Profesyonel futbolda 2019-2020 sezonu sona erdi. Mayıslarda kupa hasadı yapmaya alışık sarı-kırmızılılar, bu temmuz ayında beklediklerini bulamadılar.
Galatasaray kurduğu kağıt üzerinde pırıltılı kadroya rağmen ligi altıncı sırada tamamladı. Bu başarısızlığın adil oyunun ilkeleri ile uyuşmayan ve kulübümüz dışında oluşmuş sebepleri de var. Hiç saklamadan, göstere göstere belli ettiler ki “üç yıl üst üste şampiyon GALATASARAY” istenmedi. Hakemlerin “hata” ile geçiştirilemeyecek kararları ile ters yüz olduk. Dünyayı alt üst eden salgın sonrası yeniden başlayan ligde Muslera ve Andone sakatlıkları, gol umudu superstar Falcao’nun çölde seraba dönüşmesi, kart cezaları, takımın lige verilen zorunlu arada hiç çalışmamış gibi sahada yetersiz performans vermesi, Sayın Mustafa Cengiz’in yaşadığı bir dizi sağlık sorunu nedeniyle yönetimin dağılması ya da dışarıya dağınık görüntü vermesi de eklenince hani neredeyse Mart ayında %100 garanti gördüğümüz Şampiyonlar Ligi bileti yandı. Bu vesileyle sayın başkana bir kez daha geçmiş olsun dileklerimizi iletelim, en kısa zamanda mücadele ettiği menhus hastalığı yenmesini diliyoruz.
Her sezonu zirvede tamamlama beklentisi futbolun ruhuna aykırı olsa da, Galatasaray bir kez daha ligi zirvede bitirmeliydi çünkü UEFA Şampiyonlar Ligi gelirine ihtiyacımız var. Son yıllarda UEFA CL müsabakalarında başarılı olamıyoruz, gruptan çıkmak şöyle dursun çok az puan topluyoruz, ağır yenilgiler de alıyoruz ama 35-40 milyon Euro gelir garantisi hem kâr-zarar hesaplarına hem de kadro maliyetindeki döviz riskine karşı altın anahtar gibiydi. Şimdi denizler ortasında yelkensiz kalma riskini almış durumdayız.
Madem hayat devam ediyor, 2020-21 sezonunu doğru planlamak şart! http://ilkercanalp.com/2017/05/17/galatasaray-model-quick-checklist-for-football-management/ (Üç yıl önce kaleme alındığı halde henüz geçerliliğini yitirmemiş bir futbol yazısı)
Bu planı yaparken de gelenekselleşmiş yönetim zaaflarını, popülizm sancılarını, rating kaygılarını, herkesin gönlünü hoş etme heveslerini bir kenara bırakmak durumundayız. Gayet köşeli, tavizsiz ve bir ustura kadar net ve keskin olmaktır futbolda hiç denenmemiş yönetim modeli! Bu bir tercih de değil üstelik, satranç masasında fazla hamle şansı kalmadı. Aynı oyun anlayışıyla mat olacağımız ve masadan kalkmak zorunda kalacağımız bir sır değil..
Tümdengelim metodunu benimseyip önce takımın maaş bütçesine bakalım. Bugün vergi hariç 55 milyon Euro civarı olan maaş bütçesinin bu yaz maksimum 35 milyon Euro’ya çekilmesi gerekiyor. Bu rakama garanti ücretler, maç başı primleri dahil ancak vergiler hariçtir. Bu keskin düşüşün mücbir sebepleri şöyle:
Başarıya endeksli Euro bazında gelirden mahrum kalınması
UEFA FFP çerçevesinde yapılan settlement agreement gereği önümüzdeki sezon 1 Euro bile zarar etme lüksü olmaması
Kamu bankalarıyla yapılan kaçınılmaz kredi yapılandırma anlaşmasının dönemsel faiz yükünün ödenme mecburiyeti
Coronavirus nedeniyle spor sektöründeki mali kayıplar, ülke genelinde istihdamda daralma, bireysel satın alma gücünün azalışı ve alternatif gelir modellerinin zora girmesi
UEFA’nın kulüplerin mali performanslarını izlerken kontrol parametrelerinden biri takım bütçesi / toplam gelir rasyosu ve burada kulüplerin %70’i geçmemesi isteniyor (UEFA Club Licensing and Financial Fair Play Regulations-Article 62)
Finansal denge konusunda örnek durumdaki Bundesliga kulüplerinde bu oran %50 – %55 aralığında.. Bizim Almanları da geçip, olağanüstü bir dirayetle %40-45 aralığını hedef almamız gerek. Bilançoları sportif başarı beklentisinden arındırılmış şekilde sürekli kâr eder durumda tutmak yegane hedeftir. Alman ya da İngiliz kulüplerinde olmayan “yıllık gelire oranla büyük borç yükünü” çevirebilmenin görünür gelecekte başka çaresi yoktur. Yazımızın konusu olmadığı için taşınmazların değerlendirilmesine, sermaye artışına, negatif öz kaynak açmazındaki şirketlerin alması elzem diğer tedbirlere burada değinilmeyecektir.
Takım bütçesini düşürürken sportif başarı hedefinden vazgeçilemeyeceğine göre birkaç topu aynı anda düşürmeden çeviren jonglör gibi becerikli olmak da şart. Üstelik bu beceriyi önce Sportif A.Ş. yönetim kurulu sonra da Fatih TERİM hocamızın birlikte sergilemesi gerekiyor.
İlk adım mevcut kadroda yolların ayrılacağı oyuncular sayesinde maaş
bütçesinde açılacak yeri hesaplamaktır. Geride
bıraktığımız sezon başlangıcını kerteriz alarak 31 Mayıs 2020’de sözleşmesi
biten oyuncularımızı sıralayalım: Selçuk İNAN, Ryan DONK, Yuto NAGATOMO,
MARIANO, NZONZI, SERI, Emre MOR, Florin ANDONE, Henry ONYEKURU ve LEMINA
Kiralık oyuncular Nzonzi ve Emre Mor ile yollar çok önce ayrıldı. Kaptan Selçuk İnan futbolu bıraktı. Mariano ve Nagatomo duygusal biçimde veda ettiler. Kiralık Onyekuru’yu Monaco ligimiz tamamlanmadan çağırdı, gözü arkada, gönlü Florya’da kalsa da gitmek zorunda kaldı. Kiralık Andone iki ağır sakatlık sonucu bizde kalmaz. kiralık Lemina veda etti, kiralık Jean Michael Seri ile de devam edilmeyebilir. Kısıtlı gelir ve UEFA sınırlamaları nedeniyle takımımızın bol kiracılı eski bir apartmanı andırdığını bir kez daha vurgulayalım.
Görünen o ki yalnızca Ryan DONK ile kontrat uzatacağız. Bu durumda orta sahamız yok olmuştur, acil olarak bek ihtiyacımız vardır. Öte yandan DONK hariç bu 9 ismin ayrılmasıyla maaş bütçesinde 16 milyon Euro’yu aşan bir boşluk oluşmuştur. Doğru planlamayla bu durum bir fırsat penceresi olarak görülebilir.
İkinci adım eksilen oyuncuların ikamesi için transfer bütçesi yaratmak çünkü UEFA FFP settlement agreement gereği elde ettiğimiz bonservis geliri kadar oyuncu satın alabiliriz. Burada satılabilecek çok az oyuncumuz olduğunu görüyoruz yani kiralık oyuncuların fazla olduğu ve biraz da yaşlı kadronun maaş yüküyle denk olmayan düşük bir global piyasa değerlemesi söz konusu. Mutlaka satılması gereken birinci isim sporculuk karakteri gelişmemiş “problem çocuk” Younes Belhanda. En başta alınması doğru bir seçim değildi, Faslının kontratı da bir acayip, umarım bu yaz kendisiyle vedalaşmayı başaracağız. Savunmanın merkezindeki Marcao-Luyindama ikilisine talip çıkması mümkün ancak bu ikiliyi bozarsak bir de sağlam stoper bulmak gerekecektir. Global piyasasi olabilecek bir de Feghouli var. Cezayirli Soso formda olup sahaya aklını verdiğinde pek çok kritik maçın kader oyuncusu olabiliyor ama 3.850.000 Euro net maaşıyla 35 milyon € toplam bütçeli takım idealinin de dışında kalmakta.
Yere düşürmeden çevirmek zorunda olduğumuz üçüncü top TFF’nin “yerli ve milli” icadı yabancı futbolcu sınırlaması. TFF önümüzdeki sezon 14 yabancı ile sözleşme yapmayı serbest bırakıyor ama sahada en fazla 8 yabancı olabileceğini de dayatıyor. 2021-2022 sezonunda 12 yabancı (yedisi sahada), 2022-2023 sezonunda 10 yabancı (altısı sahada) diye de sınırlama sıkılaştırılmış. (Not: Bu yazının kaleme alınmasından bir gün sonra TFF yabancı sınırlamasının uygulamasını bir sezon erteleyerek 2021-2022’ye bıraktı. Mevcut uygulama bir yıl daha geçerli olacak)
Dördüncü parametre takımın dinamizmini ve piyasa elastikiyetini artırmak için takımın yaş ortalamasının düşürülmesi, sahada veteranlar karması görüntüsü kimseyi memnun etmez. Bu sezon başında Galatasaray’ın 11 yabancılı ideal 11’nin yaş ortalaması 31’e yaklaşıyordu! Oysa diri, mücadeleci, topa sert, birbirine bağlı ve hedef odaklı bir takım lazım bize ve bu lige… Bir zamanlar “ne pahasına olursa olsun” diyerek bir araya getirilen yıldızlar karması kadroları artık finanse edemeyiz, performansı şöhretinin çok gerisinde eski tüfeklere ve papazlara zaten tahammül edemeyiz. Bu sezon 18 kişilik dar rotasyona mülkiyeti kulübümüzde olmak kaydıyla 23 yaş ve altı iki oyuncuyu da mutlaka monte etmeliyiz.
