalet Mülkün Temelidir” cümlesi güldürmeyen fıkralar arasındaki yerini koruyor.

Bir zamanlar komşuluk ilişkileri ve semt dayanışması ile meşhur İstanbul Fatih’te 4 kardeş ölü bulundu, orta yaşı devirmiş kardeşler geçim sıkıntısı ve borç yükü altında ezilip topluca siyanürle intihar etmişti.  Ekonomimiz uçuyordu ama herhalde bazıları yerde unutulmuştu. Umursanmayanlar ve unutulanlar gibi Cüneyt (48), Oya (54), Yaşar (56) ve Kamuran Yetişkin (60) sonunda mezarlıkta buluştular, kireç dökülmüş toprağa kondular.  Yakında onları hatırlayan kimse kalmayacak.

6 Kasım 2019’da insanlık çölü Türkiye’nin mümtaz vilayetlerinden Aksaray’da otizmli çocukların ayrımcılık gördüğü, hastalıklı muamelesine tabi tutulduğu ve bu yetmezmiş gibi diğer öğrencilerin velileri tarafından protesto edildikleri (yuhalandıkları) haberi yayıldı.  Otizmi bile protesto eden hassas Aksaraylıların rüşveti, yolsuzluğu, dolandırıcılığı, ahlaksızlığı protesto ettiğini ise asla duymadık, herhalde duymayacağız da.

Bu memleketin çocuklarla olan derdi bitmez, bitmiyor. LÖSEV’in 400 yataklı örnek hastanesi LöSante’ye yine ruhsat verilmedi.  TBMM’de AKP ve yedeğindeki MHP oylarıyla öneri reddedildi.  Her şeyiyle bitmiş, hazır hastanenin tam kapasite çalışmasına izin verilmedi. Bilmeyenlere hatırlatalım, lösemili çocuklar bu hastanede tamamen ücretsiz tedavi görüyor. LÖSEV’in bağışlarla ayağa kaldırdığı modern hastaneye HAYIR diyenlerin evlatlarına ve torunlarına sağlık diliyor, ters durumlarda Cleveland (USA) tavsiye ediyorum.


9 Kasım 2019’da Antalya’da bir aile daha siyanür içerek yok oldu.  Ekonomi uçuyordu ama sorun siyanüre kolay erişim idi.  Siyanüre yasak geldi, ekonomi düzeldi.

10 Kasım 2019 Ulu Önder, büyük devrimci Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ölüm yıldönümü idi. Ankara’daydım. Anıtkabir mahşer yeri gibiydi, ziyaretçi rekoru kırıldı. Sevdiğimiz kadar anlayabilsek, saydığımız kadar huzuruna vardığımızda mahçubiyet hissetsek belki farklı bir ülke olabilirdik.  Ruhun şad olsun ATAM!

11 Temmuz 2019’da Trablus, Balkan ve Çanakkale cephelerinden sonra Osmanlı Bahriyesini bırakıp Karadeniz’deki Kuvayı Milliye saflarına katılan İstanbul Beşiktaş’tan Bahriye Kolağası Osman Muhtar’ın oğlu Mümtaz SOYSAL vefat etti.  Akademisyen, yazar, gazeteci, entelektüel ve eski dışışleri bakanıydı.  Yeri dolmaz birini yitirdi ülke..

Prof. Mümtaz SOYSAL

Yine o günlerde 11 yaşında toprağa giren Rabia Naz Vatan’ın babası Şaban Vatan’a kızının otopsi görüntüleri izletildi. Koskoca devlet kaza süsü verilmeye çalışılan cinayet sonrası bir babayı delirtmeye çalışıyor.  Olayda adı en sık geçen siyasetçi TBMM kürsüsünde nutuk atmayı sürdüyor.

12 Kasım 2019’da Hazine ve Maliye Bakanlığı ekonomimiz aleyhinde algı oluşturmaya çalışanlara karşı hukuki süreç başlatılacağını ilan etti.  Hayat kısa, ekonomimiz uçuyor, Almanya bizi kıskanıyor.

Diyanet İşleri başkanı kadın-erkek ilişkilerinde “bizim medeniyetimiz” vurgusu yaptı. Kocasına kek yapıp ayağına götüren ama evli olduğu öküzün yüzüne bakmadığı kadının yaşadığını cep telefonu bağımlılığı üzerinden işleyen Diyanet hazırlattığı gülünç filme para da ödemiş. Kadını evde hizmetçi, legal seks kölesi, çocuk bakıcısı olarak gören İhvan esintili çarpık medeniyet anlayışıyla niçin empati kurmamız gerektiği anlaşılamadı.  Diyanet’in 2020 bütçesi 10,5 milyar TL, bu para vergi mükelleflerinden değil de zırva dinlemekten hoşlanan kişilerden tahsil edilse, güzel olmaz mı?

13 Kasım 2019’da KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır: “AK Parti’nin özellikle son 5 yılda bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük alın teriyle başarı zincirini kırmasıdır” dedi.  Tespit diye buna derim, Bekir bey yerden göğe haklıdır.  Bekir Ağırdır kimdir? Anadolu’nun bir kasabasından çıkmış, parasız yatılı okumuş, ODTÜ’yü kazanmış, üniversite yıllarından beri emeğiyle ayakta duran, özel otomobil sahibi olsa dahi bugün bile İstanbul’da Koşuyolu-Üsküdar arası minibüse binmekten yüksünmeyen yani halktan kopmamış bir araştırmacıdır.

Dönelim memleket dışına… Washington D.C. delisi Donald Trump, T.C. yürütmesini temsil eden en üst makamdaki kişiye “Don’t be a fool” diye biten akıl dışı ve küstah bir mektup yazdı. Biz mektubu önce çöpe attık, sonra çöpten çıkardık, delinin ayağına gittik, iade ettik. Kendisine başkaca resmi bir cevap verilmedi, deliyle deli olmadık, büyüklük bizde kaldı.

14 Kasım 2019 Rabia Naz’ın babası Şaban Vatan herhalde “henüz delirmediği gerekçesiyle” gözaltına alındı.  Başka yoruma gerek var mı?

Şaban Vatan ve artık hayatta olmayan kızı Rabia NAZ

16 Kasım 2019’da Gümüşhane Valiliği Dipsiz Göl’deki define kazısı ile ilgili soruşturma başlattı.  Hani filmlerden biliriz katil cinayet mahaline döner de, otopsi talebinde bulunduğuna ilk defa şahit olduk.  Buzul çağından kalma doğal gölün dibinde hazine arama iznini T.C. devleti kurumlarından alan iki iş adamı? suyu dışarı boşaltıp gölün dibini kazdılar, elbette bir şey bulamadılar.  Pek çok insan tepki gösterince konu hakkında soruşturma açıldı. Gölün dibi sıvandı, yeniden su dolduruldu. Dipsiz Göl oldu size “çamurlu küvet”  En yakın konumdaki köyün sakinleri de “millete bi faydası yok, göl kapatılsın” demişler. Götüyle kavga edeni gördüm de, gölüyle kavga eden köylüler benim için bir ilk. Dipsiz Göl bu ülkenin geleceğine dair trajikomik olaylar zincirinde yerini aldı.

Dipsiz Göl 🙁

Aynı gün R.Tayyip Erdoğan emeklilikte yaşa takılan yurttaşların talebine karşılık “Niçin erken emeklilik? Bırakalım ne zaman emekli olması gerekiyorsa o zaman olsun” dedi. Ben de kendisine sorayım: “Niçin müteahhitlere vergi affı ve finansal destek? Bırakalım ne zaman tasfiye olması gerekiyorsa o zaman olsun”  Çılgın projelere, mega yatırımlara, elalemin kaynağı belirsiz parasıyla balıklama dalan zihniyetin hakkını arayan insanlara duyarsızlığı altı çizilesi bir detay..  Erken emekliliğin İskandinav ülkelerini batırdığını iddia eden Erdoğan, ayrıca emekli maaşlarının insani düzeyde olduğunu söyleyince, kendisine başka soru sormaya lüzum kalmıyor.  Umarım danışmanları tarafından bu konuda kandırılmıyordur?

Bu arada başka bir AK Partili Hayrettin Güngör (Kahramanmaraş belediye başkanı) sokakta karşılaştığı baş örtülü bir kadının nereli olduğunu öğrenince sohbet esnasında “sizi biz müslüman yaptık” dedi.  Trabzonluların cümleten Pontus mirası olduğuna dair tekrarlanan AK Parti söylemi Trabzon vilayetinde rahatsızlık yaratmıyor.  Trabzonlular dini dogmaları aşmış, seküler, yumuşak huylu, sabırlı, anlayışlı insanlar 🙂

17 Kasım 2019’da Türk tiyatrosunun dev ismi, büyük sanatçı, hocaların hocası Yıldız Kenter’i kaybettik.  Bu ülkeye kattıklarını düşününce kendisini her zaman minnetle anacağım, yeri dolmayacak birini daha yitirdi ülke.

Ne mutlu bana ki sahnede defalarca izleyip alkışladığım büyük sanatçı Yıldız KENTER

Yeri kolay dolacak ve bol taklidine maruz kalacağımız cinsten Büşra Nur ÇALAR isimli bir kadın bebeğine şatafatlı mevlid düzenleyip tek taş yüzük taktı. Kendisi Instagram fenomeniymiş, eşi Sağlık Bakanlığı’nda çalışırmış. Değirmenin suyu nereden geliyor anlaşılamadı. 

Anası fenomen olmayan normal çocukların hayatı ise şöyle: Örneğin Türkiye’de Meningokok grup B aşısı devlet tarafından karşılanmıyor. Özel sigorta şirketleri de ödemiyor. Tanesi 450 TL, iki doz gerekli, aşı “ha deyince” de bulunmuyor. Menenjit bir çocuğun hayatını kaydırır, buna rağmen mevzuatta değişiklik yapılmıyor.  Bu arada ülkemizde aşı karşıtlığı giderek yaygınlaşıyor, sahte kanaat önderlerinin osurup osurup ipe dizdiği zırvaların da katkısıyla önümüzdeki yıllarda yeni salgınlarda çocuklar ölecek. Türkiye’de tam aşılı çocuk oranı 12-23 aylık çocuklarda % 66,9’a, 24-35 aylık çocuklarda %49,6’ya kadar düşmüş… İki yaşındaki çocukların yarısı bile aşılı değil. T.C. Sağlık Bakanlığı önlem almak zorunda!  Çocuğunu aşılatmayanlar öncelikle çocuklarını, ama ayrıca taşıdığı hastalığı kapabilecek, kimi sağlık sorunları nedeniyle aşı yaptıramayan insanları ve mikroorganizmanın daha güçlü tiplerinin evrimleşmesine imkan vererek de aşılı/aşısız herkesi tehlikeye atıyor.

19 Kasım 2019’da 19 yaşındaki Güleda Cankel öldürüldü, isimlerini unutacağımız kadın cinayetleri zincirine bir halka daha eklendi. Kadını “iktidar alanı” ya da “namus beratı” gibi gören, üzerinde egemenlik kurabileceğine inanmış, eşit haklara sahip insan olduğunu kabullenememiş erkek kafasının toplumdaki tüm ilişkileri zehirlediği inkar ediliyor hâlâ !

Aynı gün R.Tayyip Erdoğan işsizlik sorununu tek cümleyle çözdü:  “Biz istihdam oluşturamadık diye değil, iş arayanlar arttı diye işsizlik artıyor” dedi.  Yani İP KISA değil aslında ama kör olası KUYU DERİN !

Aynı gün İstanbul Müftülüğü, inatla kış saatine geçmeyerek küçücük çocukları kör karanlıkta sokağa dökenlerin inadı kırılmadığı için sabah ezanı ile sabah namazı arasına yarım saat “time lag” koyduğunu ilan etti.  Çünkü İslam kolaylık dinidir.

21 Kasım 2019 günü eski genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt bey vefat etti. Dolmabahçe görüşmeleri ve e-muhtıra rezilliği başta olmak üzere sırlarıyla gitti ama kendisine sus payı olarak verilen Audi A8 bu dünyada kaldı. Dünya malı dünyada kalır, mezara konan insan ancak itibarıyla anılır.

22 Kasım 2019’da termik santrallerin bacasına filtre takılma zorunluluğu AK Parti ve MHP’nin oylarıyla 2,5 Yıl daha ERTELENDİ! 15 termik santral, baca filtresi takmadan halkımızı zehirlemeye devam etme imtiyazı kazandı.  Havuz medyasının yeni üyelerinden CNN Türk filtre takılmamasını ekonomik gerekçelerle doğrulayan feci bir yayına imza attı.

Bu arada Türkiye Diyanet Vakfınca temeli dört yıl önce atılan Cibuti 2. Abdülhamid Han Cami ve Külliyesi’nin resmi açılışının Kasım ayı sonunda törenle yapılacağı ilan edildi. Haritada Cibuti’yi gösteremeyecek kitle bundan büyük memnuniyet duydu.  Ayrıca Mersin, Malatya ve Trabzon’da yapılacak millet bahçelerine yaklaşık 74 milyon TL harcanacağı açıklandı. İktidar sevdalısı kitleden bir Allah’ın kulu bunu sorgulamadı.

3 Aralık 2019’da pırıl pırıl bir genç kız daha evinin önünde hunharca bıçaklandı.  Ceren Özdemir öldürüldü.  Katilin dağ gibi suç kaydı olduğu ve hapishaneden kaçtığı ortaya çıktı.  Hapishanelerdeki kapasite fazlası ve eleman yetersizliği daha kaç can alacak? İçişleri Bakanımız ise “her firarinin cinayet işleyebileceğine yönelik bir bilgimiz söz konusu değil” diyerek anlamsız bir beyanda bulundu.  Beyoğlu’nda tramvay durağında beklerken iki firari tarafından bıçaklanan 23 yaşındaki elektrik mühendisi Halit Ayar’ı hatırlıyor musunuz? Bakalım Ceren’i ne zaman unutacağız.  Bu arada Şule Çet davası sona erdi, sanıklar ceza aldı.  Sanık avukatının Şule’yi suçlayıp itham ettiği cümleler herkesi utandırdı.  Adalet yerini buldu diye sevinenler Şule Çet’in katilinin iyi hal indirimi almasıyla bir kez daha hayal kırıklığı yaşadı.

