Amiral

Yazın beyaz, kışın siyah üniforma giyerlerdi.  Haki yeşile mahkum kara kuru askerlere göre daha elit, daha zarif adamlar gibi gelirlerdi bana.  Heybeliada’ya yanaşırken şehir hatları vapuru, Deniz Lisesinin bahçesindeki çakı gibi öğrencilere imrenirdim 8-9 yaşlarında.

Üç yanı denizlerle çevrili bu güzel memleket ona ve onun gibi nitelikli kurmay subaylara emanetti. Yazımıza konu olan İzmit doğumlu Özden Örnek 1964’te katıldığı donanmada, 2003 yılında Oramiral rütbesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanı oldu.  2005’te görev süresini tamamlayarak emekli oldu. Bugün iktidarın pek severek sahiplendiği MİLGEM’in (yerli üretim gemi projesi) fikir babası ve manevi sponsoruydu.  Astlarının sevdiği, saydığı seçkin bir komutandı.

Birkaç yıl sonra BALYOZ furyasında emekli oramirali de suçladılar.  Darbe günlükleri diye bir iddia ortaya atıldı.  Dönemin savcıları koskoca deniz kuvvetleri komutanının askeri darbe hezeyanı hakkında günlük tuttuğuna inanmamızı bekliyorlardı.  Dijital belgelerdeki sahtecilik konusunda henüz ufku gelişmemiş ülkede, havuz medyasının ve bizzat siyasi iktidarın pompalamasıyla milyonlar onu “alçak bir hain” olarak yaftaladı.  İtibarına göz diktiler Özden paşanın, bu ülkeye hizmetten öte ne günahı vardı anlaşılamamıştı ama devletin içine yuvalanmış çete kurban istiyordu ve kurbanlar günah çukurlarına batmış olmalıydı.

Kapatılan özel yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs” suçundan 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu karar, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nce onandı. Emekli Oramiral Örnek, Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararının ardından tahliye edilmişti. Örnek, bu dava kapsamında tam 1223 gün (41 ay) cezaevinde kalmıştı.  Yeniden yargılama sonucu beraat etti ve haksız yere parmaklıklar arkasında tutulduğu günlerin karşılığı olmasa da 477 bin TL de tazminata hak kazandı.

Maalesef üç ay önce Özden Örnek’in oğlu Burak kanserden ötürü vefat etti.

Bugün de oramirali toprağa verdik ve muhtemelen Balyoz mağduru Özden Örnek vakitsiz kaybettiği oğluyla geçiremediği o 1223 güne kahrolarak son nefesini verdi.

“Adalet mülkün temelidir” levhasının asılı olduğu mahkeme salonlarda yargılanırken, mülkün kime ipotekli olduğunu biliyordu Özden paşa… Savunmasında dile getirdiği pek çok şey (Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmaya çalışan organize bir çetenin varlığı) dikkate alınmadı.  Pensilvanya’da mukim T.C. düşmanı emekli vaiz henüz FETÖ ünvanı almadığından olsa gerek, o mahkeme salonlarına hiç uğramayan adalet amirale de tesadüf etmedi.  Müstakil bir yapı olarak devlet adaleti tümden kaybetmişti.

Devletin dini adalettir” sözünü çok sevenler bilsinler ki, konu adaletse, siyasal islamcılık sadece dönemsel çıkarları ve özel yandaşları kollayan dinsiz devlet tercih eder.

Denizlerin hakimi de olsanız, bir emrinizle onlarca korvet, fırkateyn, denizaltı ve onbinlerce denizci sefere de çıksa, devasa bir bütçeyi de yönetseniz, devlet protokolünde müstesna yeriniz de olsa eğer o ülkede yok ise ADALET ister gariban, ister amiral her bir yurttaşın hayatı kararabilir.  Oysa ADALET kutup yıldızı gibi olmalıydı, herkes ona bakarak kendine çeki düzen vermeli ya da yönünü tayin etmeliydi.  Kurumsal ünvanında adalet kelimesine yer vermiş siyasi partinin kesintisiz iktidarında yaşandı, pek çok adaletsizlik gibi bu anlattıklarımız da!

Adaletsizlik karşısında tarafsız kalıp, aslında zalimin tarafını seçmediğimizin şahidi olsun bu satırlar…

Her daim saygıyla yad edileceğine inandığım Oramiral Özden Örnek’e Allah’tan rahmet, silah arkadaşlarına, büyük acılarla peş peşe yüzleşen kederli eşi Sevil hanım’a ve diğer oğlu Tolga Örnek’e sabırlar dilerim.