Beşinci yakar top futbola bağlı gelirlerimizin kaynak para birimi Türk Lirasının sürekli değer kaybetmesi ve yürürlükteki güncel düzenlemeye göre yeni transferlere gelen %40 vergi yükü. Yeni alınacak 1 milyon Euro net maaşlı bir oyuncunun kulübe brüt maliyeti, %20 stopaj + %20 gelir vergisi üzerinden 1,66 milyon Euro’ya yükseliyor. Türkiye’de oyuncular gelir vergisi ödemediği için %20’yi futbolcuya yansıtmak da kısa vadede mümkün görünmemekte. Üstelik devlet de tam ve zamanında ödenen stopajın amatör branşlarda kullanılmak üzere kulüplere iadesi uygulamasını sona erdirdi. Kazancın dibe vurduğu sezonda yeni vergi uygulaması büyük bir kambur olmaya namzet.
Yukarıdaki maliyet planlamasında biten sezona Florya’da başlamış ama Galatasaray’dan ayrılan dokuz oyuncu için 16 milyon Euro’yu aşan bir maaş bütçesi açığa çıkmıştı. Kaçınılmaz olarak pek çok yeni oyuncu alarak yepyeni bir takım omurgası oluşturacaksak ve toplam maaş bütçesini 35 milyon € olarak hedefliyorsak kadronun en pahalı oyuncularına da kement atmak durumdayız.
Bonservis geliri de elde edeceğimiz düşünüldüğünde muhakkak satmamız gereken Younès Belhanda yeni kulübüyle imza attığında maaş bütçemizden 3,35 milyon Euro daha düşeriz. Ajax’a kiralık gönderdiğimiz ama geri dönecek 1986 doğumlu Ryan Babel’i başka bir kulübe gönderebilirsek 2,5 milyon Euro daha tasarruf etme ihtimali doğabilir. Mevcut kadromuzda Sofiane Feghouli yıllık net 3,85 milyon Euro ile en yüksek ikinci maaşa sahip ama iyi bir bonservis geliri elde edilemeyecekse risk alıp Soso’yu kadroda tutmak da ihtimaller arasında. Belhanda’yı satmak kadar büyük bir önceliğimiz de, mutlu olacağı bir ligde talibini bulup (muhtemelen USA-MLS) sansasyonel Radamel FALCAO kontratından çıkmaktır.
Sanal alemde histeri krizleri yaratan, futbolla ilgili olmayan sahte celebrity figürlerin bile diline doladığı, taraftarın yolunu gözlediği, binlerce insan tarafından havalimanında karşılanan, stadyumda özel imza töreniyle lanse edilen büyük yıldız EL TIGRE maalesef sahada bekleneni veremedi. “Şampiyonlar Liginde iki maç kazandırsa maaşını çıkarır” diyenler hatırlar mı bilmem ama kendisine çok umut bağlanan altı maçın üçünü kaçırdı. Oynayabildiği üç maçta kaleye isabetli şut dahi atmaya muvaffak olamadı. Trabzonspor ve Başakşehir ile oynanan dört maçın hiçbirinde sahada değildi. Aşil tendon / diz / baldır derken 45 dakikadan fazla süre alabildiği lig maçlarının sayısı 13! Sözün özü, Falcao kendisinden büyük beklentisi olmayanları haklı çıkardı ve “Futbolda Popülizmin İflası” nın sembol isimlerinden birine dönüştü.
2 Eylül 2019 tarihli KAP bildirimine göre FALCAO Galatasaray’dan yıllık net 5 milyon Euro maaş alıyor. KAP bildiriminde başka detay yok ve sezonluk maliyetinin 6,5 ila 8 milyon Euro arası olduğuna dair pek çok spekülasyon çıkmasına rağmen kulüp detayları açıklamadı. Radamel FALCAO’nun parçalı forma giyeceği resmen açıklandığında (02/09/2019) 1 Euro = 6,38 TL idi. Bu yazının kaleme alındığı 28 Temmuz 2020’de 1 Euro 8,20 TL’ye kadar yükseldi. İmza tarihinden bugüne dek Falcao’nun çıplak, net, vergisiz maaşındaki yalnızca kur farkı 9.100.000 TL ediyor! Daha dün imzaladığımız Sixty & Magdeburger sponsorluk anlaşmasının neredeyse 1/3’ü tek kontratın 11 aylık kur farkına gitmiş vaziyette! UEFA CL gelirinin olmadığı, yayıncı kuruluşun taahhütlerinden yan çizerek sürekli kesintiye gittiği, yeni sezon için kombine satılması mümkün görünmeyen, yüz binlerce insanın işsiz kaldığı ve herkesin alım gücünün düştüğü dönemde FALCAO bu maliyet yüküyle bizimle kalamaz. Kemer sıkıp takım bütçesini küçültmek durumunda olan Galatasaray’da böyle pahalı bir futbolcunun yer alması gerçekçi değil… Bu yıl ligde attığı 10 gol ve kupada Tuzlaspor’a attığı gol karşılığında bu seviyede ücret ödeyemeyiz, “Seneye 25-30 gol atar belki” diye adak adayacak halimiz de yok.
Sonuçta Belhanda+Babel+Falcao üçlüsüyle yollar ayrılırsa minimum 11
milyon Euro daha bütçede rahatlama mümkün olur.
Sofiane Feghouli ise elde edilmesi muhtemel bonservis bedeline göre
ayrıca değerlendirilmelidir ancak salt garanti maaş olarak düşünürsek yeni
maliyet platosunda sırıtan bir kalem olarak durmaktadır.
Sahada sekiz yabancı sınırı, ilk 11’de üç pozisyonun T.C. pasaportlu futbolcular tarafından doldurulacağı anlamına geliyor. Karmaşayı azaltmak için üç pozisyon seçip, yedeklerini de Türk oyunculardan seçenler sezon içinde rahat ederler. Örneğin stoper, sol bek, ve sağ açığı Türk olan bir kulüp, yedeklerini de Türk olarak takımına katmayı başarırsa ceza ve sakatlık durumlarında daha az panik yaşayabilir. Ya da birkaç farklı pozisyonda oynayabilecek, çok yönlü (versatile) Türk oyuncu bulmak gerekir ki, o daha zor görünmekte.
Sahada yalnız 8 yabancı yer alabileceğine göre, 14 yabancı ile sözleşme imzalayarak altı ismi tribüne oturtmak israfa girer. 2020-21 sezonunda Galatasaray’ın kadrosunda 10 en fazla 11 sözleşmeli yabancı bulundurması makul olacaktır. Güzel oyunun ruhuna aykırı bu saçma sınırlama ve kuralların kaldırılması için de kulüp tüm imkanlarıyla kulis yapmalı ve kamuoyu yaratmalıdır. Elbette vergi cenneti tropik adaların vatandaşlık dağıtması misali, 250.000 Euro bedelli taşınmaz tapusu eşliğinde resmi makamlara başvurup T.C. pasaportu alacak yabancıları oynatma imkanı da zorlanabilir!!
Mevcut yabancı oyuncu kontratlarına bakacak olursak MUSLERA-DONK-LINNES-MARCAO-LUYINDAMA-SEKIDIKA-SARACCHI-FEGHOULI ile Florya’dan uzaktaki DIAGNE? ve RYAN BABEL? On yabancı oyuncumuz kaldıysa, kontenjana göre dört oyuncu almak teorik olarak mümkün. Anlamsız israfı önlemek adına, yukarıda tarif edildiği gibi en fazla bir yeni yabancı oyuncuyla daha sözleşme yapılması önerilir ama yerli piyasası ve takım formasyonu açısından bu imkansız görünüyor. Galatasaray seviyesinden epey uzak olan Sekidika’nın kiralanması durumda rakam iki, sahadan ziyade sosyal medyada etkili Pinky Pie Babel’den kurtulmayı başarırsak yeni yabancı transfer sayısı üç olur. Burada kritik isim Mbaye DIAGNE.. Disiplin anlayışı ve profesyonel yaklaşımı sporcu olmaya uygun değilken, bu arızalı karakteri başka kulübe satabilir miyiz yoksa Fatih TERİM’den psikiyatri uzmanı gibi Senegalliyi yola getirmesini mi bekleyeceğiz? DIAGNE için Kasımpaşa’ya 13,5 milyon Euro tutarında bir bonservis ödemiştik, yatırım verimliliği adına da bu karar kritik. Hatırlamamak olmaz, Kasımpaşa oyuncuyu Çin’den bedavaya almıştı! Diagne’den bağımsız yaratılacak transfer bütçesi yetmezse yine kaçınılmaz olarak bonservisi elinde olan ya da kiralık oyuncular ön planda olacaktır.