Ceren Özdemir ve onu katleden cani !

5 Aralık 2019 sabahı FOX TV’de İsmail Küçükkaya’ya konuk olan AK Partili M.Tevfik Göksu İstanbul’daki hiçbir deprem toplanma alanının imara açılmadığını, kentte yeterli sayıda acil durum toplanma alanı olduğunu söyledi.  Sabah neşesi olarak not ettik, geçtik.

7 Aralık 2019’da İstanbul Şehir Üniversitesi üzerinden eski yol arkadaşlarını usulsüz arsa devri ve dolandırıcılıkla suçlayan Erdoğan’a eski başbakanı Ahmet Davutoğlu “herkesin mal varlığı araştırılsın, ben üyesi olmadığım TBMM’ye hesap vermeye hazırım” diyerek cevap verdi.  Beklendiği üzere tartışma uzamadan bitti, konu mal varlığı araştırılmasına gelince en cevval isimler bile bir anda lal oluyor. Enteresan?

Eğitimdeki global konumumuzu gösteren parametrelerden biri olan PISA testi sonuçları açıklandı.  Sonuçlarda hafif bir iyileşme var, örneklemi de biraz kendi lehimize değiştirmişiz ama fen/matematik/dilbilgisi becerisi bir yana 15-16 yaşındaki gençlerde dünyanın en mutsuz / umutsuz gençleri bizde.  Hani genç nüfusla övünenler bilsin isterim.

8 Aralık 2019 günü erkek şiddeti ve toplum duyarsızlığını eleştirmek, farkındalık yaratmak için Şili’den başlayan #LasTesis dalgasında, bu kez Türkiye’den kadınlar Kadıköy’de dans etti. Şarkının sözleri beğenilmemiş olacak ki polis müdahale etti. Gözaltına alınan kadınlar oldu. Dünyada bir ilke daha imza attık, hayaldi gerçek oldu!

Aynı gün yaş ortalaması 42,7 olan Finlandiya’da seçimi kazanan koalisyonun lideri Sanna MARIN 34 yaşında ülkenin üçüncü kadın başbakanı oldu. Kabinesinin üçte ikisi kadın!

Finlandiya Başbakanı Sanna Marin

9 Aralık 2019’da Şırnak’ta imha etmeye çalıştığı patlayıcının infilak etmesi sonucu Patlayıcı İmha Timi (PAMİT) Komutanı Astsubay Esma Çevik şehit oldu.  Esma astsubay liseden sonra hukuk fakültesini kazanmış ama ailesine yük olmamak için bir yıl devam ettikten sonra Astsubay Meslek Yüksekokuluna yazılmıştı.  Hani bu yaz Tunceli Ovacık’a bağlı Çakılyayla’da 4 yaşındaki Nupelda ve 8 yaşındaki Ayaz Güloğlu mayına basmıştı ya, işte başka masum çocuklar ölmesin diye EYP ile, mayınla uğraşırdı Esma Çevik.. Esma astsubayın çocukluğu Bayrampaşa Altıntepsi mahallesinde geçmiş, aynı semtte çocukluğu geçen avare bir futbolcunun %1’i kadar bile konuşulmadı elbette. Ruhu şad olsun!

Şehit Astsubay Esma ÇEVİK

10 Aralık 2019 Dünya İnsan Hakları Gününde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tutuklu Osman Kavala’nın hak ihlaline maruz kaldığına kanaat getirerek tahliye edilmesine hükmetti. Türk adaleti tutukluluğun devamında ısrarcı olacak gibi, kısacası “durmak yok yola devam”

12 Aralık 2019’da geçen sene 42.9 milyon TL’ye ihale edilen çöp sızıntı suyu ihalesi bu yıl İBB tarafından 23 milyon TL’ye en düşük teklifi veren aynı şirkete verildi.  Aynı hizmeti verecek aynı şirketin bir yılda bu kadar fiyat kırmasını açıklayacak makul bir gerekçe ortaya çıkmadığından geçmiş yıllarda Saraçhane’deki İBB binasında neler döndüğüne, kimlerin nasıl köşe döndüğüne dair merak depreşti.

13 Aralık 2019’da Gelecek Partisi kuruldu.  Ahmet Davutoğlu liderliğinde takriben yüzde 1,5 oy potansiyeli ile ittifaklara göz kırpıyorlar.

Aynı gün Bay Hulusi Akar’ın CHP milletvekili Özgür Özel’e açtığı davada, 221 emekli subay, “Hulusi Akar aleyhinde tanıklık” yapmak için başvuru yaptı.  Ben olsam uyku tutmazdı, tam bir darbe !

Aynı gün Ziraat Bankası Simit Sarayı’nın hisselerini 500 milyon USD karşılığı satın alacağını kamuoyu ile paylaştı.  Zarar eden ÇAYKUR’un yanında simit satma gereksinimi doğmuş olabilirdi, bilemezdik tabi..  Susam üreticisine destek olmak istemişti belki de Ziraat Bankası ??

20 Aralık 2019’da TBMM’deki bütçe görüşmelerinde eski DPT müsteşarı milletvekili İlhan Kesici “AKP döneminde 17 yılda Türkiye’nin dış ticaret açığı 1 trilyon 50 milyar dolardır. Aynı dönemde 2 trilyon USD ihracat yapıldığına göre, ihracatının yarısı kadar açık veren hiçbir medeni ülke yoktur dünyada” ifadesini kullandı.  Ekonomiyi kötü gösterdi diye hakkında soruşturma açılır mı, göreceğiz.

25 Aralık 2019  AKP’nin global rant yaratma hevesiyle ortaya attığı Kanal İstanbul projesine dair ÇED raporu halkn görüşüne açıldı. Hazırlayan mühendislik firmasının kamu kurumlarından 42 ihale almış bir hizmet sağlayıcı ortaya çıktı. ÇED raporu karadan denize bakarak ve bol bol para düşünerek yazılmış, denizbilimciler Karadeniz’den gelecek yeni akımla Marmara denizinin öleceğine dair kesin konuşuyorlar. Orta Avrupa’nın endüstriyel atıklarını taşıyan Tuna nehrini Marmara’ya daha hızlı aktarmanın zarar vereceği çok açık. Tarım alanları yok olacak, on binlerce ağaç kesilecek, İstanbul’un su kaynaklarından Sazlıdere barajı tarih olacak, tatlı su kaynaklarına deniz suyu karışacak, yüksek miktarda kamulaştırma bedelleri ödenecek, tarihi ve doğal miras zarar görecek deniyor, kulak asan yok. Deprem riski var, milyonlarca insanı suni bir adaya hapsetme riski, Trakya’nın savunmasına gedik açmak gibi sayısız problemden bahsediliyor. Türkiye ekonomisinin önceliği bu mudur, kesinlikle değildir ama ne hikmetse Katar emirinin anası bile içine doğmuş gibi Kanal İstanbul civarından ucuza tarla kapatmış. Buna cevap “Hans ya da George alsa kimsenin sesi çıkmaz” İBB başkanı Ekrem İmamoğlu projeyi cinayet olarak görüyor, binlerce İstanbullu itiraz dilekçeleriyle kuyrukta ama tepki “isteseniz de istemeseniz de” “çatlasanız da patlasanız da” yapacağız!  İktidar düşen süngüsünü yerden kaldırmaya, kitlesi üzerinde yeni bir rüzgar yakalamaya, küskün müteahhitlere yakında başlayacak dev hafriyat işinden pay verme sevdasına endekslenmiş durumda. Montreux Boğazlar Sözleşmesinde Türkiye’nin egemenlik haklarına zarar verecek konuma sürüklenmek ise geri dönüşsüz bir siyasi felaket olabilir.  ÇED raporunun hassasiyetle hazırlandığını iddia edenlere soralım. Kaz Dağlarında Kanadalı Alamos Gold ağaçları keserken ÇED raporundaki etki değerlendirmesi neydi, sonuç ne oldu?  Konu çok uzun da sonuçta ne olacak peki?

YA PA MA YA CAK LAR!  Ne o kadar paraları var, ne iktidarda o kadar süreleri kaldı. Betona tapanlar tarikatının bu ülkenin geleceğini düşünmediği artık anlaşıldı.

1 / 100.000 ölçekli plana daha ÇED raporuna itiraz süreci bitmeden işlenmiş Yalan İstanbul !

25 Aralık 2019 Esed rejimi Rusya ve İran desteğiyle İdlib üzerindeki baskısını artırdı. Yüzbin kadar Suriyeli kamyon tepelerinde Türkiye sınırına dayanmış durumda.. Milyonlarca zorunlu misafire ek yenileri geliyor.

26 Aralık 2019’da AK Parti genel başkanı “İstanbul’da yerel seçimi biz kazandık” dedi.  Allah’ın hakkı üçtür diyerek İstanbul’da seçimin tekrarını bekliyoruz. Hatta Bahçelievler, Bayrampaşa, Beyoğlu, Eyüpsultan, Sancaktepe, Üsküdar, Zeytinburnu gibi ilçelerin AKP’den muhalefete geçeceğine bugünden iddiaya girerim. Ne diyordu siyasiler, “HODRİ MEYDAN”

Aynı gün yapılan KAP açıklamasına göre Yeşilköy Atatürk havalimanından erken çıkıldığı için, işletmeci TAV Havalimanları Holding A.Ş.’ye 389 milyon Euro ödeneceğini öğrendik. Bugünkü kurdan kamuya (vergi mükelleflerine) getirilen yük 2,57 milyar TL olup, itibardan tasarruf olmayacağı için bunu da es geçiyoruz.

26 Aralık 2019 ‘da merakla beklenen asgari ücret açıklandı. Üç sendika “2.578 TL’nin altını konuşmayız” derken, 2020 yılındaki asgari ücret %15 artışla 2.324 TL olarak tayin edildi.  Bakan hanım “işçilerimizi enflasyona ezdirmedik” diyerek açıklamaya mizah kattı! R.Tayyip Erdoğan bahşiş verecek patron edasıyla “jest yapabiliriz” diye umut dağıttı.  Yandaş medyada bile Reis’in jesti beklenirken, Reis muhteşem #YerliOtomobil lansmanında jest bekleyenleri tersleyerek ekonominin dönmesi gereken çarkları arasına fırlatıp attı.

27 Aralık 2019 Mahkeme kararını açıkladı, meğer SÖZCÜ gazetesinde FETÖ unsurları yuvalanmış?? Gazeteci Emin Çölaşan, gazeteci Necati Doğru gibi isimler 3 yıl 6 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldılar.  T.C. bir hukuk devletidir, gülmeyiniz alınan olur.

27 Aralık 2019 Tam gereken zamanda ve doğru yerde kaza denilen ama kazaya benzemeyen sürtme olayı yaşandı. Aşiyan kıyısında Songa Iridium adlı kuru yük gemisi hava ve deniz koşulları pek uygunken kıyıya dokunuverdi. Kimsenin canına, malına bir şey olmadı ama Kanal İstanbul artık şart olmuştu!  Bu arada geminin işsiz güçsüz Karadeniz’de tur attıktan sonra neden İstanbul Boğazı’na birden bodoslama daldığı henüz açıklanamadı.

Elbette 27 Aralık 2019’un esas olayı #TürkiyeninOtomobili olarak tanıtılan ve beş babayiğitin ürettiği elektrikli otomobil. Henüz bir adı yok, fabrikası yok ama prototip görkemli bir lansmanla kamuoyuna tanıtıldı. Yerli ve milli arabamız kutlu olsundu. İtalyan Pininfarina çizmiş, 2017’de Hong Kong’da üretilmiş, 2018’de Pekin Motor Show’da görücüye çıkmış ama nedense sıfırdan tek başına Türkiye’ye özel yapılmış gibi lanse edildi. İnsanların bu bilgilere erişemeyeceğini düşünmeleri acayip.  Şimdiden sipariş aldığı söylenen fiyatı belirsiz yerli otomobilin, uluslararası otomotiv devlerini paniğe sevk ettiğine de inanmamız bekleniyor 🙂 Dahası Kuzey Kore liderine övgü ve münacat seanslarını andıran lansmanda her şey ulu lidere bağlandı, onun yerli ve milli her şeyin hamisi, başı ve sonu olduğu bol bol vurgulandı. Bol magazini ve acınası propagandayı kenara bırakırsak, otonom sürüşü destekleyecek elektrikli otomobile yatırım yapmak umut veren bir seçenektir. Betona, kanala, kaldırıma, rezidansa paraya gömmektense katma değerli üretim için risk almak iyidir.  Uzun ve zorlu bir yol bu, mugalata kısmını hızla aşarsak dileriz istihdam yaratan sağlam bir rotası olur… Asırlık otomotiv markalarının cirit attığı global kurtlar sofrasında rekabet şansı yüksek olmasa da, Türkiye yollarında görmek isterim.  Bu projenin sonu 2019’da semalarda olacağı propagandasını dinlediğimiz yerli yolcu uçağımıza benzemesin diyelim!

Türkiye’nin tam ihtiyacı olan 4×4 SUV (400 HP) – Aynı konfigürasyonda Jaguar I-Pace 702 bin TL

29 Aralık 2019 Batman’da adaklar adanan türbenin boş olduğu, içinde ceset, evliya, veli, enbiya olmadığı anlaşıldı. Köylüler duruma inanmak istemiyormuş.  Aslında o köylülere anlatabilsek, mezarda iskelet olsa da yaptığınız boş iş… Ne dinde, ne bilimde ölüden medet ummanın karşılığı yok diye?

Aynı gün Cüppeli Ahmet Hoca’nın dualarıyla ticaret hayatına atılan Caprice Gold Gayrimenkul’un resmen iflas ettiği açıklandı.  Bu yatırımın arkasındaki müthiş girişimci Jet Fadıl bir kez daha keriz silkeleyerek rütbe almıştı. Kendisi benim anti-kahramanım, yeni fırsatlar sunulursa daha çok vurgun yapar bu piyasalarda… Yolu açık, enayisi bol olsun.