24 Haziran öncesi oy hesapları – V

Yakın geçmişteki oy verme davranışına bakılacak olursa, 24 Haziran’a dair bazı çıkarsamalarda bulunabiliriz.   Buna göre;

  • 2010 referandumunda Erdoğan gücünün zirvesindeyken, Pennsylvania “mezardan kalkıp EVET oyu verilsin” dediği zamanda alınan oy:  %57
  • 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP’nin fevkalade isabetsiz ortak aday (Ekmeleddin İhsanoğlu) denemesine rağmen Erdoğan’ın alabildiği oy: %51,8
  • 2017 referandumunda tüm manipülasyon hatta hile iddialarına rağmen başkanlık sistemine onay: %51,4

Manipülatif anketler ve propaganda yalanları bir kenara bırakılırsa, bu seçimde ERDOĞAN oyları için doğal üst sınır %53 olarak kabul edilebilir.  Üst sınır %53’e Erdoğan sevdalısı AKP seçmeni, Devlet Bahçeli fanatikleri, bir kısım BBP seçmeni, Hüda-par, cemaat-tarikat–aşiret üçgenleri, perdenin arkasında oy pusulasının fotoğrafını çekerek para kazanacaklar vs. kısacası ilgili her seçmen dahildir.   Bu sınırın aşılması için ya muhalefetin olağanüstü SAÇMA bir kampanya yürütmesi ya da 15 Temmuz üstü Zeytin Dalı misali konuların algı yönetimi ve bir dizi güncel olayla epey sömürülmesi gerekir.

24 Haziran’da muhalefet partilerinin kendi adaylarını göstermeleri durumunda, kurulu düzenin aleyhinde oy kullanmaları yönünde motive edilebilecek olası hedef kitlenin alt kırılımlarına bakacak olursak:

Devlet Bahçeli fanatikleri dışında tüm MHP seçmeni

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yıllar boyu Erdoğan karşıtı söylemler ile AKP’nin çıkarlarına uygun karar ve eylemler arasında salındı durdu.  Devlet Bahçeli’nin parti genel başkanı olarak en zayıf olduğu dönemde, parti içi muhalefet sokaklara dökülmüşken Sivas-Gemerek mahkemesinin aldığı kararla olağanüstü kurultayın toplanmasına engel olundu.  MHP seçmeninin yarısından fazlasının referandumda #HAYIR seçeneğine mührü bastığı kolaylıkla varsayılabilir ancak unutulmaması gereken AKP+Bahçeli tarafından yürütülecek “vatan hainleriyle aynı safta mı olacaksınız?” kara propagandasının yine bu kitle üzerinde oldukça etkili olacağıdır.

MHP seçmeninin hassasiyetleri göz önünde bulundurulmalı ve parti genel merkezinin tutarsızlıkları örneklerle işlenmelidir. AKP Osmaniye milletvekili gibi davranan Devlet Bahçeli ise bu kampanyada en sert şekilde eleştirilmesi gereken kişidir. “15 Temmuz’dan sonra her şey değişti” diyerek kendisini uzak görüşlü bilge siyasetçi gibi sunmasına asla müsaade edilmemeli, yakın gelecekte siyasi hayatımızdan silinmesini sağlayacak kadar köşeye sıkıştırılmalıdır.

Örneğin referandum kampanya döneminde “Türklüğün bekası için EVET diyoruz” diye formüle edilen akıl dışı söylemin cevabı şu şekilde verilmeliydi.

  • Tarihe damga vurmuş köklü bir milletin bekasını referandum sandığına bağlayan kişi ömrünü boşa geçirmiştir, hakiki milliyetçi olduğu yönündeki söylemi de safsatadan ibarettir

7 Haziran – 1 Kasım seçimleri arasında AKP’ye kayan %8,6 seçmen kitlesi

2015 yılı yaz başında AKP’nin oyu %40,9 idi.  Daha sonra estirilen tedhiş dalgası ve TBMM kompozisyonundan bir hükümet çıkmaması 1 Kasım’da AKP’ye %49,5 oranında büyük bir zafer kazandırdı.

Bu kitlenin 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında estirilen rüzgardan ne kadar etkilendiği net bilinmemekle birlikte, seçimde Erdoğan’dan yana oy  kullanmamaları kuvvetle muhtemeldir.

Ekonomideki çöküntüyü her alanda hissedenler, işini kaybedenler, dar ve/veya sabit gelirliler

Ekonomik büyüme, düşük enflasyon, döviz kurunda istikrar, istihdam sahaları, sosyal yardımlar her seçim döneminde AKP’nin en çok işlediği konuların başında gelirdi.  Seçim öncesi manzaraya bakacak olursak, 2018 yılı ilk 4 ay ekonomik güven endeksinin sürekli düşüşü, çift hanelerde işsizlik, enflasyonda artış, her türlü manipülasyona açık döviz kuru ve fiili devalüasyon, Erdoğan’ın diline doladığı kredi faizlerinin düşürülememesi, iç piyasada daralan talep, üretimsiz ekonomide cari açığın artışı, Türk şirketlerinin döviz cinsinden yüksek borçlu oluşu, bankalardan kredi yapılandırması istemek zorunda kalan milyarderler, iflas eden ve/veya küçülen şirketler ile durum pek iç açıcı değil.  Başarılı belediyecilik mirası ve tek parti iktidarına rağmen AKP’nin 2009 yerel seçimlerinde, 2007 genel seçimlerine göre 8 puan kaybetmesinin temel gerekçesi ekonomideki durağanlıktı.  Bugün ekonominin daha sağlıksız ve ciddi risklere açık olduğu düşünülürse, geçtiğimiz yıllarda iyi kötü sonuç veren “bir dizi tedbirlerin” artık ekonomik gelişmeleri yönlendirememesi ve olumsuz beklentiler, oy verme davranışı üzerinde önemli tesiri olması sürpriz sayılmamalıdır.