Ne yazık ki profesyonel futbol takımımızda Türk oyuncular açısından daha sıkıntılı durumdayız. Şu anda ilk 11’de yer alacak ya da ilk 11’i zorlayacak görünürde 5 oyuncumuz var. Emre AKBABA, Ömer BAYRAM, Adem BÜYÜK, Taylan ANTALYALI ve Sivasspor’dan yeni transfer Emre KILINÇ… Şener Özbayraklı, Jimmy Durmaz, Ahmet Çalık kadroda ritmi tutturamadılar ve muhtemelen bu isimlerle yollar ayrılabilir. Kayserispor’a kiralık giden Emre Taşdemir’in son durumunu bilemiyoruz. Florya’da yetişen Emin BAYRAM, Atalay BABACAN, Yunus AKGÜN gibi isimler ise “birer umut” olmayı halen sürdürüyorlar. Dolayısıyla 4-5 de Türk oyuncu transfer etmek gerekecek. Bu Türk oyuncular için birkaç “ön şart” belirlersek seçenekler işin başında netleşir, başımız daha az ağrır kanaatindeyim
Tercihen 30 yaş üstü oyuncularla ilgilenilmemelidir
2018-19 ve 2019-20 sezonlarındaki performans sürekliliği olan oyunculara öncelik verilmelidir
Maç istatistikleri, sakatlık ve ceza durumu gibi detaylar ortada olsa da oyuncunun son durumu, alışkanlıkları, sporcu karakteri ve psikolojik direnç düzeyi farklı kaynaklardan özenle soruşturulmalıdır
Aktif spordan kopmuş, bireysel fitness yapan, bir zamanlar kariyeri parlak eski oyuncular için rehabilitasyon merkezi olamayız
Galatasaray’da daha önce forma giymiş ve ayrılmış oyuncuların kulübümüz hakkındaki his ve düşüncelerini iyi tartmalıyız. Bizden nahoş şeklinde ayrılmış, Florya’yı kürkçü dükkanı olarak gören isimler bu yaz oluşacak yeni kadronun da havasını bozmaya yetecektir
Futbol ailesinin ya da magazin dünyasının enfekte figürleriyle içli dışlı olan, düzensiz hayat / agresyon / kriminal vaka gibi pürüzleri olanlardan itinayla uzak durmalıyız
Galatasaray’ı kariyer fırsatı ya da Avrupa’nın beş büyük ligi için basamak görecek futbolcular aramalıyız. Bizi emeklilik öncesi son durak ya da aile düzenini bozmamak adına İstanbul’da yeni adres olarak görenlerden hayır gelmez
Takım kimyası ve total performans anlamında en büyük güvencemiz yine Fatih TERİM… 2020-21 sezonu için en büyük dayanağımız da Fatih TERİM… Yalnızca kazandığı başarılar, kaldırdığı kupalar ve bize kattıkları değil konu… Hocamız 1 Kasım 2019’da maç sonu basın toplantısında şunu söylemişti:
“Transfer yaparken oyuncuların geçmişine harcama yapıyoruz halbuki geleceğine harcama yapmamız gerekir”
İşte bu cümle yaz mevsiminin parolası olmalı. Elbette bu cümlenin şöhretli yabancı futbolculara yönelik sarf edildiğini düşünmek mümkün ama hocanın futbolcuyu pasaportuna göre değil karakterine / yeteneğine / aidiyetine göre tasnif ettiğinin de şahidiyiz. Bu cümlenin TFF’nin yabancı sınırı saçmalığından önce dile getirildiği ve yerli piyasasındaki darboğaz nedeniyle artık geçerli olmayabileceği öne sürülebilir ama TFF’nin oyunun ruhuna aykırı kararı asla sürpriz olmasa gerek? Futbolun her zerresine nüfuz etmiş merkez siyasetin bıkkınlık veren “yerli ve milli söylemi” varken, ta şike döneminde “gerekirse hep birlikte birkaç yıl Avrupa’ya gitmeyiverelim” çıkışları yok muydu? R.Tayyip Erdoğan stadyumlardaki ARENA isminin Türkçe olmamasından bahisle değiştirilmesini isterken daha resmi bildirim gelmeden tesislerinin adını değiştirmek için yarışan kulüpleri unuttuk mu? Galatasaray sahaya 11 yabancıyla çıktığında “İstiklal marşını söyleyecek adam yok” diyen saray şeytanlarını hatırlıyor olmalıyız. “Yurt dışına döviz gidiyor, Milli Takım zora düşüyor, bizim çocuklarımız süre alamıyor” söylemleri bilinirken TFF’nin son kararı kesinlikle sürpriz değildir. Futbol alemini yakından izleyen kimse için şok yaratmaz ya da yapılmış hazır planları çöpe atma mazereti sayılamaz. PLAN dediğiniz, olumlu ve olumsuz senaryolara intibak becerinizi test etme süreçleri değil midir zaten?
Bu yaz mevsiminin parolasını Kasım 2019’da belirleyen hocamız mutlu ve huzurluysa “başarı garantili teknik direktör” olarak meslektaşlarından ayrılır ama işte huzursuzsa, kafası dağınıksa, uğraşmaması gereken işler önüne dosya olarak gidiyorsa sonunda tüm Galatasaraylılar üzülüyor. Mevcut yönetimin siyasi ömrü üzerine tahmin yürütmek kolay değil lakin görevde kaldıkları süre boyunca Fatih hocaya arzuladığı çalışma koşullarını azami sağlamak durumundalar. Hoca ile kaderlerini birleştirdiler, bu yoldan dönüş yok! Hocanın her istediği futbolcuyu alamazlar ama hocanın asla istemediği isimleri de Florya’ya sokmamalılar.
Fatih TERİM Galatasaraylıları hep uzak ufuklara ve büyük hayallere özendirse de, aslında gayet realist biri. Mealen: “Hocam bütçe bu, kurallar malum, bizim düşüncelerimiz ve beklentilerimiz şudur, senin Florya mutfağında bu malzemeyle en iyi yemeği yapacağına inanıyoruz. Sen de bize sezona dair talep ve beklentilerini söyle ki lazım olan hazırlığı yapalım, elden gelen tedbirleri alalım” denecek, fazlasına gerek yok. Mutlaka samimi olunmalı, iletişimde aracı kullanmamalı, dedikoduculara kulak asmamalı. Futbolun duayeni Galatasaraylı hocayı bir şekilde “hoş” tutmalı Sportif A.Ş. yöneticileri. Başka çareleri yok ama bunun farkında olduklarından tam emin değilim?
Rekabet açısından yukarıdaki zorlu koşullar Fenerbahçe ve Beşiktaş için de aynen hatta fazlasıyla geçerli.. Trabzonspor düşük maliyetli kadrosunu muhafaza ettiği ve stoper tandemini istikrarlı hale getirdiği takdirde yeşil sahada daha avantajlı görünse de kör göze parmak yönetim zaafları ve teknik adam sorunu nedeniyle yine tökezleyebilir. Çöpsüz üzüm tadındaki Başakşehir ise siyasi iktidarın ve kerameti kendinden menkul gelir kaynaklarının sayesinde lig yarışına “pole position” olarak başlar.
Biz ise her koyunun kendi bacağından asılacağı varsayımıyla sezon başında seçeceğimiz doğrulara uygun planlı hareket etmeliyiz. Sanal kalabalıkların asla tatmin olmayacak hırs ve arzularına ya da medya rüzgarına kapılırsak eldeki plandan sapar, bildiğimizi de unuturuz. Ayrıca bazı koyunlar uçurumdan aşağı atlıyor ya da kasabın bıçağını yalıyor diye o çürükler familyasına yakın durmak zorunda da değiliz.
Futbolun aktörleri değişmedikçe önümüzdeki sezon yine “ZORLU” olacak ama Galatasaray’ın olduğu her yerde UMUDA daima yer vardır. Yeter ki yapacağımız plana sadakat ve işler ters giderken temel stratejiden sapmayacak dirayetimiz olsun…
Byzantion,
Nova Roma, Constantinopolis, Dersaadet, Konstantiniyye… İstanbul’a tarih
boyunca verilmiş isimlerden bazıları… Arkeolojik buluntulara göre en az 8000
yıllık geçmişiyle bugüne ulaşan tarihi yarımada, insan yerleşimlerinin
kesintisiz olarak süreklilik gösterdiği, birbirinin üzerine tabakalandığı ve
günümüzde de megapol olarak yaşamın devam ettiği dünyadaki nadir kentlerden
biri olma vasfını kazandırıyor İstanbul’a.
Bu kadim şehrin ayakta kalan en önemli şahidi ise bugünkü yazımızın konusu ve konuğu olan AYASOFYA ya da Hagia Sophia…
Bugün gördüğümüz Ayasofya aynı yerde yapılmış üçüncü bazilika modeli kilisedir. Birinci Ayasofya M.S. 360 yılında açıldı, ahşap çatılı bazilika formunda bir kiliseydi. İlk ihya edildiğinde namı Megale Ekklesia (Büyük Kilise) idi. İlkinin yıkılmasından sonra 415 yılında İmparator II.Theodosius döneminde aynı yerde ikincisi inşa edildi. M.S. 532 yılında Nika ayaklanmasında şehir tarumar olurken, çıkartılan bir yangında bu kilise de yok olmuştur. Otoritesine karşı çıkan ayaklanmayı bastıran İmparator Justinianus şehri yeniden imar ederken ihtişamın ve yüceliğin sembolü bir mabedi aynı yerde inşa ettirmeye karar verir. İmparator’un aklında Tanrının kullarıyla buluştuğuna inanılan Kudüs’teki Süleyman tapınağını gölgede bırakacak devasa bir anıt yapı vardır. Bu proje için iki mimar seçilir ve İmparator beklentisini onlara anlatır. Rivayet odur ki, her ikisi de imparatora hayalinin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu anlatırlar ama Justinianus tüm servetini bu işe harcayacağını, ne gerekirse tahsis edileceğini söyleyerek ısrar eder. Bu mimarlar Miletoslu (Söke) Isidoros ile Tralleisli (Aydın) Anthemios’tur. Tahmin edileceği üzere bu ikili sıradan mimarlar değildiler. Sökeli Isidoros fizikçi, matematikçi ve antik çağın bilimsel eserlerinin derlenmesiyle uğraşırken, Aydınlı Anthemios geometri profesörü, mühendis ve matematikçiydi.
M.S.
532 yılında başlayan inşaatta on bin işçi, farklı uzmanlıklarda bine yakın usta
çalıştı ve bu muhteşem eser yalnızca beş yıl sonra 27 Aralık 537 tarihinde
büyük bir törenle açıldı. Elbette
muhteşem mozaikleri ve ince işçiliği daha sonra tamamlanmıştır. 7.500 m2 taban alanına sahip, 31,8 metre
çapındaki oval kubbesi yerden tam 55,6 metre yükseklikte bazilika öyle
muhteşemdi ki, yıllarca görenin hayretlere düştüğü kubbeyi dört melaikenin
sırtladığına inandı insanlar. Gerçekten
de dört ana sütunda bugün bile orada duran altı kanatlı Serafim meleklerinin
sureti bakanları karşılar. Açılışında İmparator Justinianus “ey Süleyman seni geçtim” diyerek bugün
Kudüs’te yalnız duvarı kalmış (Ağlama Duvarı) Süleyman tapınağından daha
görkemli bir eseri açtığını söyler.
Yıllar yılı kendisinden sonra tüm ibadethaneler ve mimari yapılar için
örnek ve referans olan Ayasofya bu özelliğini 1000 yıl kadar korumuştur. Ayasofya’dan esinlenen Mimar Sinan
Süleymaniye ile meydan okumuş, Edirne’deki Selimiye Camii ile özellikle kubbe
mimarisinde Ayasofya’ya denk bir şaheser ortaya koymuştur.