Yine aynı gün Vatan Partisi’nin yılbaşı kutlamasında iktidarın üçüncü ve minik ortağı Doğu Perinçek ile meşhur tank palet fabrikasının sivil yatırımcısı gözde iş insanı Ethem Sancak birlikte türkü söyledi.  Orta dünya fıkrası gibi…

Libya’ya asker gönderilmesi için tezkere hazır, TBMM’ye gelecek.  Akdeniz’de inisiyatifi tamamen kaybetmemek için yapılan deniz alanlarını birleştiren münhasır ekonomik bölge paylaşımı karşılığı yine askerimizin kanı, canı görüşme masasında. Mavi vatan savunması ve Doğu Akdeniz’deki ekonomik çıkarları müdafaa etmek için Kıbrıs ve Ege adaları nedeniyle papaz olduğumuz Yunanistan’la anlaşamıyoruz. Bu durumda Suriye, İsrail, Mısır üçlüsünden en az biriyle aramız iyi olmalıydı ki pozisyon alabilelim. Türkiye herkesle kavgalı olduğu için, Güney Kıbrıs hak etmediği kadar ağırlık kazandı. AKP-MHP oylarıyla Türk askeri deniz aşırı ülkeye gittiğinde, birliklerimize ateş açılırsa ne yaparız, onları nasıl destekleyeceğiz? Yine bir bilinmeze savruluyoruz, vatan evlatlarını ateşe sürerken körlemesine hareket ediyoruz. İyi tarafı ne, bu kapanın ortasında KKTC’nin stratejik önemini hatırladık.

Geldik 30 Aralık 2019’a  Çorlu tren faciasında biricik oğlu Oğuz Arda SEL’i yitiren, mahkeme kapılarında itilip kakılan, isyanını Türkiye ile paylaşan acılı anne Mısra Öz Sel emniyet teşkilatımızca aranmış. Twitter paylaşımları nedeniyle Çorlu Başsavcılığı ifadeye çağırıyormuş.  Mısra hanımla devletin mücadelesi giderek daha enteresan bir seyre bürünüyor. Daha önce de TCDD Genel Müdürü acılı anneyi twitter’de bloklayarak kurumsal tepkisini gizlememişti! Kurumun hatası nedeniyle yoldan çıkan lanet tren yakışıklı Oğuz Arda’yı ikiye bölmüştü, o henüz 9 yaşındaydı. Dokuz !!!  Göz göre evlatlarını yitirip de delirmeyen, ayakta duran anne ve babalara büyük saygı duyuyorum.  Allah onlara sabır ve dayanma gücü versin.

Görüldüğü üzere huzurlu bir ülkede 20 yılda olacak şeyi biz iki aya sığdırmışız, hatırlayamadığımız ya da yazmadığımız daha pek çok şey var.  Memleketin gündemi o kadarına müsaade ettiği için genelde can sıkıcı, üzücü, saçma şeyleri yazmak durumunda kaldık ve buraya dek okuyanların içi şişmiş olabilir, “yahu bu iki ayda hiç mi iyi bir şey olmadı?” diyebilirler.  Olmaz mı, oldu elbette?

Mesela başarılı oyuncu Haluk Bilginer uluslararası ödül aldı, sevindik tabi..  Termik santrallere filtre taktırılmaması inadı o kadar saçmaydı ki, Cumhurbaşkanı veto etti.  Öncesinde termik santrallerin ekonomiye katkısını savunan milletvekilleri, daha sonra Cumhurbaşkanına teşekkür  ederek çevreci mesajlar verdiler. Güldük, eğlendik. Simit Sarayı’na para gömülmesini R.Tayyip Erdoğan “tasvip etmiyorum” diye karşıladı. Önce onay verdiği işi, kamuoyu tepkisini görünce geri çekti. İyi oldu elbette. Yeniden değerleme oranı %22,58 olarak belirlenmesine rağmen Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) artış oranı %12’de kaldı.  Özel araç sahipleri koyu renk cam filmi direnişinden sonra ikinci zaferlerini kazandılar denebilir. Wikipedia’nın iki buçuk yıldır yasak olmasını Anayasa Mahkemesi hak ihlali olarak saydı, yasak olduğu dönemde girmeyi beceremeyen varsa artık Wikipedia kaynaklarına erişebilecek. Havuz medyasının yosunlu dibi sayılan Güneş ve Star gazeteleri yayın hayatına son verdi.  Ülkemizdeki kağıt israfının azalması adına mütevazı ama sevindirici bir adım. 

Efendim görüldüğü üzere münafıklığın lüzumu yok, “Türkiye’de güzel şeyler de oluyor”  Siz bu kadarıyla yetiniyorsanız hiçbir şeyi değiştirmeyelim.  Aynı hamamda, aynı tastan birbirimizin sırtına ılık su döküp bütün dünyanın kirli, bizim pir ü pak olduğuna dair masallar anlatalım. “Türkiye daha iyisini hak ediyor” diyorsak, yanlışlardan dönmek ve bize kadermiş gibi dayatılanları değiştirmek gerekiyor. 

Bastığımız toprağın altında bin medeniyet var, başımızın üstünde sonsuz gökyüzü, bulutlar…  Yağmuru bekleyen verimli topraklar, yeraltı zenginlikleri… Sırtımızı dayayacak çınar da var, yağını çıkaracak zeytin de, dalları yere değen meyve ağaçları da..  Matemiyle bayramıyla yeterince deneyim kazanmamıza imkan veren tarih, kültürel zenginlik, çeşitlilik, emek var, kardeşlik var.  Elbette yokluk, darlık, vasatlık, çürümüşlük de kuşatmış memleketi. Çok darbe gördük, çok yara aldık ama hepten de ölmedik ya! Üretebiliriz, paylaşabiliriz, zor günlere alışığız, her mihnete dayanırız. Unutturulmaya çalışılsa da bozulmamış kimi manevi değerler halen direniyor.  Tek bir şeye ihtiyacımız var “DÜRÜST ve ÇALIŞKAN OLMAK”  Birbirimizin ayağına basmak yerine, dünyayla yarışmak üzere hazırlanmak tek seçeneğimiz.

Tembelliği, kabullenmişliği, boşvermişliği, gıybeti kenara bırakırsak, kalbimizi temiz tutarsak, yeni bir toplumsal sözleşmeye tutunup birbirimize el uzatırsak bakarsanız 2020’de bir şeyler iyi yönde değişir.  Sadece Ortadoğulu olduğumuzu söyleyenlere ve bizi o yöne itenlere;  Balkanların, Kafkasların, yedi iklimin harman olduğu Anadolu’yu yurt edindiğimizi hatırlatırız.

Bir gün mutlaka emeğiyle ayakta duranların nefes alabildiği, adaletin hakim olduğu, gençlerin kaliteli eğitim aldığı, kadınların arkasına bakmadan yürüdüğü, çocukların kahkahalarla güldüğü bir ülkede yaşarız.  Çok zengin olamayabiliriz, dünyanın nizamını değiştiremeyebiliriz ama “Yapamazlar, beceremezler, birbirlerine düşerler” diyenleri çatlatırız belki.  Hiç mi oluru yok, bir gün olsun “azıcık” umut etmeyelim mi?

Gezegen herkesin ama memleket bizim

Gezegen güneşin etrafında dönmeyi sürdürüyor. Serde ve bedende sağlık olduktan sonra tüm seçenekler masada…  Hepinize, sevdiklerinize, herkese MUTLU YILLAR

Kendi yolunu çizen Serdar-ı EKREM

Birkaç asır önce yaşansaydı bu son iki ay, vak’a-nüvisler sanırım şöyle kayıt düşerdi tarihe: “Dersaadet’in şehremini olmasına türlü hile ve desise ile müsaade edilmedi. İmdi o zat cümle Osmanlı mülkünün serdar-ı ekremi olmak üzre terfiye namzettir

Dün mazbatasını ikinci kez alan Sayın Ekrem İMAMOĞLU kıtaların buluştuğu kentte umudun lideri oldu. Kamuoyu tarafından yeterince tanınmıyorken adaylığı ilan edilen, “kenar ilçenin belediye başkanı” diye küçümsenen, proje olmakla itham edilen, soyadından etnik kimliğine türlü çirkin saldırıya maruz kalan, ekseriyetle medyanın görmezden geldiği, sokakların ise bağrına bastığı “yeni nesil siyasetçi” Sayın Ekrem İMAMOĞLU 31 Mart yerel seçimlerinde 13.729 oy farkla büyükşehir belediye başkanı seçilmişti.  Bu sonuç 25 yıldır İstanbul’un üzerinde oturan siyasal islamcı geleneğin koltuğu devretmesi anlamına geliyordu ki, birilerinin işine gelmedi. Ne hukukla ne mantıkla izah edilemeyen YSK darbesiyle gasp edilen mazbatayı takiben tekrarlanan seçimde bu kez Ekrem İmamoğlu her ilçede hatta neredeyse her mahallede oyunu artırarak farklı kazandı.  31 Mart’ta baltayı taşa vuran AKP’nin üzerine 23 Haziran’da ağaç devrildi.  Şehre yıldırım düşmesini bekliyorlardı, Karadeniz’den tsunami geldi.

Kimse 14 bin oyla seçimi kazandım demesin” diyenlere bugün sormak isterdim, “806 bin oy fark kafi geldi mi?” 

Kazananın 1, kaybedenin 0 olacağı tek dereceli seçimi boykot etmeyi önermiş olanlar da eminim “iyi ki bizim dediğimiz olmamış” noktasına gelmişlerdir.

31 Mart günü AKP’nin kulağını bükerek mührü iktidar partisinin elinden alan seçmen, kibre boğulmuş ve halktan kopmuş parti sandıkları devirince bu haksızlığı sessizce not etmiş, 23 Haziran’da ise AKP İstanbul il örgütünü adeta falakaya yatırmıştır.  2001’de kurulup 2002’de tek başına iktidara gelen AKP böylesini deneyimlememiş olsa da, sandıkta halkın eli ağırdır, hiddetinden ve sillesinden çekinmek gerekir. 

Seçim sonucu öncelikle AKP’nin başarısızlığıdır. Hezimeti şöyle tarif edelim.  Pontus laflarıyla kızdırılan Karadenizliler ile yediden yetmişe terörist ilan edilen HDP’ye yakın Kürt seçmenden aynı sandıklarda tokat yeme talihsizliği 23 Haziran’da gerçekleşmiştir.  Hatta neredeyse bu iki grup birbirlerine “elinize sağlık kardeşim” diyerek ayrılmıştır sandık başlarından.  Ekrem İmamoğlu “konuşacağız, uzlaşacağız, barışacağız” diyordu, hani nasıl desek tarif ettiği kardeşlik “hayaldi gerçek oldu”.

Hatırladığımız üzere 31 Mart öncesi kerameti kendinden menkul BEKA söylemiyle medyayı ve seçmenin zihnini işgal etmişti AKP.  Çöpümüzü kimin alacağı, çevre vergisinin hangi belediyeye ödeneceği, çocuk parklarındaki oyuncakları kimin tamir edeceği ile ilelebet payidar kalacağına inandığımız Türkiye Cumhuriyetinin kader çizgisi arasındaki gizemli bağ halen çözülebilmiş değil.

Ülkemiz kurucu liderinin namuslu mücadelesini ve çizdiği medeniyet vizyonunu terk etmedikçe beka sorunu yaşamayacaktır.

23 Haziran öncesi ise BEKA söylemi terk edildi, sağ olsunlar Cumhur ittifakı o işi arada çözüverdi herhalde.  Birdenbire zuhur eden huzur ve güven ortamı bizi rahatlatmış olacak ki, Doğu Akdeniz’de sular ısınırken ve Suriye’de sıcak çatışma sürerken ordunun neredeyse üçte birini erkenden terhis etme kararı alındı, teşekkürler Ak Parti!

BEKA sorunu şıp diye çözülünce AKP’nin nedense kanaat önderi muamelesi yaptığı İmralı mahkumu ile mektup arkadaşı olmaya zorlandı insanlar.  Ellerinde binlerce insanın kanı olan terör mahkumu HDP’ye tarafsızlık çağrısı yapıyordu.  Devletin ajansı bu çağrıyı kamuoyuna yaydı. Ülkemizin en lüzumsuz siyasetçisi Devlet Bahçeli “Öcalan’ın HDP’ye tarafsızlık çağrısını görmezden duymazdan gelemezdik” diyebildi!!  Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış, yalnızca avukatları ve yakın akrabaları görüşebilecek Abdullah Öcalan’ın kendisine övgüler düzen kılıksız bir akademisyen ile nasıl görüşebildiği halen muamma. Bu rezalet yetmemiş olacak ki, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kırmızı bültenle aradığı terörist kardeşi TRT Kürdi kanalına çıkarıldı.  Osman Öcalan da CHP’nin eksiklerini eleştirmiş o konuşmasında?  Yıllar yılı giderek eksilen devlet aklımız Öcalan ailesini Kürtlerin manevi önderi sanıyor korkarım ki.. Seçime birkaç gün kala yapılan bu utanç verici Öcalan Brothers hamlesi de milliyetçi hassasiyetleri yüksek bir kısım seçmenin Cumhur ittifakına çelme takmasına yol açmıştır.  Tüm bu saçmalamalara, yalpalamalara, akla ziyan tutarsızlıklara rağmen vaat şampiyonu Binali Yıldırım’ın %45 oy alması ayrı bir tartışma konusudur.   Elbette bu aralar “AKP hatalarından ders alır mı?” sorusu da zihinlerde, ben Türkiye’de tek başına iktidardayken hatalarından ders alarak değişen ve olgunlaşan siyasi parti görmedim.  AKP’de bu ağır mağlubiyetin henüz sağlıklı okunamadığı kanaatindeyim.  Dahası partiden seçmenin mesajını okuyabilecek  ferasette kimse kalmış mıdır, ondan da şüpheliyim.

Seçimin şifrelerinden bir diğeri de, Süleyman Demirel’in deyimiyle “tencere her hükümeti sallar” saptamasıdır.