Böyle dev bir eserin bakımı ve korunması, zamana direnmesi ve ihtişamından ödün vermemesi pek çok çaba ve üstlenilen yüksek maliyetler sonucu olmuştur. Çağının çok çok ötesinde bir mimari ve mühendislik eseri olan Ayasofya en fazla depremlerle sarsılmıştır. İlk olarak 558 depreminde kubbe büyük ölçüde yıkılmış ve Isidoros’un aynı adı taşıyan mimar yeğeni tarafından yeniden biçimlendirilmiştir. 859 yılında yangın, 869 ve 989 yıllarında büyük depremlerle neredeyse kullanılamayacak hale gelse de Ayasofya en karanlık dönemini 4.Haçlı Seferi esnasında yaşamış ve kilise 1204-1261 yılları arasında 57 yıl Latin istilasının hedefi olmuştur. Yapı ciddi anlamda zarar görmüş, pek çok noktası tahrip edilmiş, pek çok kıymetli eser Batı Avrupa’ya kaçırılmıştır. 1261 yılında Bizanslılar başkentlerini geri aldıklarında Ayasofya yeniden onarılmaya başlanır. 1317’de yapının doğu ve kuzey tarafına destek payandaları eklenir. 1346 yılında meydana gelen bir dizi depremde yine kubbede yarılmalar oluşur ve kapsamlı bir tamirat geçirir Ayasofya.
Değişen dünyaya ayak uyduramayan ve Osmanlılar tarafından çevrelenen Bizans, uzun bir kuşatma ertesinde Sultan II.Mehmet tarafından fethedildi. Aslında Bizans siyasi bağımsızlığını ve Ortodoks aleminin merkezi olma hüviyetini daha önce yitirmiştir. Tek başlarına ayakta kalamayacaklarını hesaplayan İmparator Ioannes VIII. Palaiologos 1439’de Ferrara-Floransa konsilinde Latin Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini kabul etmişti. İmparator 1448’de ölünce yerine XI. Konstantinos geçti. Alınan karara rağmen kiliselerin birleşmesine muhalif olanlar giderek güçleniyordu, yeni imparator da Ortodoks mezhebinin kaderini Vatikan’a bırakmaya niyetli değildi ama Bizans destek almadan ayakta kalamazdı. İdarenin omurgası, deneyimli devlet adamı Mesazon (Baş Nazır) Loukas Notaras ile de pek anlaşamayan Konstantinos’un bazı uygulamaları Papalık makamını öyle tahrik etti ki, Vatikan Yunan asıllı bir kardinali şehre gönderdi. Silahlı muhafız birliği eşliğinde kente giren kardinal ile birlikte ayrılıkçı hareketler bastırıldı, Ortodoks mezhebinin bağımsızlığını savunan ayrılıkçıların lideri keşiş Gennadios ev hapsine alındı. İmparator istemeye istemeye kiliselerin birliğini 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da ilan etti. Ortodoks patrikhanesinin merkezi Ayasofya’da Bizans’a boyun eğdiren Yunan asıllı Katolik kardinalin ismi de Ayasofya’nın ulu mimarıyla aynıydı: Isidoros! Kaderin garip bir cilvesi.
1451’de Osmanlı tahtına ikinci kez çıkan genç hünkar II. Mehmet başlangıçta mutedil bir politika izledi. Venedik’le barış yenilendi, Macarlarla üç yıllık bir ateşkes imzalandı, Bizans elçileri dostane bir tavırla kabul edildi ve iyi ağırlandı. Bizans’la iyi geçinme ve denge politikalarından yana olan tecrübeli sadrazam Çandarlı Halil Paşa başta endişe duyduğu genç padişahtan memnundu. 1452’de II.Mehmet hayalini gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Kağıt üzerinde Bizans toprağı sayılan İstanbul’un Avrupa yakasında Boğazkesen’i (Rumelihisarı) askere aldığı inşaat işçilerine beş ayda inşa ettirdi. Konstantinopolis’in denizden kuşatıldığına dair şüphe kalmamıştı. 25 Kasım 1452’de Karadeniz’den gelen bir Venedik gemisi top atışıyla batırıldı. Dahası esir alınan mürettebat idam edildi, geminin kaptanı ise kazığa oturtuldu. Mutedil genç padişah, FATİH olacağına dair çok sert bir mesaj göndermişti. İmparator Konstantinos hisar inşa edilirken şehrin erzak stoklarını azami seviyeye çıkardı, güçlü kuvvetli keşişler dahil mümkün olan en geniş savunma kuvvetini oluşturmaya çalışsa da 8.000 asker toplayabildi. 1453’te takriben yerli nüfusu 50 bin olan kentteki yabancılardan da 2.000 kadar kişi askere alındı. 29 Ocak 1453’te Cenovalı bir condottiore (paralı asker komutanı) Giovanni Giustiniai Longo 700 tecrübeli askerle şehre geldi ve Romanos kapısının (Topkapı) müdaafası onun birliğine verildi. Temin edilebilecek imkanlar bu kadardı ve her zamanki gibi surlar Konstantinopolis’in nihai güvencesiydi.
FETİH SONRASI
Az farkla bittiği varsayılabilecek askeri mücadeleyi daha dirayetli, inatçı ve inançlı olan taraf kazanınca 29 Mayıs 1453’te Konstantinopolis düştü, şehir Fatih’ini yorgun ve bitik şekilde karşıladı. İki gün süren yağmanın ardından Sultan II.Mehmet düzeni sağladı ve şükür namazı kıldığı Ayasofya’nın artık cami olduğunu ilan etti. Şehirdeki insanların can ve mal güvenliğinin mesuliyetini üstlendiğini duyurarak başıbozuk hareketlere müsamaha göstermeyeceğini de belli etti. Sanılanın aksine, bu fetihle İstanbul hemen başkent ilan edilmemiştir. Açıkçası Fatih fethettiği kentle ilgili net bir kararı olduğuna dair herhangi bir işaret vermemişti. Hatta Çandarlı Halil Paşa önderliğinde bir grubun şehre Osmanlı valisi sıfatıyla Mega Dük Loukas Notaras’ın atanması ve Konstantinopolis’e iç işlerinde bir tür özerklik verilmesini önerdiği de bilinir. Bu fikirlerin devlet kademesindeki diğer cenahta yarattığı rahatsızlık vali adayı Notaras’ın idamıyla sonuçlanmıştır. Bu iki kanat kuşatma esnasında da birbirine zıt fikirler ileri sürmüştü. Dahası Notaras, kuşatma boyunca sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile haberleştiğini söyleyince Paşa da görevinden alınmış, sonra o da idam edilmiştir. Çandarlı Halil Paşa’nın yerine, Rum kökenli Zağanos Paşa getirilmesinin devlet kademesinde devşirme kulların ağırlıkta olduğu dönemin başladığına işaret ettiğini söylemek yanlış olmaz. Fatih Sultan Mehmet Han gayrimüslim tebanın beklentisine uygun olarak öncelikle keşiş Gennadios’u patrik ilan etmiş ve kentin ikinci büyük mabedi olan Havariyun kilisesini yeni patrikhane olarak belirlemiştir. Şehrin harap durumunu görünce yapılacak çok iş olduğunu anlamış ve güvenlik amaçlı yıkılan surların onarımına, kamu düzeninin sağlanmasına ve temel ihtiyaçların karşılanmasına öncelik vermiştir ancak bilinenin aksine İstanbul’da kalmamış başkent Edirne’ye dönmüştür.
Fatih Sultan Mehmet 1455 sonbaharında İstanbul’a gelerek imar ve iskan çalışmalarının nasıl gittiğini bizzat incelemek istedi. Bedesten ve kervansaray yapılmasını, ticaret merkezi olan Makros Embolos’un (Uzun Çarşı) yenilenmesini emretmiştir. Latin istilasında hasar gören ve iki yüz yıldır ihmal edilen kentin su dağıtım sistemini onarmaya da girişmiştir ki, bu çok maliyetli bir projeydi. 1458 yılı ise Konstantiniyye için dönüm noktasıdır. Patrikhane olan Havariyun kilisesi çevresinde yaşayan müslüman yerleşimcilerin şikayeti artınca, Fatih Sultan Mehmet aklındaki planı uygulamaya koyar. Nekropol bölümünde eski Bizans imparatorlarının da gömülü olduğu Havariyun kilisesini yıktırır ve yerine kendi adını taşıyacak Fatih Camiinin projesine hız verir. Patrikhaneye de Haliç sırtlarında yeni bir yer gösterir. Aynı dönemde Topkapı Sarayı (Saray-ı Cedid) için de yer seçilmiştir. Sultan, devraldığı imparatorluğun Büyük Sarayının olduğu yeri değil, Bizans öncesi kentin Akropolis’ini seçer. Düşünecek olursak yarımadanın ucundaydı, savunması kolaydı, Haliç’e ve Boğaziçi’ne hakimdi, manzarası ömre bedeldi. Şahane bir seçim olduğunu biz de takdir etmiş olalım. Sultan Mehmet Han 1458/1459 kışının tamamını İstanbul’da geçirdi ve kentte ilk kez bu kadar uzun kalıyordu. Kentteki inşaat ve yerleşim faaliyetlerine bizzat nezaret etti. Mahmut Paşa, Hoca Paşa, İshak Paşa, Atik Ali Paşa Fatih’in imardan mesul vezirleriydi. Vazifeleri yeni yerleşimcilerle kenti şenlendirmek ve mamur etmekti. İstanbul müdavimleri kentimizde halen bu isimlerde semtler olduğu detayını gözden kaçırmayacaklardır. Fatih Sultan Mehmet Han artık İstanbul’u başkent yapmaya karar vermişti ve yeni kent onun emperyal vizyonunun bir nişanesi olacaktı.
Bu
seçimin tarihi ve sembolik bir anlamı daha vardı. İlk kez antik bir başkent bir islam
devletinin merkezi oluyordu. Daha önceki yıllarda başka islam uygarlıkları
tarafından fethedilen Şam, İskenderiye ya da Kartaca bu payeyi almamıştı. Genç
sultanı cezbedenin ne olduğunu bizzat kendi seçimlerinden anlayabiliriz.