“Neyse halin o çıksın falın” diye bakılan kahve fincanının siyasetteki karşılığı mutfaktaki tavadır, tenceredir. 31 Mart öncesi muhalefetin favori şarkısı Barış Manço’dan mülhem “domates biber patlıcan” idi. Onlar da 23 Haziran öncesi patates, soğan bahsini kapattılar çünkü mevsimin etkisiyle fiyatları düşmüştü ama beyaz et, kırmızı et, pek çok meyve, süt ürünleri, akaryakıt, elektrik, çocuklara alınacak karne hediyesi bisiklet neye bakarsanız bakın her şey ateş pahası.  Geçim sıkıntısı çekenler, işsiz kalanlar, vergisini ödeyemeyenler, siftah yapamayanlar İmamoğlu’na oy vererek Ankara’ya seslerini duyurmak istediler.

Sonuçta İstanbul kararını verdi, beş yıllığına başkanlık mührünü Ekrem İmamoğlu’na teslim etti. Bundan sonra ne olur?  Öncelikle “seçilmişleri atanmışlara ezdirmeyiz, halkın iradesi başımız üstüne” diyerek nutuk atanların, vitrin süsü olacağını ilan ettikleri Ekrem başkanın önünü yargı kararı ile kesme ihtimali?  O iş artık kolay değil… Açık farkla biten seçimin üzerine İmamoğlu’nu OR-Gİ havaalanında söyleyip söylemediği belli olmayan “it” lafı üzerinden kıstırmak ve makamından düşürmek çok riskli olacaktır. Canlı yayınlanacak belediye meclisi toplantılarında göz göre göre İmamoğlu’nun yolunu kesmek ve İstanbullunun hizmet almasını geciktirmek de iktidar bloku için anlamlı olmaz. İtibarsızlaştırmak yerine başarısızlığını beklemek ve başarısız olması için ince ince çalışmak AKP açısından daha tercih edilesi bir yol gibi görünüyor.

Başarının da başarısızlığın da ortak kriterlerinden biri finansman ya da maddi güç.  25 yıldır siyasal islamcılığın, 17 yıldır spesifik olarak AKP’nin elinde olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin durumu ise içler acısı.  İBB bütçesinde yıllık bütçe açığı 3,7 milyar TL dolayısıyla belediye hizmetini sürdürmek için dış kaynak bulmak ve borçlanmak zorunda. İBB’nin 2019’da 1 milyar TL’nin üzerinde borç faizi ödeyeceği tahmin ediliyor.  Toplam borç yükü 27 milyar TL’ye dayanmış. Bu koşullar altında yatırımlar, projeler, mali vaatler gerçeğe dönüşmek için sıraya girmek ve beklemek durumundadır.  Oysa başarılı seçim kampanyası nedeniyle Ekrem başkana yönelik pozitif beklentiler tavan yaptı.  Bu beklentilerin hızla hüsrana dönüşmemesi için İstanbul halkına mali durum açıkça anlatılmalı, her şeyin sırayla ele alınacağı, israfın önlenerek tasarruf döneminin başlayacağı ve sabırla adım adım her şeyin güzel olacağı izah edilmelidir.  Her gün ileri bir adım olursa, el atılan konular yavaş yavaş iyileşirse sonuçta İstanbul’da gülümseyen insanların sayısı artacaktır.  Ekrem İmamoğlu süper kahraman olmadığına göre sorunları tek başına çözemez.  Ekipleri oluşturacak insan kaynağı düşünüldüğünde İBB bünyesinde Ekrem başkanın deyimiyle “alın teri” dökerek çalışan nitelikli insanlar mutlaka muhafaza edilmeli ama yaptığı işin hesabını veremeyen, yetkinlikleri soru işareti ve birilerinin yakını olduğu için vaktinde istihdam edilmiş kişiler hızla ayıklanmalıdır.

Lüks, şatafat, debdebe ve israf sona erdirilirken lüks makam araçlarının elden çıkarılması ya da ATM’den her ay maaşını çekip belediyeye tek gün uğramamışların ayıklanması yetmeyecektir. İBB ve bağlı şirketlerdeki tüm iş süreçlerinin kapsamlı analizinden sonra iyileştirilecek süreç adımları belirlenmeli, kaliteden ödün vermeden daha uygun maliyetlerle iş yapmanın yolları (görev tanımlarının birleştirilmesi, bürokrasinin azaltılması, yeni teknolojilerin kullanımı vb) uzmanlar tarafından belirlenmelidir.

Yirmibeş yıllık kadrolaşmanın neticesinde bulundukları konumu hak etmeyen kişiler olduğu gibi, güncel gelişmelerden biraz uzak kalmış ya da işletme körlüğünün etkisinde kadrolar da bulunabilir. Bu durumda tasarruf ve verimlilik artışına yönelik taze dış kaynak kullanımı ihtiyacı doğar ki, bu Ekrem başkanı yeni bir açmaza götürecektir.  Türkiye’de siyasetin yazılı olmayan kurallarından biri seçim kazanan başkanın başına üşüşen kalabalıktır.  Bilhassa üyesi olunan parti (CHP), ittifak ortağı parti (İYİ Parti), kampanya yönetiminde başarı gösteren çevreler ve yakınları, tüm bu kalabalık hep bir ağızdan “öyle yapalım, şöyle yapalım, falanca uzmanı getirelim, işi o şirkete verelim” benzeri telkinlerde bulunacaktır.  Böyle tavsiye ve telkinlere her “HAYIR” dendiğinde kırgınlıkların doğması muhtemeldir. Bunu önlemenin yolu ise kolay anlaşılır ve 16 milyon İstanbullunun lehine olacağına itiraz edilemeyecek kurallar koymaktır. Şeffaf ihale süreci, açık eksiltme gibi yöntemler yanında sabit bedeli olmayan ancak sağlanacak ölçülebilir fayda üzerinden yüzde pay ile ücretlendirilecek servis sağlayıcılarla öncelikli çalışma kararı ilan edilebilir.  Örneğin 11 milyon TL bedelle realize edilecek bir iş, aynı kalite ve benzer çalışma takvimi içinde %25 tasarrufla 8,25 milyon TL’ye yapılabiliyorsa, elde edilen 2.75 milyon TL tasarruftan belli bir % pay emek verenlere bedel olarak ödenebilir.  Böylelikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi bütçesine yeni maliyet yükü gelmeyecektir. Pek çok firma için bu ilk etapta tercih edilesi bir uygulama gibi görünmese de, referanslarına İBB logosunu eklemek isteyenler hiçbir ticari risk almadan bu ayrıcalığa erişilemeyeceğini öğrenmiş olur.

Teknik konuları burada bırakıp biraz da halkın beklentilerinden bahsedelim. “Adama, kişiye, kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet işi bitti” diyerek gönüllerde taht kurdu Ekrem başkan, bu vaadin mutlaka takipçisi olunacaktır.  Okçular Vakfı gibi mana ve önemi belirsiz kuruluşlar kendi ceplerinden diledikleri kadar yay çekip ok atabilirler ama İBB ile tüm finansal ilişkileri koparılmalıdır. Sayın başkanın isabetle belirttiği mültecilerin durumu ve deprem riski hem kafa yorulması hem de yatırım gerektiren konulardır. Her iki dosya da Ankara ile koordinasyon sağlanmadan somut neticelere bağlanamaz ve yürütmenin başı kendisine müstakbel rakip olarak gördüğü yeni nesil siyasetçiye nasıl davranır, yaşayıp göreceğiz.

Bugünlerde Fatih Sultan Mehmet köprüsündeki asfaltlama çalışmalarının da katkısıyla İstanbul trafiği yine çıldırtan bir noktaya geldi. Yeni metro hatları, toplu taşıma rutlarının rehabilite edilmesi, deniz ulaşımından daha çok yararlanılması gibi konular “çok acil” kategorisinde ve evvela planlama mesaisi gerektiriyor.

Duygulardan devam edersek #HerŞeyÇokGüzelOlacak sloganına vurulduk hepimiz ama akıl ve vicdan sahibi kimse mucize beklemiyordur. Daha yeşil, daha mavi, daha huzurlu, daha medeni, daha üretken bir İstanbul hasretimiz ve talebimiz bakidir elbet.  Yukarıda izah edildiği gibi kasada halka dağıtılacak milyarlarca Türk Lirası olmadığına göre, ilk etapta maddiyattan ziyade üslup ve yaklaşım farkını ortaya koyacak manevi konularda “devir değişti” algısını yaratmak gerekiyor.


Siyaset ofiste değil sokakta yapılıyor artık, hakkınızdaki kamuoyu algısını önünüze gelen anketlerden okumaktansa sık sık sokağa çıkın Ekrem başkanım.  Alışkanlığınızı yitirmeden arada semt pazarlarını gezin mesela, bu yaz açık hava konserlerine gidin Dilek hanım ile.. Spor karşılaşmalarını yerinde izleyin, Galatasaray’ın UEFA Şampiyonlar Ligi’nde oynayacağı grup maçlarına bekleriz mutlaka. Sürpriz yapın İstanbulluya bazen vapura, motora, metroya binin.  Belediye sarayının karşısında Kanuni Sultan Süleyman’ın genç yaşta ölen oğlu şehzade Mehmet için yaptırdığı, Mimar Sinan’ın erken dönem eserlerinden enfes Şehzadebaşı camii var. Bir hafta Cuma namazını orada kılarsınız, bir hafta Fatih Camii’nde. Bir hafta başka yerde, siyasi mitinge dönüştürmeden kameralardan uzak orada da halkla temas mümkündür.  Keza aynı şekilde Cemevi ziyaretleri yapabilir, Alevi yurttaşlarımızla hasbıhal edebilirsiniz. Bir Pazar günü mesela Beyoğlu Üç Horan Ermeni kilisesine, başka bir haftasonu Neve Şalom Sinagoguna ve tüm dinlerin mabetlerine uğrayıp İstanbullu ile selamlaşıp hal hatır sorabilirsiniz. Dediğim gibi kamera yok, basın yok…

Yol kenarında meyve yiyen bir çocuk gördünüz diyelim, hemen arkasında da uygun bir toprak parçası var, “çekirdeği yere atma, gel toprağa gömelim, belki seninle bir ağacımız olur” deyin o çocuğa.  Emin olunuz ki, o çocuk bunu en az 30 kişiye anlatacak ve herhalde bu güzel anıyı otuz yıl hatırlayacaktır.  “Çocuklar benim propagandamı yapıyorlar biliyorum” demiştiniz ya, doğrudur. Üsküdar Kısıklı’da ninesi ile oy verme kabinine giren 9-10 yaşlarındaki torunun “Ya ona değil, İmamoğlu daha iyiydi yaa” diyerek dile getirdiği serzenişi dışarıdan duyulmuş ve epey güldürmüştü insanları…

İstanbul’un tarihi dokusunu büyük ölçüde barındıran Suriçi’nin insan ve taşıt kalabalığından olabildiğince arındırarak gerçek değerine kavuşturmak bir hedef olsun. Suriçi bölgesinde bir bina mı yıkılacak, temel kazısına dikkat edilsin mesela, umulmadık arkeolojik bulgulara erişilebilir.  Ülkeye paralel olarak kent ekonomisinin daraldığı dönemde turizmin önemi tartışılmaz. Geçmişten bir örnek geldi aklıma. Türkiye 2020 Olimpiyatlarına aday olduğunda son ikiye kalmış ve rakibi Tokyo’nun belediye başkanı Buenos Aires’teki final sunumunda “dünyanın en güleryüzlü taksi şoförleri bizde” ve benzeri mesajlarla insana dokunan, Olimpik seyircileri / misafirleri ilglendiren şeyler anlatmıştı. Sonuçta da kazanan Japonlar oldu.  Bilhassa yabancı bir turistin İstanbul’a ilk vardığı andan itibaren tüm deneyimini ele alıp, “olabilecek en iyi izlenimle kentten ayrılması nasıl sağlanabilir” sorusu tüm sosyal paydaşlarla birlikte ele alınmalıdır. Japonlardan milletçe öğrenmemiz gereken diğer üç şey ise intizam, tertip ve tevazu sanırım…

Japon İmparatoru konuk kabul odasında itibardan tasarruf etmeyen ülkenin lideriyle görüşüyor!

İstanbul’da ekolojik denge giderek bozulacak çünkü üzüntüyle öğrendik ki İstanbul havalimanı ve Kuzey Marmara otoyolu için 13 milyon ağaç kesilmiş.  Şehrin akciğerleri kuzey ormanları ve sulak alanlar böylece yok edilmiş oldu.  Gidenlerin yerini tutmasa da, kesilenin iki katı 26 milyon ağacı hangi vadede nereye dikebileceğinizi planlayıp ilan edin.  Hatta bunu bir kampanya haline getirebilir, “küreğini kap gel, fidan ve can suyu bizden” diyerek İstanbulluyu çağırabilirsiniz. İstanbul’da her evlenen çift için iki, her doğan çocuk için beş tane fidan dikilebilir. Kısacası çevrenin korunması, doğal çeşitliliğin artması, deniz kirliliğinin azaltılması gibi gibi konularda insanlara önce sorumluluk aşılayın, onları vazifeye çağırın.  Her ne kadar seçim kampanyasında hemşehrilik vurgusu öne çıkarılsa da, bilhassa Binali Yıldırım Sivas, Diyarbakır ziyaretlerinde İstanbul için oy istese de bu kentte yaşayanların kente karşı mesuliyet hisseden İstanbullu kimliğine sahip olması için çalışılmalı, hatta bu kimlik özenle tasarlanmalı ve iletişimi yapılmalı. Yine yapılabileceklerden devamla, İstanbul’un çevresindeki 150 köyde tarımsal üretim yapılacağını söylemiştiniz. Mesela İSMEK çiftçi yetiştirebilir mi?  Organik tarım kursları düzenlediğini bildiğimiz İSMEK bu faaliyetini genişletebilir mi?  Mesela İstanbul-Kuzguncuk’taki bostana içi giderek bakanlar, el emeğine inananlar yeni tarım alanlarında seçecekleri birkaç haftasonu ikişer saat gönüllü çalışır mı, çıplak ayakla toprağa basıp çapa yapar mı?  Karşılığı var elbet, ne yetiştiyse göz hakkı saklı.  Kısacası betonu değil toprağı, rantı değil soluk almayı hatırlatabilir miyiz İstanbul’a ?

Sevgili Ekrem başkanım,

Serbest çağrışım gibidir bu şehir, bir konudan diğerine geçerken zihinde yeni kapılar açılır.

İstanbul büyük, derdi çok, kalabalığı tarifsiz, yükü ağır…  Çocukların gözlerinde, gençlerin dilinde güvenilir lider & samimi insan kimliğini perçinlediğiniz zaman bu kentte binlerce İstanbul Gönüllüsü bulacak ve zoru kolay kılacaksınız.

 

Size oy vermeyenler de duysun bilsin ki seçim neticesinde “azgın azınlık” Saraçhane’yi işgal etmedi.  Sisi kazanmadı, Mursi kaybetmedi, burası Kahire ya da İskenderiye değil İSTANBUL.. Kulaklardan beyne nüfuz eden zehirli dilden arınmalıyız.  Tıpkı sizin de ifade ettiğiniz gibi birbirimize karşı zafer kazanamayız. Zafer ancak sade bir semtini sevmenin bile ömre bedel olduğu aziz İstanbul’un olabilir.  Elbet bu ülkenin kaderi başkent Ankara’da çizilir ama biliriz ki İstanbul düzelirse, Türkiye ilerler.

Üstad Yahya Kemal Beyatlı’nın “Başka bir tepeden” adlı şiiri

Onlara ayıracağınız zaman kaçınılmaz olarak azalsa bile yine de en büyük destekçiniz olacak ailenize bilhassa teşekkür ediyor, üstlendiğiniz kutlu ama zorlu vazifenizde size ve ekip arkadaşlarınıza sonsuz başarılar diliyorum, Allah mahçup etmesin.

İnanıyoruz ki, güzel günler göreceğiz ve her şey sırayla rayına girecek, güzel olacak.  Olmaya başladı bile…

İlker Canalp, bir İSTANBUL gönüllüsü

23 Haziran öncesi Ekrem İMAMOĞLU’na notlar

Çok değil beş ay önce Beylikdüzü’nde yaşayanlar dışında pek kimse tanımazken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı oldu Ekrem İMAMOĞLU. Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere pek çok kişi ona fazla şans tanımamıştı.

Ülkenin içine itildiği çıkmazın yarattığı hoşnutsuzluğa ek olarak, 31 Mart seçimlerine kadar sürdürdüğü başarılı kampanya sonucu, ülkede herkesin tanıdığı ve AKP’ye oy vermeyenlerin dahi antipati duymadığı son başbakan Sayın Binali Yıldırım’ı az farkla geride bırakarak büyükşehir belediye başkanı seçildi.

Takip edebildiğim kadarıyla seçim gecesinden itibaren başarılı kampanya yürüten yerel siyasetçi kabuğunu geride bırakarak büyük oynamaya başladı İmamoğlu.  AKP cenahından gelen üçbin küsür oy farkla seçimi aldıklarına dair zamansız açıklaması sonucunda standart bir CHP adayı “İstanbul için hayırlı olsun” diyerek Anadolu Ajansı eliyle manipüle edilen neticeyi kabullenir ya da kendine hakim olamayıp ahbabı gazeteciye “adamlar yine kazandı” diye mesaj atabilirdi.  Ekrem İmamoğlu ise elindeki sarih verilere güvenen bir lider olarak defalarca kameraların önüne çıkıp, insanları düzenli bilgilendirdi. Kelimelerine özen gösterdi ama çekinmeden “biz kazandık” dedi, bu sayede umut ayakta kaldı, sandıklar terk edilmedi. Bu sayede çuvallar kaybolmadı, çöplüklerden binlerce oy pusulası çıkmadı. İstanbul’a ve İstanbul seçmeninin iradesine sahip çıkıldı. Üstelik bu yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi (Sn.Canan Kaftancıoğlu) ya da İYİ Parti’nin (Sn. Buğra Kavuncu) başarısı değildi, bizzat İmamoğlu’nun kurup idare ettiği ekiplerin de çok emeği olduğu konuşuluyor. Ekrem başkanın organizasyon becerisi inkar edilemez. Kısacası İMAMOĞLU kimsenin hakkını yemedi ama hakkını da yedirmedi. 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece herkes onun yerleşik kalıplara uymayan biri olduğunu artık anlamıştı. Dolayısıyla yerel politikacı olarak başladığı yarışta emeğiyle sivrildi, siyasette bir üst lige çıkmış oldu.

Canan Kaftancıoğlu – Ekrem İMAMOĞLU – Buğra Kavuncu

İmamoğlu’nun çetin ceviz olduğu anlaşılınca, bu kez hak edilen mazbatayı vermemek için tam 17 gün ipe un serdi birileri. Caddeler, sokaklar, semt pazarları, stadlar “MAZBATAYI VER” çığlıklarıyla yankılandı. Akla ziyan geciktirme denemelerinin sonunda nihayet mazbata seçilmiş başkana takdim edildi ve Saraçhane’deki makama geçildi. Gel gelelim 19 gün sonra 6 Mayıs günü Yüksek Seçim Kurulu (YSK) darbesi ile artık yalnız kağıt üstünde hukuk devleti sayılabilecek ülkenin kanunlarına bir defa daha takla attırıldı, hakkaniyet hiçe sayıldı, aynı zarftan çıkan dört oydan üçü helal biri haram kılındı ve mazbata sahibinden (ç)alındı. Aynı şey AKP’nin başına gelse yani seçimin güvenliğini yüzlerce kez överek seçmene güven telkin etmiş olan YSK mazbatayı önce Binali Yıldırım’a verip sonra geri alsa bunun muhafazakar seçmenin zihnine ikinci 28 Şubat olarak kazınacağını, itinayla kabartılan mağduriyetin şarkılara, filmlere konu olacağını biliyoruz değil mi? Demokrasiye yaşatılan travma asla azımsanmamalıdır. Bu yapılan haksızlık hafife alınamayacağı gibi şaka, mizah kaldıracak bir konu da değildir.

Bu satırların yazıldığı andan 24 gün sonra 23 Haziran 2019 günü İstanbul yeniden sandığa gidecek. Bu kez sandığa tek bir oy atılacak.  Saadet Partisi adayı Necdet Gökçınar beyefendiye haksızlık etmek istemem ama gidişat belli ya İmamoğlu ya da en yakın rakibi seçimi kazanacak. Ekrem İmamoğlu siyaseten bir üst lige çıktığı için yeni rakibi daha güçlü, daha etkili ve daha cüretkar biridir. Onu iyi tanıyorsunuz, hepimiz çok iyi tanıyoruz.

Trabzonlu vs Rizeli: Karadeniz derbisi is loading ??

Bugün İstanbul seçimine dair kafamdaki notları derleyip toparlamak istedim.

Hatırlanacaktır, 1994’te Refah Partisi yerel seçimlerden zaferle çıktığında, genel başkan Prof.Necmettin Erbakan basının önüne iki prensiyle çıkmış ve Ankara’da galip gelen İ.Melih Gökçek’i TÜRKİYE Şampiyonu, İstanbul’da kazanan Recep Tayyip Erdoğan’ı ise DÜNYA Şampiyonu olarak ilan etmişti.   AKP genel başkanı Erdoğan siyasi kariyerinde adım adım yükselirken çıktığı semti, yetiştiği kenti, onu emsalsiz başarılara götüren İstanbul’u hiç unutmadı. Unutamadı.

Erdoğan / ERBAKAN / Gökçek – Mart 1994

Peki ya “İstanbul benim sevdam” diyen, Ankara’da makam sahibi olduğu halde İstanbul’a hasretini saklamayan, İstanbul’da her olan biteni, bilhassa doğan ve doğacak rantı gün gün takip eden Erdoğan 31 Mart seçimleri öncesi partililerine ne demişti?

“Unutmayın, İSTANBUL’DA TEKLERSEK TÜRKİYE’DE TÖKEZLERİZ. İstanbul’da metal yorgunluğu olursa Türkiye’de paslanırız”

Ya 31 Mart seçimlerine bir hafta kala Cumhur ittifakının ortaklaşa düzenlediği mitingde ne diyordu Devlet Bahçeli:

İstanbul cumhur ittifakının hassasiyet ve haysiyet merkezidir. İstanbul demek TÜRKİYE demektir. İstanbul sıradan bir şehir adı değildir. Bu SİPER düşerse Türkiyemiz gider, nice miras ve emanetler kararır

Yenikapı – 24 Mart 2019

Bu iddialı söylemler İstanbul’u kaybetmenin sindirilemediğini ve YSK’ya adeta sipariş verildiğini ispatlar nitelikte değil midir?  Elbette müjdelenmiş şehri kaybetmenin hissi tezahürü değildi bu geri alma çabası, sanırım ilk kez Watergate skandalının ortaya çıkarılışını konu eden 1976 yapımı  All the President’s Men filminde duymuştuk şu repliği: Always follow the money (her zaman parayı takip et)

Bilindiği üzere YSK sandık kurullarının teşkilinde kamu görevlisi (devlet memuru) olmayan kişilerin bulunmasını ana gerekçe olarak göstererek İstanbul seçimlerini iptal etti (2019-4219 sayılı YSK kararı).  Tek parti döneminde “hamili kart yakınımdır” referansı olmadan kamuda tayin ya da atama yapılamadığı, 16 Nisan referandumu sonrası rejim değişikliğiyle devlet ile hükümet arasındaki ayrımın iyice bulanıklaştığı, sürüden ayrılanı kurtların kaptığı dönemde pasaportu, kariyeri, aile şerefi hatta hayatı ve hürriyeti işvereni olan devletin (hükümetin) elinde olan kamu görevlilerinin seçimde görev alacak en tarafsız kişiler olduğuna kim karar veriyor? İlçe ve il seçim kurullarında görev alanlar ağırlaşan siyasi baskıyı ve haklarında açılabilecek soruşturmaları göğüsleyebilir mi?  Seçim yeniden itiraza konu olursa, aynı YSK’nın yine 7 üyesi marifetiyle acayip kararlar vermeyeceğine emin miyiz?  Josef Stalin oy verenlerin aslında bir şeye karar vermediğini, asıl kararın oyları sayanlara ait olduğunu söylerken tamamen haksız mıydı?  Çoğaltılabilecek sorularla karamsarlık yaymak ya da panik havası oluşturmak değil muradım ama bilelim ki aslında “her şey daha zor olacak”  Bu zorluğu bilerek hatta akla gelmeyen tuzakları da gözeterek umudu büyütmeli ve siyasi mücadele aynı şevkle devam ettirilmelidir.

Sayın Ekrem İmamoğlu az hata yapan ve kendi içinde tutarlı bir siyasi profil olarak öne çıkıyor ama ben müsaadesiyle şeytanın gör dediği üç detaya dikkat çekeceğim.

İlk olarak 6 Mayıs 2019’da seçimin yenileneceği ve verilen mazbatanın iptaline karar verilmiş olduğu ilan edildiği andan itibaren İBB ve bağlı şirketlerinin sosyal medya hesaplarının tutumu ve dili anında 180 derece değişmişti. Örneğin aynı gün ikindi namazını müteakip gömülen fesli Kadir Mısıroğlu hakkında tek kelime edemeyenler, YSK kararından sayılı dakikalar sonra sözde tarihçiye övgüler düzüp rahmet dilediler. Buradan anlıyoruz ki, 19 günlük Saraçhane mesaisinde İBB sosyal medya hesaplarının admin panellerine ulaşılamamış ve tam yetkili kullanıcı şifreleri teslim alınamamış. Bir daha bu boşluğa düşülmemelidir.  Sayın İmamoğlu seçildikten sonra belediye çalışanlarına hitap ederken işini doğru yapanların endişelenmemesi gerektiğinin hep altını çizmişti. Kanımca bu kez seçim dönemlerinde siyasi kampanya neferi gibi çalışarak zehirli dile ortak olanların, geçmiş dönemin hesabını veremeyenlerin ve şaibeli işlere karışanların ipinin çekileceği ve hukuk çerçevesinde sonuna kadar iz sürüleceği üstüne basa basa vurgulanmalıdır.  İBB özel kalemine ait çok sayıda makam aracını Yenikapı meydanında sergileme vaadi benzeri hamlelerle akıl almaz israfın halka teşhir edilmesi son derece doğrudur.  Filipinler’i uzun yıllar yöneten Bayan Imelda Marcos’un binlerce çift fiyakalı ayakkabısının daha sonra kurulan bir müzede halka sergilenmesi, baskı ve yolsuzlukla hatırlanan karanlık Ferdinand Marcos dönemin unutulmaması adına dünyada akla gelen örneklerden biridir.

Imelda Marcos’un ayakkabılarının sergilendiği alan

Elbette işin esası tam tamına 26 milyar 760 milyon Türk Lirası gibi devasa borç yüküyle devralınacak büyükşehir belediyesinde geminin nasıl yüzdürüleceğidir. İsrafı önleyerek bu borcun faiz yükünü hafifletebilirsiniz ama İBB Meclisi ve Ankara tarafından yola taş konacağını bilerek ana paranın nasıl eritileceğini dikkatle planlamak gerekecektir. Ekrem başkanın yolu pek müşkül, yükü çok ağırdır. Seçildikten sonra devralınan manzarayı ve birikmiş dertleri nasıl çözeceğini doğru anlatması çok mühim…

İkinci örneğimiz muktedirle birlikte kalkınırken gazetecilik refleksini kaybeden ve Beştepe’nin halkla ilişkiler elemanına dönüşen kimi basın mensuplarının sordukları maksatlı sorulara cevap vermemek ya da cevap verirken onları “demokrasi, icraat ve İstanbul” düzlemine çekme gereksinimidir. 31 Mart öncesi Ekrem İmamoğlu’nu itibarsızlaştırmak için programına davet eden Turgay Güler’in kazdığı kuyuya düşerek stüdyoya adeta gömülmesini keyifle izlemiştik. Habertürk TV’deki son programda 2024’e dek kıtaların buluştuğu kutlu şehri yönetmeye namzet İBB belediye başkan adayına 1930’ların sonunda Dersim’de yaşananları soran Nagehan Alçı da hak ettiği cevabı aldı. Ancak aynı programda başka bir soruya verilen cevaptaki girizgah cümlesi cımbızlanarak bağlamından koparıldı ve kumpasa meyilli havuz medyası tarafından montajlanarak dört koldan servis edildi. Normal koşullarda “bu deli saçmasına kim inanır ki?” deyip önemsememek mümkün iken, hatların keskinleştiği, kutuplaşmanın zirve yaptığı, herkesin kendine benzerlerle birlikte yankı odalarında aynı sesleri dinlediği ortamda böyle umursamazlıklar risklidir.