Örneğin 1478’de Topkapı Sarayının Bab-ı Hümayun kapısındaki kitabede şu
ifadeler yazılıydı: “bu mübarek kale… iki karanın sultanı ve iki
denizin hakanı, insanlar ve cinler üzerinde Allah’ın gölgesi, Doğuda ve Batıda
Allah’ın yardımına kavuşan, su ve karanın kahramanı, Konstantiniyye kalesi
fatihi Ebu’l-Feth (Fethin Babası)… … Sultan Mehmed Han’ın emriyle inşa
edilmiştir”
Bu
tanımlama Osmanlı geleneğinin epey dışındaydı, muhtemelen babası Sultan II.
Murat’ın aklına bile gelmezdi. Gazi devlet anlayışının mütevazı sultanları
değil de, Doğu Roma’nın ya da Son Roma’nın müslüman imparatoru, Kayser-i Rum
cümleleriydi bunlar. Genç sultan artık büyük bir hükümdar hatta gazabından
çekinilen bir otokrata dönüşmüştü. Hakkını
teslim etmek gerekir ki, 1460 Mora ve 1461 Trabzon fetihleriyle Bizans tahtı ya
da mirası üzerinde hak iddia edebilecek hiçbir güç de kalmamıştı.
Sultan II.Mehmet fethettiği ve şehir devletine dönüşmüş harabeyi değil AYASOFYA’nın yorgun ihtişamında gördüğü büyük imparatorluk mirasını istiyordu. Öyle ki yeni sarayının ikinci avlusuna Havariyun kilisesinden ve Pantokrator manastırından getirdiği mermer lahitleri, asıl yeri Ayasofya’nın hemen yanı olan İmparator Justiniaus’un at üstündeki heykelini ve daha pek çok erken dönem Bizans eserini yerleştirmişti. Bu tercih hem zaferinin tadını çıkarmak hem de hayranlık duyduğu büyük bir uygarlığın izini sürmek olarak algılanabilir. Sultan Mehmet aynı zamanda rölik (relic) koleksiyoneridir. Hz.İsa, Hz.Meryem ve havarilere ait eşya ve objeleri özenle biriktirir ve saklar. 1479/1480’de İstanbul’da bulunan ressam Gentile Bellini’ye bir Meryem Ana & Çocuk İsa resmi de ısmarlamıştır. İlyada, Anabasis, Historia, Geographia (Ptolemaios atlası) gibi eserleri okumuş, kendi diline çevirtmiş ve bu alanda yetkin Bizanslı ilim adamlarını yanından ayırmamıştır. Kısacası burada tasvir edilen padişah 21. Yüzyıl Türkiye’sindeki siyasal islamcılarla anlaşabilecek bir profil değildir. Bizdeki çakma muhafazakarlar ile Fatih Sultan Mehmet’in aynı dinin mensupları olmak harici ortak noktaları olduğunu sanmıyorum. Bugün vasatlık deryasında çırpınan din bezirganları, Sultan Mehmet’in manevi mirasına sahip çıkacak son kitle bile olamaz. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet Han yazımızın ana konusu olan AYASOFYA’yı da özenle korumuştur ancak vakfiye meselesinde atlanan bir konuyu da ekleyelim. Fatih Camii inşaatına 1463 yılında başlandığında, yeni külliyenin ihtiyaçlarına binaen Ayasofya’ya vakfedilen tüm mal ve mülk Fatih Camii’ne devredilmiştir. Başka bir deyişle Ayasofya iktisadi ayrıcalığını kaybetmiş, vakıf kökenli gelirlerini yitirmiş ve iki numaraya düşmüştür. Yeni caminin taç kitabesi üzerinde yazılı olanlar Fatih Sultan Mehmet’in kendi adını taşıyan bu yeni esere atfettiği önemi gösterir olsa gerek:
“İlk günden Allah korkusu üzerine inşa edilen
ve bütün iyilikleri üzerinde toplayan bu mescidin tamamlanmasına, yeryüzünü
ilim ve irfanla dolduran bir emirle, Allah’ın Osmanoğullarından seçtiği ve
mülkten hayır olanı açığa çıkartmak niyetiyle bu beldeyi kılıcıyla fetheden
Yüce Hakan ve Büyük Sultan FATİH tarafından muvaffak olunmuştur… … büyük çabalara rağmen sultanlar ve emirlerden
çoğuna ve halifelerden bir kısmına buranın fethi müyesser olmadı”
“İlk günden Allah korkusu üzerine inşa edilmek” Ayasofya’da doğal olarak bulunamayacak olan kusursuz İslam mabedi kimliğine, “başkalarına müyesser olmadı” vurgusu ise başarılan işin büyüklüğüne işaret etmiyor mu?
15. YÜZYILDAN SONRA
Fatih Sultan Mehmet Han’ın vefatından sonra oğlu II.Bayezid hükümdar oldu. Babası gibi büyük bir hakan olmayan ama babasından daha gelenekçi ve dindar olan yeni padişah önce saray avlusundaki heykelleri kaldırtmış, rölik koleksiyonunu dağıtmış, babasının muhafaza ettiği Hipodrom meydanındaki bazı Roma sütunlarını yıktırmıştır. Ayasofya ise aynen muhafaza edilmeye devam edilmiştir. Bilhassa Kadir gecelerinde sultanların mutlaka Ayasofya’da namaz kılması geleneği başlamıştır. 1509 depremi (kıyamet-ı suğra) Fatih döneminde eklenen minareyi yıksa da, Ayasofya’da çok büyük hasar yaratmaz. Kanuni Sultan Süleyman döneminde tarih sahnesine çıkan büyük deha, cennet mekan Mimar SİNAN Ayasofya’nın bugünlere ulaşmasında önemli rol üstlenmiş ve yapıya eklettiği yeni payandalar hayranlık duyduğu Ayasofya’yı ayakta tutmuştur. Batı tarafına iki minare daha ekleyerek bugünkü dört minareli Ayasofya silueti Sinan ile ortaya çıkar. III.Murat camiye biri müezzin mahfili olmak üzere dört mahfil yaptırmıştır. Uzaktan bakıldığında minareleri olan bazilikayı andıran Ayasofya’nın büyük bir külliye haline gelmesi ise Sultan I.Mahmut dönemiyle başlar. Bugün de ayakta olan avludaki de şadırvan I.Mahmut dönemi eseridir. Sıbyan mektebi, imarethane ve 4.000 civarı kitabı bizzat bağışlayarak ihya ettiği kütüphaneyi de o ekler. Ufak tefek onarımlar görerek 19. Yüzyıla ulaşan Ayasofya’ya en büyük dokunuş ise Sultan Abdülmecid dönemindedir. İtalyan asıllı İsviçreli Fossati kardeşlere çok kapsamlı bir restorasyon projesi ihale edilir. Gaspare ve Guiseppe Fossati kardeşler 800 işçiyle giriştikleri ve tam 11 sene süren restorasyonda Ayasofya adeta yeniden hayat bulur. Fresk, rölyef, ikona, mozaik ne varsa elden geçirilir. Bazıları özenle gizlendikleri ince kireç sıvanın altında ilk kez keşfedilip gün ışığına çıkarılır. Serafim meleklerinin siluetleri özel çinko kapaklarla kapatılır. Kazasker Mustafa İzzet Efendi eseri 8 adet dev hat levha eklenir ve kubbeye Kur’an-ı Kerim’den Nûr suresi 35.ayet nakşedilir.
Binanın sağlamlaştırılması için tüm taşıyıcı unsurlar da elde geçirilir. Ayasofya’nın dış yüzeyi iklim şartlarına daha dayanıklı olması maksadıyla ilk kez boyanır. Yapının özellikleri ilk kez belgelendirilir ve sistematik bir düzenle arşivlenir. Bu kapsamlı onarımdan sonra 1894 depremi olmuş ve kısmen hasar gören Ayasofya bu kez İtalyan mimar D’Aronco tarafından tetkik edilmiş ve bazı endişeler ve tavsiyeler yine kayda geçmiştir.
İSTANBUL’UN İŞGALİ, KURTULUŞ ve CUMHURİYET DÖNEMİ
Osmanlı İmparatorluğunun bilhassa son 50 yılı büyük acılar, yıkımlar ve karmaşa içinde geçer. Mondros mütarekesi ve Sevr anlaşması ile imparatorluk fiilen son bulur ve 1453’te fethedilen kent yabancı ordular tarafından 1918 sonunda işgal edilir. Kentin caddelerinde İngiliz, Fransız askerleri dolaşmaktadır, tüm kilit noktalara işgal kuvvetleri yerleşmektedir. Kuklaya dönüşen hükümetin karşı duracak takati ve izzeti kalmamıştır. Ayasofya’nın kontrolünü almak isteyen yabancı güçlere, mabedi koruyan bir bölük Osmanlı askeri ve başlarındaki onurlu kumandan Ayasofya’nın teslim edilmeyeceğini ancak cebren hücum edildiği takdirde sütunlara sarılan dinamitlerin patlatılarak 1400 senelik yapının başlarına yıkılacağı söylenir. Gerçekten de namluları dışarıya çevrili iki mitralyöze ek olarak, içeride böyle bir tertibat vardır. Ayasofya’yı düşmana teslim etmektense, yok etmek evla görülmüştür.
Milli Mücadele başarıya ulaşınca nihayet İstanbul da 6 Ekim 1923’te düşman işgalinden kurtulur. Cumhuriyet hükümeti tüm yurtta olduğu gibi İstanbul’da hasar tespit çalışmalarından sonra neler yapılabileceğinin planlarına başlamıştır. Milli mücadelenin önderi, kurucu lider ve ilk cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal 1929 senesinde Ayasofya’yı ziyaret eder ve gördükleri karşısında pek müteessir olur.