Karikatürize ederek şöyle bir örnek verelim. Trabzonlu Ekrem İmamoğlu’na “Pontus” ya da “Rum” iması ile çok çirkin ve ırkçı yakıştırmalarda bulunan densizlerin varlığını biliyoruz. Diyelim ki bu soru tahrik edici bir üslupta tekraren yöneltildi, Ekrem başkan da: “Yok artık, daha neler.. Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağımı da söylüyor muymuş bu şaşkınlar?” deyip gülerek cevap verdi. Oldu ya, havuz medyası “Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağım” kısmını ustaca montajlasa şaşırır mısınız?  23 Haziran’a dek mizah, ima ve türlü söz sanatlarını bir süre kenara koyup her şeyi dosdoğru ve tek bir anlama gelecek biçimde net söylemek faydalı olacaktır.

Üçüncü konu, Ekrem İmamoğlu’nun güçlü yönlerinden biri olan kampanyayı sokağa, çarşıya, pazara taşıması ve halkla kucaklaşma anları..

Görece düşük oy aldığı ve AKP’nin ilçe belediye başkanlığını kazanmış olduğu bölgelere ağırlık verilmesi isabetli bir strateji. Kadıköy ya da Şişli’de propaganda yapmanın adaya moral destek dışında bir katma değeri olmayacağı açık. Son olarak Arnavutköy ilçesindeki esnaf ziyaretinde bir gençle İmamoğlu arasında yaşanan gerilim ve Süleyman Soylu’nun dahi dillendirildiği “Ukala Ekrem genç kardeşimize tokat attı” iddiası… Ekrem İmamoğlu’nu kızdırmak ve kışkırtmak için özel hazırlanmış izlenimi veren, tahsili ve bilgisi olmadığını itiraf eden ama beynine fikr-i sabit kazınmış genci ikna etmek şart mıydı? Peygamber sabrıyla tanınan, tebessümüyle sevilen, asabi Trabzonlu değil de mutlu Hollandalı gibi İstanbul sokaklarını gezerken takdir toplayan Ekrem başkana yönelik baskının artacağı, bu baskının rastlantısal değil planlı anlarda alevleneceği, yapay zeka taşıyan bir prototip olmadığına göre vatandaş Ekrem’in de öfkesine yenilebileceği pek muhtemeldir.

Mal bulmuş mağribi misali olayı çarpıtarak yansıtma gayretindeki havuz medyasından alıntıdır

Biliriz ki bize tepkili yaklaşan ön yargılı biriyle el/beden teması kurmak tatsız sonuçlara gebedir. Bu karşımızdaki insanı her zaman rahatlatmaz, bilakis saldırganlık eğilimi olarak algılanabilir. Gerginliği artırabilir. Şöyle düşünelim, siyaseten tamamen karşı olduğumuz ve zerre haz etmediğimiz biriyle tokalaşmaktan diyelim ki kaçamadık ama o şahıs kameraların önünde bize dinlemek istemediğimiz derdini anlatmaya çalışırken kolumuza, omzumuza, yanağımıza, başımıza dokunsa rahatsız olmaz mıyız?  Maalesef tek taraflı propagandaya maruz kalarak, illet/zillet/terörist/dörtlü çete martavallarını dinleyerek bugüne gelen insanların kalbinde buz tutmuş empatiyi iki dakika defrost etkisiyle çözemeyebilirsiniz.  Anton Çehov’un dediği gibi: “En tehlikeli insan tipi, az anlayan çok inanandır” ve bu tiplemeden yüzbinlercesi yaşıyor bu memlekette. Dolayısıyla bazen “canın sağolsun” deyip uzaklaşmak ya da “Allah ıslah etsin” diye nokta koymak tercih edilmelidir.  Ya da ortama göre şaka yollu meydan okunabilir.  Mesela ele aldığımız örnekte “delikanlı sen haklıysan ben haftasonu siyasi faaliyetime ara verip eski lokantacı olarak senin mutfağında tam zamanlı çalışacağım ama ben haklıysam dükkanın camına –bugün yemekler Ekrem İmamoğlu’nun sizlere armağanıdır- yazacaksın, her gelene de selamımı söyleyip bedava servis açacaksın. Var mısın?” deyip konuyu bir şekilde bağlayabilirsiniz.

Sözün özü herkesin sizi sevmesini, benimsemesini, kalbinizdeki anlamasını, iyi niyetinize inanmasını bekleyemezsiniz Ekrem başkanım. Siz 23 Haziran’da %51 oy hedefleyin, kalan İstanbullular da başkanlık performansınızı gördükçe, sizi tanıdıkça severler belki 🙂

Ne yazık ki Türkiye’de kimlik siyaseti ve mağduriyetlerin yarıştırılması politikanın ana unsuru haline getirildi.  Dünyadaki polarizasyon ve otoriterleşme rüzgarlarının fazlasıyla tesirinde kalan Türkiye’de seçim sistemi ve ülke barajı kutuplaşmanın artmasına vesile oldu.  Ekonomik darboğaz, kıstırılmışlıkla birlikte çaresizlik, sosyal yardıma muhtaç bırakılanlar, durmaksızın din sömürüsü, kültürel kodlardan koparak vasatlaşma, tekelleşen medya, toplumsal hafızanın kısırlaştırılması, her biri sırayla bu ateşe odun attı. Global ölçekte nitelikli akademisyenlerimizden siyaset bilimci Prof.Yılmaz Esmer’in cümleleriyle ifade etmek gerekirse “Aslında biz seçim yapmaktan ziyade –hangi kimlikte kaç kişi var?- diye sayım yapıyoruz.  Katılaşmış, kemikleşmiş kimlikler de akşamdan sabaha değişmiyor

31 Mart 2019’da İstanbul’un 39 ilçesinde kurulan 31.186 sandıkta 8.866.614 oy kullanıldı. Dolayısıyla seçime katılım oranı %83,88 oldu.  2014 yerel seçimlerinde ise katılım %89,2 olmuştu.

Yakın geleceğe dair tahmin yürütmek adına 23 Haziran’da katılım oranının %86 olarak gerçekleşeceğini varsayalım. Mevcut durumda iki aday arasındaki farkın 14 bin olduğunu düşünürsek, 31 Mart’a göre olası nispi artışın karşılığı 224 bin İstanbul seçmeni varsaydığımız senaryoda başkanın kim olacağını tek başına belirleyebilir. Şahsi mazeretler ve mücbir haller dışında, daha önce AKP’ye oy veren seçmen Ankara’da üretilen siyasete, genel gidişata ya da hayat pahalılığına kızdığı için sandığa gitmemiş olabilir. AKP muhalifi seçmen ise kaybetmekten yorulduğu, sandığın ülkenin kaderini değiştiremediği, yerel seçimi önemsemediği için sandığa gitmemiş olabilir. Elbette katılım oranı biraz bıkkınlık, biraz da yaz mevsiminin etkisiyle örneğin %81’e de inebilir, bu da başka bir bilinmeze kapı açar.  Yeri gelmişken AKP ve MHP’nın ısrarlı talepleriyle il genelinde yeniden sayılan 319 bin geçersiz oyda esrar perdesi arayanların, 2014 yerel seçimlerinde İstanbul’da 422 bin geçersiz oy kullanıldığını nedense hatırlayamadıklarını hatırlatmış olalım!

Normal şartlarda 23 Haziran’da AKP karşıtı seçmenin sandığa gitmek için motivasyonu daha güçlü görünüyor.  Mazbatanın seçilmiş başkanın elinden siyasi saikle alınmasıya yaratılan mağduriyet, bu sefer kazanan tarafta olmanın hazzı, AKP’nin gerileme dönemine damga vurma dürtüsü öne çıkabilir. İstanbul’daki AKP seçmeni ise “çaldılar” diye kodlanan kirli propagandadan, havuz medyasının F tipi montajlarından ne kadar etkilendiğine ve Erdoğan’ın “davamıza sahip çıkalım” çağrısına ne denli kulak verdiğine göre neticeye tesir edebilir.

Daha önce Ak Partili olduğunu ifade etmiş ve o istikamette oy kullanmış ama nobranlıktan, despotizmden, kibirden, adaletsizlikten yılmış hatta utanmış makul insanların 23 Haziran’daki vicdan sınavı da değerlidir. 31 Mart’ta il genel seçimi için oy pusulasında MHP’yi tercih etmiş ama şimdi İmamoğlu’na oy verecek seçmen de göz ardı edilmemeli. Bilhassa Erdoğan-Muharrem İnce seçimi sonrasında kırgınlık ve küskünlük yaşayarak artık oy vermekten vazgeçenlerin bu kez taze bir mücadele azmiyle sandığa gidip gitmeyeceğini de göreceğiz.

Öte yandan devlet-hükümet-parti üçgeninin düz bir çizgiyi andırdığı ülkede AKP’nin büyük bir avantajı 31 Mart’ta oy kullanmayan 1,7 milyon seçmenin detaylı listesine erişme ihtimalidir. Bu kitlenin yaklaşık yarısı oy verme hakkından gönüllü vazgeçmiş apolitik yurttaşlar olarak mütalaa edilebilir. Mevzuat gereği diğer partilerin ulaşamadığı bu değerli bilgiye AKP erişiyor ise, müthiş bir adam adama markajla skorbordu değiştirmesi mümkündür.  Düşünsenize titiz bir çalışmayla sandığa gitme konusunda mütereddit 70 bin kişi farklı yollarla motive edilir ve Binali bey’e oy vermesi için sandığa götürülürse bu 31 Mart’ta iki adayın arasındaki farkın tam beş katına tekabül edecektir.

Seçimden çekildiklerini ilan eden adaylara 31 Mart’ta oy vermiş seçmenin bu kez İmamoğlu’na oy vereceğine dair bir ön kabul de hatalı olacağına göre, yapılması gereken Ekrem başkana oy vermiş 4 milyon 171 bin kişinin birer kampanya gönüllüsü gibi harekete geçip, 31 Mart’ta oy kullanmamış hısım, akraba, dost, arkadaş, komşu kim varsa oy vermeye davet etmesidir. Siyasi mobilizasyonu zirveye çıkaracak bir tür ikna zinciri kurularak katılım oranı yükseltilirse İmamoğlu’nun ikinci zaferi mümkün olur.  Bu ikna zincirinin aynı zamanda 23 Haziran’da tatile çıkmamak ya da yakın çevredeki yazlıklardan bir gün önce dönmek şeklinde işlemesi de gerekir. Bu beklenti/talep/rica farklı tonlarda seslendirilmesi, katılımın özendirilmesine dair mesajların işlenmesi faydalı olacaktır.

Gelelim benim başkandan şahsi ricama.. Öyle ya, Dersaadet’in şehremini olmasına müsaade etmediler, artık kendi kahramanlık hikayesini ona inananlarla birlikte yazarak bir nevi Serdar-ı Ekrem olma yolu açıldı. Herkes de bu yükselişin farkında ve Ekrem abisinden, Ekrem oğlundan, Ekrem bey’den bir şeyler talep ediyor.  Benimki çok basit.. 

VERDİĞİNİZ SÖZLERİ HEP HATIRLAYIN, size o sözleri hatırlatacak insanlar olduğunu unutmayın.

Bu şehrin nimetlerini ganimet bilenlerin farklı yollar keşfetmesine, yeni alışkanlıklar edinmesine izin vermeyin. Şeffaflık, hesap verebilirlik, adalet, sorumluluk gibi ilkelerden vazgeçmeyin. Üyesi olduğunuz siyasi parti dahil olmak üzere hiçbir çıkar grubuna özel imtiyaz tanımayın. “Kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet dönemi bitti” diyerek 16 milyon hemşehrinize eşit muamele edeceğinizi söylemiştiniz, o sözün bilhassa takipçisiyiz. Koltuk ağırdır, makam baştan çıkarıcıdır, iktidar herkesi bir şekilde zehirlemeyi başarır. Hani şeyh dirayetli olsa da müritleri onu uçurmaya çalışır, aman ayaklarınız yerden kesilmesin. Hakikat ile, vicdan ile, halk ile bağınız kopmasın. Mesela 2017 yılı Ekim ayında İstanbul’u anlatırken:
Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” diyen Erdoğan gibi olmayın. İçinden geçen başka / prompter üzerinden okuduğu çok başka samimiyetsiz politikacılardan olmayın. “İhanet ettik” denen kentin 39 ilçesinde miting yaparak yeniden oy istenmesini ibretle takip edin. Siyasi günahlarını taşıyamayacak hale gelenlerin tövbe istiğfar etmeyi seçim sonucuna bağlamasını, tövbeye şart koşarak helak olmaktan çekinmediklerini, kul hakkı yediklerini bile bile iftar / sahur gezip vaatlerde bulunduklarını hatırlayın. Onlardan olmayın, onlara dönüşmeyin. İstanbul’a dair hayallerinizi, hedeflerinizi, bu güzel şehirde mukim İstanbulludan somut beklentinizi en samimi şekilde anlatmayı sürdürün. İnsanların daha iyi yaşaması için en verimli çözümleri yine insanlarda arayın, mümkün olduğunca çok sayıda İstanbulluyu karar alma süreçlerine katın. Ve her zaman gençlerle ve bilhassa çocuklarla bir araya gelip, onların gözlerinden icraat döneminizin karnesine bakın.

Çocukların en azından temel ihtiyaçlarını sorunsuz karşılayabildiği, küçük şeylerden mutlu olduğu, kahkaha attığı, güven içinde özgürce dolaştığı bir kent medeniyet yarışında rakiplerinin önüne geçecektir.  Dahası, pırıl pırıl zihinlerin öyle bir ortamda büyümesi ülkenin geleceğine dönük milli servettir.

Dilek – Ekrem İmamoğlu çifti ve çocukları

Bu vesileyle en büyük destekçiniz olacak zarif eşiniz Hanımefendi ve bilhassa çocuklarınızdan vazifeniz icabı çalacağınız zaman için, her biri İstanbullulara haklarını helal etsinler.  Yolunuz açık olsun, Allah mahçup etmesin.

İnanıyoruz ki #HerŞeyÇokGÜZELOLACAK ve bu eşsiz şehirde hep beraber yaşayacak, güzel günler göreceğiz !

İlker Canalp, bir İSTANBUL gönüllüsü

24 Haziran yolunda Erdoğan: Bir lider portresi – IV

Çok partili demokrasilerde eşine pek az rastlanır bir performansa sahip Recep Tayyip Erdoğan.. Kaybetmek nedir bilmiyor, adeta “yenilmez” bir siyaset ustası.

Hem seçim kazanıyor, hem oy oranını artırıyor, hem de istediğini her defasında (öyle ya da böyle) almayı biliyor.

MGK merkezli askeri vesayeti bitiriyor, bürokratik baskıyı kırıyor, yanlışta ısrar etmek pahasına 40 yıllık doğrulara meydan okuyor. Gün oluyor Kürtleri, gün oluyor liberalleri kendi safına çekiyor.  Ekonomik krizlerle çökmüyor, Gezi protestolarıyla sallansa da yıkılmıyor, kanseri alt ediyor, 17-25 Aralık’ta ortalığa dökülenlerin “montaj-dublaj” olduğuna kitlesini inandırıyor, darbe girişimlerini atlatıp kahraman oluyor, aile efradının uluslararası ticari başarılarını(?)  rahatça anlatıyor, yasal ve geçerli bir üniversite diploması ibraz edememiş görünse de cumhurbaşkanı adayı olabiliyor. Dün “ak” dediğine, bugün “kara” diyor. Yarın “yeşil” ya da “gri” dese bile bunu satın alacak bir kitleyi peşinden sürüklüyor.  Mütemadiyen vaaz ettiği ve tarifi pek muğlak yeni Türkiye’nin kurucu lideri gibi hareket ediyor.  Peki bu nasıl mümkün oluyor ?  Yazı dizimizin dördüncü bölümünde Erdoğan kültünü incelemeye gayret edeceğiz.

Bu ülke yıllardır dediğim dedik, pek alttan almayan, rakiplerine mutlak üstünlük kuran ve duygulara hitap ederken popülizmi de sonuna dek kullanan lider figürüne hayran. Süleyman Demirel’in meydanlarda “düşün peşime” diye bağırdığı günlerden beri, Turgut Özal’ın siyasi rakipleriyle hınzırca alay ettiği günlerden beri iddiasını ortaya koyan, hikayesini iyi satan adamları seviyor.   Örneğin Prof. Erdal İnönü, Cem Boyner, Aydın Güven Gürkan, Mesut Yılmaz tercih edilmiyor, edilmedi.

Türkiye’de arzulanan lider figürüne en uygun isim de şu an R.Tayyip Erdoğan.  Bu iş için kurgulanmış gibi görünen çekici bir yaşam öyküsüne sahip ama aynı zamanda siyasete girmemiş olsa ortalama seçmenin alışveriş yaptığı esnaf, kapı komşusu ya da kıraathanedeki tavla arkadaşı olabilecek kadar özdeşleşilebilir “sıradan” biri aslında.

Geçmiş dönem liderlerinden bazılarını düşündüğünüzde Aydınlı zengin toprak ağasının muhteris oğlu Adnan Menderes, Fulbright bursuyla ABD’de eğitim almış parlak mühendis Süleyman Demirel, annesi ressam olan Robert College mezunu şair Bülent Ecevit, Yeniköy’de yalıda oturan Amerikalı Prof. Tansu Çiller her gün karşılaşabileceği ve/veya sosyalleşebileceği insanlar olamazdı sıradan seçmenin. Oysa Erdoğan siyasetçi değil de emekli İETT memuru olarak kalsaydı, halı sahada top oynanan Tayyip abi ya da yakıt parası yüzünden kavga edilen apartman yöneticisi Tayyip amca olabilirdi.

Öyle ki birebir dokunduğu insan sayısını artırabilse, oy oranını ve popülaritesini de artırabilecek bir tür tılsıma sahip sanki..

Ses tonu, hitabeti, yıllarca köşede iktidar sırasını beklemiş İslamcı geleneğin bir ferdi olması, boyu posu dışında Erdoğan imgesinde başka unsurlar da var.

Kanaatim odur ki, ülkemizin ATATÜRK döneminden beri aşmaya çalıştığı ama yanlış politikaların da katkısıyla sürekli kendini yeniden ürettiği için bir türlü aşılamayan iki sorunu var.

  • Cehalet
  • Yobazlık

Cehaleti sadece tahsil eksikliği olarak kullanmadığımı, yobazlık kelimesinin de sadece sünni islam üzerinden yorumlanmaması gerektiğinin önemle altını çizmek isterim.

Yukarıda tanımlamaya çalıştığım seçmen grubunda daha çok olmak üzerinde genelde Türk insanında üç baskın negatif duyguya da sıklıkla rastlanıyor.

  • Eziklik / güce tapınma
  • Haset
  • Gelecek endişesi

Erdoğan bu beş sıkıntının, sorunun, eksiğin tam ortasından kopup gelerek bu konuma yükseldi. Bu anlamda seçmenini açık ara en iyi tanıyan lider. Öyle ki bu insanların nabzı adeta Erdoğan’ın avuçlarında atıyor.  Kanımca yükselen dip dalganın farkında ve körüklediği neo-Osmanlı siyasal islamcılık ateşinin ülkeyi tümden kavurmasından da zaman zaman endişe ettiğini düşünüyorum.  Zira Erdoğan artık kendisi kadar akıllı ama %100 sadık, itaatkar ve çalışkan insanları çevresinde istiyor.  Türkiye Cumhuriyeti’nde taarruz ettiği bazı yerleşik değerlerin yerine koyduğu politik ve sosyo-kültürel iklim ise bir tür ahlaksızlık, riyakarlık ve aptallık sarmalı doğuruyor.  Bilhassa “dinine ve kinine sahip çıkan gençlik” yetiştirme ideali, milli eğitimi oyuncak haline getirip siyasi heveslere  göre nesiller tasarlama fantezisi çok tehlikeli bir saplantıdır.

Peki 24 Haziran’a doğru giderken Recep Tayyip Erdoğan’ın elinde neler var?  “Neler yok?” diye sorsak daha kolay olurdu zira 16 yıllık kesintisiz iktidarda sepetini fazlasıyla doldurdu Erdoğan.. Çok kısaca bakalım:

YÜRÜTME: Tamamen Erdoğan’ın elinde.. Bakanlardan, muhtarlara ondan habersiz neredeyse kuş uçmuyor.

YASAMA:  Anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu bulamasa da, 7 Haziran 2015 tökezlemesi hariç asla 276 sıkıntısı da yaşamadı.  AK Parti meclis grubu üzerinde tam bir hakimiyeti var, onun istemediği bir şeyin TBMM’den çıkması çok küçük bir ihtimal

YARGI:  HSYK’nın ismindeki Yüksek ibaresine bile tahammül edilemeyen dönemde siyaset kurumuna karşı bağımsızlığını koruyan savcı ve hakimlerin azınlıkta olduğunu söylesek inkar eden çıkar mı?  Bir dönem FETÖ’ye teslim edilen, sonra kadro olarak içi boşalan, şimdi de adalet dağıtma yetkinliği azalan ve nihai kararlarında standart bozulan yargı ülkenin en büyük sorunu haline geldi.

MEDYA:  Dördüncü kuvvet %90 Erdoğan’ın elinde ve emrinde… Havuz medyası ülkenin yalan jeneratörü konumunda.  Medyadaki kartelleşme eğilimi ve satın almalar / ortaklıklar tamamen Erdoğan’ın kontrolünde. İktidarı somut ve tutarlı biçimde eleştiren gazeteciler çalıştıkları kuruluşlarda barınamıyor, çeşitli baskılara maruz kalıyor hatta tutuklanabiliyor.  Basında kalem oynatan, ekranda kelam eskiten herkes bu şartlara göre otokontrol uyguluyor.  İfade edilmediği sürece düşünce özgürlüğü var ama düşündüklerini söyleyenlerin / yazanların başına ne geleceğini garanti edemiyoruz. mazallah…

YEREL YÖNETİMLER:  AKP’nin en güçlü olduğu alanlardan biri, hoşnutsuzluk yaratan belediyelere de ya kapıya müfettiş/kayyım gidiyor ya da haklarında soruşturma açılabiliyor.

İŞ DÜNYASI:  Erdoğan’ın uçağında yer bulmak için yarışanlar, tuzu kuru TÜSİAD’ın sade suya tirit cılız tepkileri, kamu ihaleleri ile semirtilen nevzuhur müteahhitler, kısacası büyük ticaret erbabı olanın Erdoğan muhalifi olması imkansız.

ÜNİVERSİTELER:  12 Eylül ile hesaplaşmak söylemini bol bol kullanarak iktidara gelen Erdoğan, YÖK’ü yok etmediği gibi sahip çıktı.  Bugün çoğu yüksek liseyi andıran, bilimsel üretimi yetersiz, özgürlük alanları kısıtlı üniversiteler var.  Seçilme kriterleri göz önüne alındığından ancak uslu dururlarsa şirin babayı göreceklerinin farkında olan rektörler tarafından yönetiliyor bu üniversiteler.

SENDİKALAR:  Sendikalı işçi sayısı düzenli olarak azalıyor, iş kazalarında dahi sesleri fazla çıkamıyor, kısacası “sarı sendika” revaçta.

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI:  Demokles’in kılıcı tepelerinde sallanıyor, kamunun hançeri sırtlarında, sokakta güvenlik güçleriyle burun buruna, seslerini duyurma imkanları kısıtlı… Zaten örgütlülük bu toprakların fıtratına ters!

BÜROKRASİ:  Maaşlarını AKP’den aldıklarını düşünen bürokratlar ve “hamili kart bizdendir” iteklemesi olmadan kadro alamayanlar, kısaca geçiniz!

Bunlara ek olarak, bize özel dört güç unsuru daha var

MGK / TSK:  Milli Güvenlik Kurulu son yıllarda sadece Erdoğan’ın tercihlerine uygun tavsiyelerde bulunuyor, Yüksek Askeri Şura kararlarında askerlerin neredeyse söz hakkı kalmadı.  Eskiden demokrasiye balans ayarı yaptığını zanneden generaller vardı, şimdi Tansu Çiller’in Tak-Şak paşası Orgeneral Doğan Güreş’i bile aşan profiller mevcut.  Bay Hilmi Özkök ile başlayan, Bay Necdet Özel ile boyut değiştiren, darbe girişimi sırasında tutsak alınmayı başardığı halde görevinde kalan Bay Hulusi Akar ile zirve yapan acayip bir üst komuta kademesi zuhur etti.  Elbette siyasete müdahil olmamaları çok güzel ama askeri konularda dahi savunma politikalarına yön verecek evsafta görünmemeleri trajik ve çok riskli…

Anayasa Mahkemesi / YÜKSEK YARGI:  Anayasal krizlerde dahi “benim görev alanım değil” diyebilen AYM, artık raporları TBMM’de gündem olmayan Sayıştay, Rize’de çay toplarken siyasete ısınan Danıştay ile durum pek iç açıcı değil “hukukun üstünlüğü” açısından…

TARİKAT ve CEMAATLER:  AKP Milli Görüş gömleğini çıkarmış olsa da dini referanslar çerçevesinde Erdoğan’a yakınlar.. İtikatla, tasavvufla, maneviyatla ilgilenmek yerine hemen hepsi ticaretin içinde, siyasetin göbeğinde ve oy verme davranışını kısmen etkileyecek boyutta.

En az 20 yıl boyunca Cumhuriyet karşıtı F tipi yapılanmanın adım adım getirdiği tehlikelere dikkat çekenlere dudak bükenler, eski iktidar ortaklarını bugün FETÖ olarak lanetleyip beş kıtada kırmızı bültenle izini sürenler, maalesef boşalan yerleri de vazgeçemedikleri menzile uygun tiplemelerle doldurmaktan vazgeçemiyor.  Erdoğan kabul etmek istemese de, siyasi ve ticari emellerine ulaşmak için her tür kirli pazarlığa girebilen tarikat ve cemaatler “din ve vicdan özgürlüğü” konusu değil, milli güvenlik sorunudur.

DİYANET İŞLERİ:  AKP’nin propaganda makinesi, muhalefet partilerinin en amansız rakibi.  Muazzam bir bütçe, devasa bir örgütlenme ve lidere tam bağlılık.  24 Haziran öncesi Ramazan ayında 4 Cuma namazı hutbesi, bir bayram namazı hutbesi, vaazlar ve teravih sohbetlerine dikkat etsin muhalefet, satır arası mesajlarla Erdoğan zaferini oralarda perçinleyebilir.

OHAL rejimini de hesaba kattığımızda hani neredeyse bir tek nükleer silahı yok Erdoğan’ın, onun dışında hemen her şeye sahip.  Muhalefet açısından gayet moral bozucu bu manzara, Erdoğan’ın yenilmezliğin sembolü Achilleus gibi görünmesine yol açıyor.  Antik Yunan’ın büyük savaşçısı, Truva fatihi Achilleus sadece topuğundan yaralanabilirdi ve o sayede durdurulabildi.  Peki Erdoğan’ın zayıf topuğu var mı?  O da yazı dizimizin devamında sırası geldikçe gündeme gelsin ama anahtar kelimeler şimdiden belli.. ADALET ve KALKINMA  (aradığınız kavramlara şu anda ulaşılamıyor)

Altı yüzeysel soru üzerinden 24 Haziran – III

Yazı dizimizin ikinci halkasında muhalefet partilerinin erişmekte zorlandığı kitleyi tarif etmiş, onlarla temas kurulması gereğine değinmiştik. Şimdi de 24 Haziran 2018’de sandığa gidecek insanların sorduğu ve/veya muhatap olduğu en basit, en yüzeysel, altı sıradan soruyu biraz kurcalayalım.  Bunları ve ötesini düşündüğümüzde seçim kampanyasının adımları da şekillenmeye başlayacak.