Ayasofya’nın etrafında düzensiz metruk evler vardır. Avlu parsellenmiş ve açık hava kıraathanesi olarak kullanılmaktadır. Minarenin altında dükkanlar ve tezgahlar peydah olmuştur. Yapının dışında dökülmeler başlamış, kuş pislikleri senelerdir temizlenmemiş, etrafı ot bürümüştür. Temizlikten eser yoktur, mekan uhrevi azametinden tamamen uzaklaşmıştır. Bunun üzerine Ayasofya’nın nasıl ihya edileceğine dönük fikirler ortaya çıkar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen Ayasofya’nın sınırlı sayıda Bizans eserinin de sergileneceği bir müzeye ve kültür merkezine dönüşmesini önerir. Tüm uygunsuz yapılar ya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yıktırılacak ya da devlet tarafından istimlak edilecektir. Yapı tamamen temizlenecek ve çevre düzenlemesi ile meydanın öne çıkan eseri olarak konumlanacaktır. 1931 yılında Boston’daki Bizans Enstitüsünden Prof. Thomas Whittemore antik eser ve mozaiklerin tespit ve restorasyonu için İstanbul’a davet edilmiştir. Verilen izinler sonucu detaylı çalışmaların 1947’de tamamlandığını da hatırlatalım. Müze kararı Ayasofya’nın sürdürülebilir ve şanına yakışır halde tutulması, yeni bir işlev kazanması, Cumhuriyet’in yeni toplum ve kültür anlayışında bir kilometre taşı olması namına Bakanlar Kurulu tarafından alınmıştır. 24/11/1934 tarihli kararda onay mercii olan Atatürk’ün imzasının sahte olduğuna dair deli saçması iddialara gelince, 1 Şubat 1935’te müze olarak hizmete açılan Ayasofya Müzesini Atatürk 6 Şubat 1935’te gezdiğini bir gün sonra yayınlanan gazetelerden okuyabiliyoruz. Herhalde “yahu burası cami değil miydi, benden habersiz müzeye çevirmişsiniz” dememiştir? Kandırılmış makbul yönetici miti ya da “kendisi iyi ama çevresi kötü” lafları bugünlerin icadıdır, o dönemlerin değil!
Müzeye
çevirme kararının arkasında Bulgaristan’da düzenlenmiş Bizans Âsarı Kongresinde
Türk heyetinin söz vermesi, 1948’te Patrik seçilecek Athanegoras’ın 1932’de
Atatürk’le tanışarak onu ikna etmesi, ABD’den restorasyon bütçesinin hibe
edilmesine karşılık Washington’a taahhütte bulunulması gibi belgeye dayanmayan
ve ispatlanamayan iddialar ileri sürülmüştür.
Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi aslında ümmetten millete, saltanattan cumhuriyete uzanan yolda global bir “özgüven” gösterisi olarak da kabul edilebilir. Kılıç hakkı ve fetih sembolü olarak camiye dönüştürülen büyük kilisenin, 20.yüzyılda tartışmasız biçimde Türk toprağı olan İstanbul’da inançların kesişim noktası ve insanlığın ortak medeniyet eseri olarak sergilenmesi ve “kentlerin ecesi” İstanbul’u kaptıranlara “gelin, gönül rahatlığıyla gezin, ne kaybettiğinizi görün” mesajı gibidir. Kaldı ki Topkapı Sarayı, Mevlana türbe ve dergahı, Hacı Bektaş Veli türbesi de aynı dönemde benzer maksatlarla müzeye dönüştürülmüştür. Ortak özellikleri korunmaya muhtaç emsalsiz eserler olmalarıdır. Mutlaka iç kamuoyuna verilmek istenen mesajlar da vardır. Dine, hurafeye ve bir aileden gelen soya dayanmayan yepyeni bir yönetim biçiminin, bambaşka bir çağın başladığına dair işaretler olarak da okunabilir.
Derûnuna aşina olunması icap eden şehir ve Ayasofya
Bugün Ayasofya 1500 yıllık bir yapı olmakla birlikte, içine girdiğinizde zaman yolculuğu başlar ve hatta milattan önceki çağlara kadar varabilirsiniz. Ayasofya yapı malzemeleri Hıristyanlık öncesi Apollon, Artemis, Zeus pagan tapınaklarından gelmiştir. M.Ö 2.yüzyıldan kalma çift kanatlı ve bronz kaplı bir kapı Tarsus’taki bir tapınaktan sökülüp getirilmiştir. Helenistik dönemden yekpare küpler M.Ö 4. Yüzyıla tarihlenir, Bergama’dan getirilmiştir. Mermer sütunların kimi Efes’ten, kimi Lübnan Baalbek’ten getirilmiştir. Yerebatan sarnıcına eklenen meşhur Medusa sütunları gibi düşünebiliriz. Osmanlı döneminde de eşyalar eklenmiştir. Örneğin iki dev şamdan Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki Budin seferinde katedralden alınıp getirilmiştir.
Ayasofya
aynı zamanda Forum meydanının da adıdır ama meydandaki Büyük Saray, Senato
binası ve Hipodrom’dan eser kalmamış yalnızca Ayasofya bugüne gelmiştir. Dünyanın özelliklerini büyük ölçüde muhafaza
ederek ayakta kalan en eski simge binasıdır adeta tılsımlı yapısıdır Ayasofya. Elbette
İstanbul’da daha eskiye tarihlenen Bozdoğan su kemeri gibi Bizans eserleri
hatta daha eski kilise dahi vardır. Stoudios Manastırı (İmrahor İlyas Bey
camii) ve Sünbüli dergahı.. 461 yılında inşa edilmiştir, pek az kısmı günümüze
ulaşmış zemin mozaikleri ile ayrışır ancak ne yazık ki kullanılamayacak halde
harap olmuştur.
Ayasofya’nın
komşusu Aya İrini akla gelecektir ama Aya İrini hiçbir zaman camiye dönüşmemiş
Bizans kilisesidir. Topkapı Sarayı birinci avluda kaldığı için güvenlik nedeniyle
kapalı tutulmuş ve cemaat ile buluşup kalabalıklara ev sahipliği yapması
istenmemiştir. İçine asla dokunulmamış olup Osmanlı’nın ilk müzesi olmuştur. Tanzimat
sonrası ilk kez Fethi Ahmet Paşa döneminde askeri müze ve âsar-ı atika müzesi
olarak kullanılmıştır.
İstanbul’da bugün 85 Rum Ortodoks kilisesi vardır bunlardan yalnız biri Bizans döneminden bugüne kalmış ve halen az da olsa cemaati olan gayrimüslim ibadethanedir. Balat’taki Moğolların Meryemi kilisesi! Tüm kubbeli kiliseler camiye tahvil edilmişken Fatih Sultan Mehmet’in fermanı ile muhafaza altına alınmıştır çünkü Fatih Camii’nin mimarı olan Atik Sinan’ın annesi Bayan Christodoulos’a bağışlanmıştır. Bugün İstanbul’da Bizans döneminden kalan ama sonradan camiye dönüştürülmüş 16 kilise ayakta duruyor, iç yapı unsurlarının da olabildiğince korunduğu söylenebilir.
Mimar Atik Sinan’dan bahsetmişken kendisi Atik ön adı taşıyan herkes gibi köle iken hürriyetini kazanıp müslüman olan Rum asıllı biridir. Hünkarın büyük önem atfettiği Fatih Camii inşasını 1463-1470 yılları arasında yönetmiştir. İnşaatın bitmesine çok az süre kala Atik Sinan hapse atılır. Bir rivayete göre bitmekte olan caminin asla Ayasofya ile yarışamayacağını gören Sultan öfkelenmiş ve onu hapsetmiştir. İkinci rivayete göre Anadolu vilayetlerine İstanbul’un imarı için ağır vergiler salınmışken, kent dışından getirilen ustalara angarya yüklenirken harcanan her kuruşun hesabı sorulmuş, tahsisattan artan her kuruşun Hazineye devri talep edilmiştir. Atik Sinan’ın elleri kesildiğine göre kendisine emanet edilen paranın hesabını verememekle suçlanmış olabilir. Mimar Atik Sinan 1471’de hapiste ölmüş daha doğrusu öldürülmüştür. Evliya Çelebi risalelerinde Atik Sinan’ın Sultanı kadıya şikayet ettiği ve mahkemenin mimarı haklı bulduğu yazılıdır. Evliya Çelebi’nin Ayasofya ile diğer bağlantısı nedir, kendisi Ayasofya’nın türbedarıdır. Mimarının hazin sonuna sebep olan Fatih Camii 1766 depreminde yerle bir olur. Sultan III. Ahmet bugünkü haliyle yeniden yaptırır.
Ayasofya Bizans imparatorlarının taç giydiği ve Patrik tarafından kutsandığı mekandı. Osmanlı padişahlarında ise kılıç kuşanma geleneği vardır, bunun için aynı mekan kullanılmamıştır ama Ayasofya her zaman özel ritüelleri olan protokol camii, (ceremonial) amaçlara korunan mekan vasfını sürdürmüştür. Örnek vermek gerekirse, Ayasofya’nın üç imam kadrosu vardır ve İstanbul camileri arasındaki imam hiyerarşisinde her zaman 1 numara olmuşlardır. Ayasofya imamı olmak ayrıcalıktır, pek çok üstün özelliği aynı anda barındırmak gerekir. Ayasofya’nın bir Kürsü Şeyhi vardır, başka camilerde bulunmaz. Saray yönetiminin adamı, siyasi meselelerde kitleleri sürükleyen isim olarak konumlanan Kürsü Şeyhi, Bizans döneminde Ayasofya’da mukim Megas Rhetor (Büyük Hatip) geleneğinin devamını andırır. Bugün tüyleri kıbleye doğru buharla yatırılan makina halısı ile gündeme gelen Ayasofya’nın asıl geleneği bambaşkadır. Zemine serilen hasır Manyas’tan gelirdi, neme dayanıklı doğal bir malzemedir. Halılar Uşak’tan gelirdi ve daima Ayasofya’nın renk paletine uygun estetik kreasyonlar tercih edilirdi. Elbette bu incelikler kültür ve vukufiyet gerektirir, şimdiki kadrolarda pek bulunmayacak bir derinliktir.
Tam yeri gelmişken, 2006-2012 yılları arasında müze başkanlığını yaptığı Ayasofya’yı son dönemde en iyi anlayan, anlatan ve entelektüel derinliği ile dönemin bürokratlardan net olarak ayrılan Kültür Bakanı yardımcısı, tarihçi Prof.Dr. A.Haluk Dursun’u rahmetle analım. Kendisini “Ayasofya’nın bekçisi ve hadimi” olarak tanımlayan Haluk hoca’nın engin bilgisi ve estetik anlayışının eksikliğini maalesef en çok hissetmemiz gereken günlerdeyiz.
Ayasofya
geleneklerine dönersek, Padişah namaza geldiğinde onun ve maiyetinin yer aldığı
safın önüne kesme güller yerleştirilirdi. Bu kokulu yağ gülleri de Ayasofya’nın
bahçesinde özenle yetiştirilirdi. Minarelerinden
ezan okunan ve 1991’den beri namaz kılınan Ayasofya Hünkar kasrı Osmanlı
döneminde Topkapı sarayından çıkan padişahların Ayasofya’ya giriş kapısıydı
aynı zamanda… Padişah bir süre kasırda dinlenir, kendisine çiçek takdim edilir,
meyve ikram edilir ve Kasırdaki kapıdan cemaatin bulunduğu yere geçerdi.
Ayasofya şehrin çekim merkeziydi. En fazla bebek Ayasofya avlusuna bırakılır, en yoğun dilenci popülasyonu Ayasofya önünde olurdu. Ayasofya’nın kedileri de meşhurdur, muhtemelen ataları Paleologos sülalesi dönemini görmüş soylu kedilerdir. Bugün müdavim Gli’ye yerli ve milli isim arayan aklıevveller bilir mi, sanmam.
Bugün
Ayasofya’ya girerken sergilenen buluntular arasında üzerinde kuzu motifleri
olan taşlar vardır. Cumhuriyet döneminde
yapılan kazılarda ortaya çıkarılmış ve II.Ayasofya’nın temel kalıntılarından
kalmadır. Kuzular neyin nesi derseniz, İncil’deki anlatımıyla Hıristiyan
dualarında sıkça yer alan Agnus Dei (Tanrının kuzusu) figürüdür.
Ayasofya’da pek çok paha biçilmez mozaik var ama iki tanesinden bahsedelim. İmparator Kapısı girişinde bulunan LEON mozaiğinde İmparator 6.Leon Hz. İsa’dan af dilerken tasvir edilir. Bu mozaikte Hz. İsa’nın elindeki metinde şu yazar: “Ben dünyanın nuruyum, barış sizinle olsun” Ayasofya’nın kubbesine nakşedilen Nûr suresinin 35.ayetinin meali neydi? “Allah göklerin ve yerin nurudur….” Bu mozaiğe bir cevap mıdır yoksa inanç sistemleri arasındaki benzerliğe saygı mıdır, bilinmez ama Ayasofya böyle inceliklerin mabedidir. Keşke bugün Nûr suresinde anlatılan zeytin ağacı Ayasofya bahçesine dikilse, biliyorum Hilafet hevesleri coşan yeşil sarıklı amcalar sabahtan Sultanahmet meydanını doldurmuşken 2020 kadrolarından beklenmeyecek bir incelik..
Diğer mozaik ise güney holünde yer alan SUNU mozaiği.. Bu tasvirde Meryem Ana değerli taşlarla süslü bir tahtta oturmaktadır, kucağında çocuk İsa görülür. Tahtın sağında İstanbul’un kurucusu İmparator Konstantinos, Konstantinopolis’i; solda ise Ayasofya’nın kurucusu İmparator Justinianus, Ayasofya Katedrali’ni Hz Meryem’e sunarken görülüyor. Burada başarılar ilahi kimliklere adanmıştır, anlamı “şehir de, halk da inanç da senindir; her şey senin uğruna”dır. Hz. Meryem’in üstünde ise hiçbir zaman giymediği 10.yüzyıl motifleri taşıyan Roma elbisesi vardır.
Osmanlı Devleti döneminde yapılan tek mozaik süsleme, Ayasofya’daki en kapsamlı ve modern restorasyonu yaptıran Sultan Abdülmecid’in tuğrasıdır. Dış narteks ana giriş kapısında yer alan oval biçimdeki tuğra mozaiği, yere dökülen orijinal altın mozaik parçalarından yapılmıştır. Aslında Ayasofya’nın hayranı olan Sultan Abdülmecid kendi tasvirinin yapılmasını ister. Fakat dönemin din adamları böylesi bir ibadethanede bunun uygun olmayacağını söyleyince o da tuğrasının yaptırılmasını ister.
Kıtaların birleştiği, medeniyetlerin kesiştiği İstanbul’da yok olan ya da henüz gün ışığına çıkarılamamış Bizans eserlerinden bahsederken, daha sonraki Osmanlı döneminden de çok kaybımız olduğunun altını çizmeliyiz. Aslında bu şehrin topografyası tamamen değişmiştir. Deniz surlarının bugün kıyıya mesafesine bakılarak anlaşılacak biçimde önü doldurulmuştur. Pek çok yerde kot farkı oluşmuştur. Nüfus yoğunluğu, bilinçsiz kentleşme, yol yapmak / bulvar açmak gibi gerekçelerle yapılan kıyımlar şehri örselemiştir. Tarihi eserlerini ve onun altındaki izleri bir türlü gözler önüne seremez İstanbul… Mesela Tophane diye bir meydanı vardı İstanbul’un. Bugün de ayakta olan Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Tophane-i Amire, Nusretiye Camii, Tophane Meydan Çeşmesi, Tophane Kasrı beşgeninde enfes bir meydan olabilecekken bugün keşmekeş halindedir, aktif şantiyelere ev sahipliği yapmaktadır.
AKP ve Ayasofya 2020
Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi Türkiye’deki muhafazakar kitlenin tepkisini çekmişti. Makaleler, şiirler, ateşli konuşmalarda belli bir ilgi grubuna yeniden cemaat ile buluşacağı o büyük günün hasreti anlatılmıştır. Ezanın aslına döndürülmesi konusunda hızlı ve cesur bir adım atan DP iktidarından başlayarak tüm sağ iktidarlardan, seçmenlerinin bir kısmı Ayasofya’nın Osmanlı dönemindeki vasfına kavuşturulmasını talep etmiştir. Bu konudaki tartışmalarda zaman zaman tansiyon yükselse de genelde bu yıla dek kitlesel nitelik kazanamamıştır. Yine de Ayasofya siyasal islamın romantik kızıl elmasıydı.
Ayasofya ile ilgili son hukuki karar 2018 yılında Anayasa mahkemesine aitti ve bir derneğin başvurusunu reddetti.
Peki defalarca Ayasofya konusundaki başvuruları reddedilmişken ve 2020 yılındaki son davada Danıştay savcısı 1934 tarihli Bakanlar kurulu kararının yasal, imzaların gerçek olduğunu ve konu hakkında karar merciinin yürütme erki yani Cumhurbaşkanlığı olduğunu söyleyip davanın reddedilmesi yönünde görüş bildirmişken Ayasofya kararı niye Danıştay eliyle alındı? Karardan sonra olup biteni izleyip gerekirse geri adım atabilmek ve bunu yargı erkine ihale etme şansı var ama esas konu Danıştay kararı, cumhuriyet döneminde çıkarılan kanunları ve alınan kararları “hukuki denetim” kisvesinde “siyaseten” tasfiye kapısını da açıyor.
Bir de Milli Egemenlik iddiası var. Yargı, egemenliği sınırlama, yürütmenin faaliyetlerini denetleme işlevini görebilir fakat egemenin yerine geçemez. Hele bugünkü iktidarın kendi döneminde yasalaşan konularda bile hukuku hiçe sayan iş ve eylemlerine uzaktan bakan yargı erkinin, fiilen yok olmuş ve hukuken tasfiye edilerek malı-mülkü millete devredilmiş Osmanlı ailesinin kararlarını hukuki gerekçeler yaratarak yeniden yürürlüğe sokma girişimindeki garabet komik tekerlemelere benziyor. Hukuk-guguk falan derken yıl olmuş 2020!
Fetheden egemen Sultan II.Mehmet şahsi iradesiyle ve kılıcının kudretiyle; düşman işgalinden memleketi kurtaran Mustafa Kemal Paşa hükümetinin kararı ve kurucu lider anlayışıyla bu egemenlik hakkını kullanmıştır. Biri koruyucusu kalmamış kiliseyi camiye çevirmiştir, öteki kaderine terk edilmiş camiyi müzeye.. Dilediği takdirde tek yetkili, süper etkili, sonsuz iktidarın sahibi R.Tayyip Erdoğan da dilediği dönüşümü yapabilirdi ama o manevra alanı bulmak için yargı kartını oynamayı seçti.
Atatürk’ün imzası ve 1934 kabinesi hedef alınmış olsa da, hukuki dayanak haline getirilen vakıf senedi, Fatih’in iradesini içeren belge olarak, hilafetin kaldırılmasına dair 1924 tarihli kanunu tartışılabilir hale getiriyor! Eğer Fatih Sultan Mehmet’in vakıf senedi üzerinden bir Cumhuriyet hükümetinin yürütme işlemi hukuken iptal edilebilirsa, önce o vakıfnamedeki “Osmanlı devleti yıkılınca…” ne olacağına dair hükme de bakmak gerekirdi. Büyük Fatih buyurmuş ki, “Osmanlı yıkılacak olursa Ayasofya vakfımın mütevellisi yeni kurulacak devletin başındaki kimsedir”. Yani Danıştay, 1934 tarihli bakanlar kurulu kararını Sultan’ın iradesine aykırı ilan etmekle aynı vakıfnamenin içindeki başka bir hükmü aynı iradeye aykırı biçimde yok sayıyor. Vakıfname geçersiz ise 1934 tarihli karara kulp takmak yargıya düşmez, yok geçerliyse mütevelli heyetinin fiili başkanı sayılacak Mustafa Kemal Atatürk’ün kararı ortadan kaldırılamaz. “Biz böyle takdir ettik, yaptık oldu” bir hukuk işlemi değil, bir egemenlik işlemidir. Ayasofya tamamen bir egemenlik alanıdır. Naçizane tahminim odur ki AKP’nin 2023 vizyonu Cumhuriyet ile son ve en büyük hesaplaşmanın olacağı tarihe işaret etmektedir, uygulama alanı kağıt üzerinde de kalsa laiklik ilkesinin anayasa metninden çıkarılması yeni bir kızıl elma olmasın mı?