İlk soru “ülkeyi kim yönetiyor?”

Buna “hükümet” veya “TBMM” cevabı veren neredeyse yok, hemen herkes ülkeyi tek bir kişinin (R.Tayyip Erdoğan) yönettiğini düşünüyor.  Dolayısıyla başkanlık sisteminin dezavantajı, ortalama seçmen gözünde “zaten tek kişinin ağzına bakıyor tüm sistem” olarak algılanıyor.  Yani değişen bir şey olmayacak, niteliği belirsiz değişimin korkutucu riski söz konusu değil.  Öte yandan muhafazakar seçmen Erdoğan dışında başka bir Ak Parti üyesine bu hükümranlığı vermek konusunda oldukça mütereddit, karşı cenah olarak gördüğü siyasi çizgiden birinin başa geçmesini ise felaket olarak niteliyor.  Erdoğan’ın ölümsüz olmadığını ve karizmatik liderlerin siyaset sahnesinden çekilmesini müteakip yaşananları işlemek düşünülebilir.

İkinci soru “milletvekillerinin etkisi & katkısı & faydası nedir?”

Milletvekilleri liderlerin işaret ettiği şekilde parmak kaldırıp indiren, yasama faaliyetinin edilgen figürleri, bağımlı değişkenleri olarak algılanıyor.  Özellikle son dönemde AKP’nin ülkenin önemli meseleleri TBMM’de genel görüşme konusu bile yaptırmaması, hayati anayasa değişikliği görüşmelerinin medyada canlı yayınlanmaması, milletvekillerinin türlü pazarlıklar içinde olduğu algısı bu kanaati pekiştirmiş durumda.  Dolayısıyla TBMM’nin pratikte devre dışı kalması vahim bir durum olarak algılanmıyor.  Buna rağmen AKP’nin “yasama güçlenecek, milletvekilleri kanun yaparken daha bağımsız olacak” söylemi, milletvekilleri istifa etmedikleri takdirde artık bakan olamayacağı için 16 Nisan referandum kampanyasında inandırıcı olmaya en yakın önerme olarak öne çıkmıştı.  Asgari müşterekler çerçevesinde elden kayıp giden ülkeye sahip çıkması umulan muhalefet partileri, 24 Haziran’da 600 vekile çıkacak TBMM’de salt çoğunluğu elde ettiklerinde Türkiye’nin huzuru, refahı ve iyileşmesi için ne yapacağını çok iyi anlatmak zorundadır.

Üçüncü soru “muhalefet ne işe yarıyor ki?”

Tek parti iktidarlarında “kudret” tamamen aritmetik dengeye indirgeniyor.

CHP meclis araştırması istiyor, AKP oylarıyla reddediliyor.

HDP bir bakan hakkında gensoru istiyor, AKP oylarıyla reddediliyor.

MHP zaten ümidini ve ikbalini Erdoğan’a bağlamış dolayısıyla AKP ne isterse mecliste o görüşülüyor, sonunda onların dediği oluyor.

Ortalama seçmen; bağıran, çağıran, itiraz eden, durdurmaya gayret eden, muktediri yavaşlatarak hizmet ulaşmasını geciktiren faydasız bir muhalefetin varlığına inanmaya başlıyor.  Dolayısıyla yürütmenin denetimsiz & kontrolsüz güçlenmesini risk olarak görmüyor hatta işlerin hızlanacağını düşünüyor.

Muhalefet partileri somut hizmetlere yönelik önerilerini, zamanında yaptığı uyarıları yeniden hatırlatmalıdır.  Asla ideolojik değil ama gündelik yaşam pratiğine dönük daha kaliteli hizmet sunulması ve kamu kaynaklarının etkin kullanılması için geçmişteki çabalarını ve zamanın haklı çıkardığı argümanlarını kamuoyuna yeniden sunmalıdır.

Bunlara ek olarak sunulabilecek siyasi örneklere gelirsek; Fethullah Gülen’e, Ergenekon-Balyoz davalarına, samimiyetten uzak gizli pazarlıklarla yürüyen çözüm sürecine, BOP adı verilen ABD mahreçli projeye her zaman şüpheyle yaklaşmış, karşı çıkmış, iktidarı uyarmış kişiler ve partiler haklıydılar, zaman onların haklılığını tekrar tekrar ispatladı.

Dün EVET kampanyası yapanlar, bugün 24 Haziran oldu bittisine imza koyanlar, zamanında tüm bu hayati konularda yanıldılar, “bizzat savcısı” oldukları, “emri ben verdim” dedikleri konularda geri adım attılar, “yanılmışız Allah bizi affetsin” dediler.  Bugün seçilmek için herkese mavi boncuk dağıtırken yarın pişman olmayacaklarının, ülkeyi yeni bir çıkmaza sokmayacaklarının garantisi var mıdır?

Elbette yoktur.

Dördüncü soru “Türk tipi başkanlık sistemi iyi olacak, hem koalisyon dönemlerinde çok çekmedi mi bu millet?”

Biraz karikatürize edersek bu söylem şuna evriliyor:

1.köprüyü tek başına iktidar olan Demirel yaptı, solcular karşıydı. 2.köprüyü tek başına iktidar olan Özal yaptı, solcular karşıydı. 3.köprüyü tek başına iktidar olan Erdoğan yaptı, solcular yine karşıydı. Tek parti iktidarları büyük eserlere imza atarken, İstanbul’un ihtiyaçlarını bile anlamayan solcular sadece boşa kürek çekti.”

Koalisyon hükümetlerinin başarısız, yetersiz, beceriksiz olduğu ve ülkeyi kaosa sürükledikleri o kadar sık anlatıldı ki, sağ bir partide oyların konsolide edilmesi gereksinimi bir taraftan da başkanlık modelinin kapısını açtı.

Batı demokrasilerinde başarıyla yürüyen koalisyonların altında seçmene hesap verme zorunluluğu ve kökleşmiş demokrasi kültürü yatmaktadır.  Bu anlamda Türkiye’de eksik olan, seçmeni doğru bilgilendirmeyi vazife bilen ve yaptıklarının sorumluluğunu üstlenen nitelikli siyasetçilerin azlığıdır.   Hatasını kabul etmenin erdem değil zayıflık olarak görüldüğü, kimsenin istifa etmeyi aklından geçirmediği bir ülkede suçlu koalisyon ihtimalleri değil siyasi kültürdür.

Beşinci soru: “AK Parti bu millet için gece gündüz çalıştı, Türkiye nereden nereye geldi, yollar-köprüler-altyapı yatırımları, bunları görmüyor musunuz?”

Bu sorunun cevabı ülkedeki vatandaşlık bilinci ya da devlet – birey ilişkisinde gizli. Örneğin ABD’de “citizen” bile olmaktan önce “tax payer” olduğunu bilen seçmen ödediği vergilere karşılık alması gereken hizmeti lütuf gibi sunan siyasetçilere uzaylı görmüş gibi bakıyor.  Kabul edilmeli ki, liderini parlatmaktan sonra AKP’nin en büyük propaganda başarısı; fizibilitesi eksik, çevreyle uyumsuz, ekonomik model olarak kamu zararına olan icraatlarını bile “başarı hikayesi” olarak sunabilmesidir.  Burada halkın vergileriyle finanse edilen bu yatırımların kullanım ömürleri, çevresel etkileri ya da gerekliliklerinden ziyade “yandaş müteahhitleri” zengin etme maksadıyla kurgulanmış sakat finansman modellerini eleştirmek ve “ideal koşullarda nasıl yapılmalıydı, kaynak nereden yaratılmalıydı, biz daha iyisini yaparız çünkü…” konusunu işlemek daha çok ses getirecektir.  Başta CHP olmak üzere ülkeyi yönetme iddiasında olan tüm organizasyonlar, halka ulaşan ve bir şekilde memnuniyet yaratan hizmetlere sıradan cümlelerle burun kıvıran muhalefet partisi olmaktan çıkmalıdır.

Altıncı soru:  “Erdoğan terörle mücadele etme kararlılığına sahip, dış politikada dünyaya meydan okuyor, PKK + FETÖ’yü ancak o ve ekibi bitirir, zaten 16 yıldır Reis’in alternatifi yok, VAR diyebilir misiniz”

Gündemin çok hızlı değiştiği, ülkenin oradan oraya savrulduğu dönemde, gelişmeleri takip etmekten yorulan seçmenin kısa erimli hafızaya sahip olduğunu unutmamak gerekiyor.  Bölücü terörün Güneydoğu Anadolu’da her sokağa nüfuz etmesine, il ve ilçelerin savaş alanına dönmesine yol açan sahte barış süreci bir yanda; yıllar boyu Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi diye hürmet gören T.C. düşmanı emekli vaizin paylaşılamayan dersaneler rantı üzerine önce paralel devlet yapılanması, sonra da FETÖ olarak ilan edilmesi bir yanda…

Herkesin kolaylıkla ve yıllarca kandırabildiği birinin sergilediği kararlılık olamaz, o anki bıçkın (Kasımpaşalı) tavırları bir yerlerde gururunuzu okşuyordur, o kadar.  Bunu sıklıkla ve hiç çekinmeden anlatmak gerekiyor, AKP’nin dış politika ve iç güvenlik konularında hem tutarsız, hem mantıksız hatta bazı durumlarda ülkeye zarar veren illegal odaklara kör bakmış olduğunu tekrar tekrar müşahhas örneklerle aktarmak / hafızaları tazelemek şarttır.  Yenikapı ruhu diye pompalanan atmosferin, zeytinyağı gibi üste çıkmak çabası olduğu; bir zamanlar ülkeyi birlikte parselledikleri gizli ortaklarına hitaben söylenen “ne istediler de vermedik” cümlesinden bellidir.

Merhum Prof.Necmettin Erbakan’ın yıldızının bir türlü barışmadığı Fethullah Gülen adlı iblisin 28 Şubat post-modern darbesi ertesinde, yeterince nüfuz edemediği Refah Partisi yerine, partiden ayrılan gençlerin kurduğu Ak Parti’ye tüm desteğini vermesi acaba tesadüf müydü, yıllarca sorunsuz devam eden Pennsylvania – Söğütözü ortaklığının temeli ilk ne zaman atıldı ?

Irak ve Suriye politikalarında başarısızlığa uğrayan AKP’nin bir gün Rusya, bir gün ABD, bir gün Barzani, bir gün Körfez ülkelerindeki Vahhabi blokuyla birlikte oluşu Türkiye’nin çıkarlarını maksimize etme çabası mıdır yoksa mat olmadan önce yapılan son satranç hamleleri midir?

Beşar Esad’ı devirme hevesiyle sırtı sıvazlananların yangın yerine çevirdiği ülkeden kaçmak zorunda kalan 3,5 milyon Suriyelinin vebali kimdedir, bizzat ilgili bakanların ifade ettiği şekliyle %80’lik bölümü Türkiye’de kalmak isteyen bu insanların akıbeti ne olacaktır, yaratacakları bütçe yükü ve topluma çıkaracakları sosyal faturayı kim ödeyecektir ?

Samimiyetten uzak çözüm sürecinde “siz tetiğe basmazsanız biz de size hareket özgürlüğü sağlarız” pazarlıkları sonucu terör örgütü PKK il ve ilçelerde büyük bir alan hakimiyeti sağlamadı mı?  Yöre halkının çektiği acıların, ayaklanmaya dönüşen bu terör dalgasının bastırılması için canından olan güvenlik güçlerinin sorumlusu kimdir?  Hangi devlet kendi sınırları içinde illegal bir terör organizasyonunun yapılanmasına, yol kesmesine, vergi toplamasına, asfalt yolları tuzaklamasına bu kadar kayıtsız kalabilir ?

En son Afrin’e yönelik Zeytin Dalı harekatı sınırlarımızın düşman unsurlar tarafından çevrildiği kabulüne istinaden askeri bir zorunluluk muydu yoksa bizzat Erdoğan’ın deyimiyle partilerindeki metal yorgunluğunu atma vesilesi miydi?  Sınırlarımızın hemen ötesinde böyle büyük bir tehlike adım adım oluşurken, metre metre kazılırken akıllar neredeydi?  ABD-Büyük Britanya-Fransa troykasının Şam yönetimini hedef alan hava saldırısını T.C. Dışişleri Bakanlığı “insanlığın vicdanına tercüman olan ve memnuniyet verici” bulurken, üç gün sonra Erdoğan’ın “Gel vur burayı, ondan sonra barış de. Olmaz olsun böyle barış” demesindeki tutarsızlığın izahı nedir?  Bu hava saldırısına dek İran ve Rusya ile elele poz veren ülkenin, Tomahawk füzelerini gördükten sonra NATO üyesi olduğunu hatırlaması acıklı değil midir?  Afrin’e Moskova’nın oluru ile girenler artık Putin ile iş tutabilecek midir?

Bu ve bunun gibi yakıcı soruların “şahsiyetleri doğrudan hedef almadan” ama yanlış hesabın (mesela stratejik derinlik / değerli yalnızlık vs.) sadece Bağdat’tan değil her yerden döneceğini vurgulanarak tekrarlanması gerekiyor, bu hususta çekingenliğe mahal yoktur.

Başarılı belediyecilik geleneğinden doğan AKP’nin asfalt ve betonla hiç bitmeyen aşkı, ülkenin gerçek manada kalkınmasına, muasır medeniyet seviyesine yaklaşmasına, gelirin adil dağılımına, iç barışın sağlanmasına, dış politikada saygın bir tutum takınılmasına asla yetmemektedir.  Peyderpey tasfiye edilen Gülen müritlerinin yerine benzer deneyimde ama bu kez vatanperver & güvenilir kişiler yerleştirilememesi bu çıkmazı daha da derinleştirecektir.

Aslında bu altıncı soru gerçek hayatın içinde hakiki bir illüzyon yaşadığımızın göstergesi dolayısıyla bu sorunun alt kırılımlarına biraz daha vakit harcayıp Erdoğan kültünü iyi analiz etmek gerekiyor.

ERDOĞAN tipi liderlik konusu serinin dördüncü yazısında…