2011 yılında Başbakan kararname ile Ermeni, Rum ve Musevi vakıfların mülk edinme yasağını kaldırırken, 1936 sonrası edindikleri ve el konmuş taşınmazlarının sahiplerine iadesi yolunu açtı. O zaman hukuki karara ihtiyaç duyulmamıştı. Kaldı ki siyasi etkisi ve iktisadi değeri açısından çok daha kritik bir karardı.
Erdoğan seçmenine AYASOFYA müjdesini verdiği 35 dakikalık konuşmasında 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını “tarihe ihanet” olarak nitelendirmiştir. Fatih’in Vakıfnamesi ile bedduasını bilhassa dile getirmiştir. Kabe ve Mescid-i Aksa vurgusu tamamen AKP seçmenine “ezilen müminlerin hiç bitmeyen mağduriyeti” üzerinden selam göndermektir. “Milletim değerlerine düşmanlık edenlerle bir daha sınanmasın” diyebilmiştir. Müzeye dönüşme kararını utanç olarak nitelemiştir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Türkün kapalı bahtı Ayasofya ile açılır” sözleri bakalım gerçek olacak mı? İkinci bir Fetih, basübadelmevt, prangalar, zincirler, tekbirler, secdeler ile din sömürüsünde süreli doz aşımını seçmiştir. Kısacası özenle hazırlanmış bu hitabında siyasi hamasetin dibine vurmuştur. TV dizilerinden tarih öğrenenlerin gözyaşlarına gark olduğuna eminim. Düne dek Atatürk’e laf edemeyenlerin yokluktan İsmet İnönü’ye sallama zarureti de artık bitmiş olabilir. Bugüne dek en çok “iki ayyaş” diye yaklaşılan eleştiri sınırı artık çok daha ileri gidecektir. “Vakıf dokunanı yakar, çiğneyen lanete uğrar” çığlıkları ile artık hedef net biçimde irade sahibi Mustafa Kemal’dir. Sormak lazım, vakıfnameye sadık kalan Osmanlı’nın Dersaadeti 4 yıl 10 ay düşman işgali altında kaldı. Anadolu ve Trakya paramparça edildi! Daha büyük zillet, daha kallavi lanet var mıdır? Bu milleti o zilletten kimler kurtarmıştır? Bugün AKP mescidi gibi protokol namazıyla açılan Ayasofya’nın bulunduğu İstanbul’u düşmandan kim kurtarmıştır?
Erdoğan’ın anketlerde sürekli kan kaybeden partisinin geleceğine ve kendisinden uzaklaşma ihtimali olan ultra islamcı kitlelere göre pozisyon aldığı hatta siyaseten çaresiz olduğu iddia edilmektedir. Daha geçen yıl söyledikleri hatırlanınca bu iddialar yabana atılamaz. İlk kez 16 Mart 2019’daki Tekirdağ mitinginde bir vatandaşın Ayasofya’nın cami yapılması çağrısına Erdoğan, “Büyük Çamlıca Cami’ni yaptık. 4 tane 5 tane Ayasofya eder, o kadar büyük. Anadolu yakasında, tüm İstanbul ve Türkiye’de en büyük camii. Mesele o değil, bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, Ayasofya’yı dolduralım… Bu oyunlara gelmeyelim, bunların hepsi tezgah. Biz ne zaman neyin nasıl yapılacağını çok iyi biliyoruz. Bu namussuzlar böyle dedi diye biz adım atmayız” demişti. Üç gün sonra katıldığı TV programında ise 60 bin kişi alan Büyük Çamlıca camii ile övündükten ve Selâtin camiler konusundaki bilgisizliğini sergiledikten sonra “Ayasofya’nın ibadete açılmasının bir faturası var, onun faturası bizim için çok daha ağırdır” dedikten sonra başka ülkelerdeki islam eserlerin ve camilerin başına neler gelebileceğini anlatmıştır. Sonraki cümle ise şahane “Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar İSTİKAMETİMİ kaybetmedim”
Ne oldu ki pusula şaştı, rotadan kopuldu, istikamet değişti, onu yakında öğreniriz.
Çaresiz muhalefete gelince en sık duyduklarımız “Kutuplaşma fırsatı vermeyelim” ve “oyuna gelmeyeceğiz”. Muhalefetin en büyük parçası CHP’nin siyasi bir kutup oluşturma kapasitesi olmadığı gibi, muhalefetin tamamı “oyuna gelmeyelim” derken aslında Erdoğan’ın kurduğu oyunun parçaları olmaktadır. Bilhassa “bu iktidarın Milli Egemenlik hususunda Cumhuriyetin kurucu kadrolarına laf söyleme hakkı yoktur, onlara öğretebileceği bir şey de asla olamaz” diyememişlerdir. Asla belirleyemedikleri gündemde rolleri belirlenmiş figüran gibi davranmaları da Erdoğan’ın yurt içinde canı ne isterse yapabilecek kadar sınırsız güce sahip olduğunu gösterir bir vaziyettir. Türk tipi başkanlık sisteminde Erdoğan’ın karşısında denge & denetleme mekanizması olacak kim kalmıştır? Hiç kimse!! Bugün de alana kurduracağı dev ekranda şovunu yapacak, belki minberdeki siyasi hitabıyla duygusallaşan seçmeninin gönül telini titretmekten geri durmayacaktır.
Bitmeyen fetih, sürekli fetih, döne döne benzer cümlelerle aynı bayat hamasetin bir sebebi var. İstanbul’un fethedildiğine inanamışlar sanki, kendi vatanında fethe çıkan şaşkınların vatan bilinci de tartışılır ya… Türkiye’de siyasi hevesi olanların tamamı Erdoğan’a göre kendini hizaya çektiğine göre, bu hamasetin siyasi faydaya tahvil edilmesi ancak dış düşmanla mümkün olabilir. Zırvalamaya meyyal Yunanistan dahil hiçbir ülke Türkiye’deki bir müzenin ya da caminin kullanımına karışamayacağına göre, yeni şeytan belki UNESCO olur. Türkiye, UNESCO tarafından 1972 yılında kabul edilen Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunması Hakkında Sözleşmesi’ni (Convention Concerning the Protection of the World Cultural and Natural Heritage) 1983 yılında imzalamıştır. Tarihi yarımadada yer alan Ayasofya eğer “Dünya Mirası Listesi” dışında bırakılırsa bu durum hükümete aradığı dış mevziyi kazandırır. Dilerim UNESCO böyle bir hata yapmaz, ha yapsa bile özgünlüğü doğru muhafaza edildiği sürece AYASOFYA –eller ne derse desin– emsalsiz bir kültür mirasıdır. https://whc.unesco.org/en/statesparties/tr
Peki Ayasofya ne olsun? Evvela Ayasofya’nın üç yıldan kısa olmamak kaydıyla kapatılması, içerideki iskelenin tamamen kaldırılması maksadıyla tüm restorasyonların bihakkın tamamlanması ve yorgun Ayasofya’nın başta deprem olarak tüm risklere karşı güçlendirilmesi gerekir. Ayasofya 1934 yılındaki iradeye uygun olarak müze olarak kalmalıdır ama ziyaretçi sayısı da sınırlandırılmalıdır. En pik günlerde 15.000 kişinin girip çıkması yapı için risktir. Atatürk tarafından tapusu CAMİ olarak çıkarılsa da Ayasofya bu yorgun haliyle bugün cami olarak kullanılmamalıdır. Bölgede müminler için ibadethane eksiği olmadığı da aşikardır. Cami olarak kullanıldığı takdirde zarar görmesi engellenemeyecektir. Altında galeriler ve sarnıç olan, yer yer çatlamış mermer zemin ve mozaikler korunamaz. Ayrıca bugünkü durumu göz önüne alındığında bir ısıtma, aydınlatma ve ses sistemi eklenecektir. Bunların da olumsuz etkileri düşünüldüğünde müze olarak korunmayan tarihi camilerin günlük kullanımdan ötürü yıpranması kaçınılmazdır. İznik ve Trabzon Ayasofyalarının hazin hali ise maalesef “sui misal” olarak önümüzdedir.
Bu çok uzun yazının son sözünü Fatih’in Patrik ilan ettiği ve eski günlerin hasretiyle konuşan keşiş Gennadios’a bırakalım.
“Ah kentlerimizin en iyisi, sevgili çocukların, bizler senin kaybınla nasıl yaşarız ve sen bizsiz olmaya nasıl dayanırsın? Daha da beteri, insanlar sana erişemezken, biz yaşamaya nasıl tahammül edebiliriz? Görünüşte hâlâ burada durmakla birlikte, aslında sonsuza dek yok oldun”
Gennadios’un özlediği içi boşalmış, fikren tükenmiş Bizans idi. Bizans tarihe gömülen bir seraptır. Bugün neo-emperyal hayallerin peşine düşüp diriltmeye uğraşanlar olsa bile Osmanlı da artık o serabın parçasıdır. Bize kalan İstanbul şehri olup, 40 yaş üzerinde olanlar için bile çocukluklarındaki İstanbul yok olmaktadır. Zamana bağlı doğal dönüşüm değil giderek hızlanan bir yozlaşmanın eseridir bu kayboluş. Etleri dökülen, kemikleri görünen bir cesedi andırmakta İstanbul… Hadi Ayasofya’yı da gözden çıkardık diyelim, madem egemenler öyle irade buyurmuş, eh varsın cami de oluversin ama İstanbul’un değeri ve derinliği çok geniş ve korumacı perspektifte ele alınmalıydı! Hele ki ince zevkleri olan, kültür ve sanat tarihiyle ilgilenen insanlar için bu kentte dolaşmak yürekleri tüketen bir azaba dönüşmüştür.
Keşke bu kadim şehri hakkıyla muhafaza edebilseydik, keşke bu şehri kan dökerek fethedenlere, canı pahasına koruyanlara, işgal ve istiladan kurtaranlara layık olabilseydik, keşke İstanbul’a ihanet ettiklerini söyleyenlerin biraz utanması olsaydı, keşke din üzerine siyaset yapılmasa ve memleketin geleceğine dair hiçbir sözü olmayan bu kof siyasetin peşine yüzbinler takılmasaydı…