Siyasete uzak, sandığı boykot etmeyi düşünen mutsuz & yılgın ya da ilgisiz kesim

Avrupa’ya nazaran seçime katılım oranlarının daha yüksek olduğu Türkiye’de 2010’dan bu yana sandığa gitme oranları %77 – %86 arasında değişmektedir.  Buna rağmen siyasete tamamen uzak ve siyasi süreçlere katılmama eğiliminde olan insanların varlığına ek olarak, ülkenin geleceğinden ümidini kesmiş yılgın & küskün vatandaşların da var olduğu ortadadır.  Seçimde katılım %90’a ne kadar yaklaşırsa bunun Erdoğan’ı emellerine aykırı bir tesiri olacağı değerlendirilmelidir.  “Ben siyasete bulaşmam, siyaset de benim gündelik hayatıma karışamaz” yanılgısında olanlara bu ülkenin saat diliminin iktidar partisinin aklıevvel uygulaması sayesinde değiştiğini ve ülkenin batısında kış aylarının karanlık sabahlara mahkum olduğunu ya da yakın zamanda çocuklarını gönderebilecek devlet okulu (İmam-Hatip hariç) bulamayacaklarını anımsatmak kafidir.

Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar Çiftçiler

Yıllar içinde Türkiye’de şehirleşme oranı artmış, köylerde yaşayan seçmenlerin siyaseten özgül ağırlığı azalmıştır.  Oysa tarım ve hayvancılık sektörünün stratejik önemi global ölçekte giderek artmaktadır.  Tarımsal verimlilik, besin zincirinin devamlılığı, girdi fiyatlarına paralel olarak artan birim fiyatlar, çiftçinin giderek daha az kazanır hale girmesi, işlenemeyen topraklar, tarım ve hayvancılık ürünlerinde giderek artan dışa bağımlılık 80 milyonu ilgilendiren konulardır.

Örneğin Niğde’de binlerce ton patates depolarda çürümeyi beklerken, tarladaki patates 30 kuruşa alıcı bulamazken, büyük şehirlerde insanların patatese 5-6 kat fazla ödeyerek ulaşabiliyor olması ay sonunu zor getiren herkesin sorunudur.  Kaçak yapılaşma, işsizlik ve lümpen kültürün merkezi haline dönen şehirlere mecburen göç eden insanlar üzerinden “kentlileşme” propagandası yapanlara karşı; tarım ve hayvancılık üzerinden muazzam gelir elde eden Hollanda vb. ülkelerin örnek alınacağı yepyeni bir anlayışla kaybettiklerimizi bu ülkeye geri kazandıracak çok farklı bir eylem planı gündeme getirilmelidir.  Elbette seçimin en popüler konusu “tarım ve hayvancılık” değildir ama çiftçiler ve köylüler için yaşamsal bu konular her türlü siyasi tercihin üzerindedir ve şüphesiz Türkiye’nin uzun vadeli menfaatleri arasındadır.  Bu kesime “kaybettikleri” ve “kazanabilecekleri” sürekli hatırlatılmalı, mesajlar “mazot 1 TL olacak” ya da #ŞekerVatandırSatılamaz türünden sığ ve popülist olmamalıdır.

Oy verme davranışı açısından bakılacak olursa da, köydeki yakınlarının AKP’den soğuması, Erdoğan seçeneğine yakın duran şehirdeki akrabalarının bir telefon görüşmesinde bile aklının karışmasına yol açabilir.

KADINLAR

AKP iktidarında en çok çile çeken toplum kesimi kadınlar…

Bedenleri üzerinden, başlarını örtmeleri ya da örtmemeleri üzerinden, doğurganlıkları hatta nasıl doğum yapacakları üzerinden sürekli eleştirilen ve ötekileştirilen kadınlar.

Kahkaha atmaları bile rahatsızlık yaratan, evde, sokakta, toplu taşıma aracında şiddete uğrayan ve giderek “kadına şiddet meşru sayılabilir” anlayışının yayıldığı bir döneme tahammül etmesi beklenen kadınlar.

Eşit işe eşit ücret beklentisi karşılanamayan, uygulanan politikalar sonucu işverenin ikinci değil sonuncu tercihi haline gelmeye başlayan yine kadınlar.

Sadakayı kurumsallaştıran bazı makyaj uygulamalar dışında, hiç akla gelmeyen ve giderek kısıtlanan kadınlar için bu seçim bu gidişata DUR deme fırsatı olabilir.

Bir zamanlar başını örten mütedeyyin kadınların tamamının Erdoğancı olduğunu zannedenler vardı, sanırım bu siyasi körlüğe esir olan kimse kalmamıştır.  Ataerkil yapılarda tek adamın baskısıyla yakından tanışan ve bundan haz etmeyen her kadın, siyasetteki tek adam dayatmasına karşı durmaya adaydır. Bu seçimin sonucu ne olursa olsun, bu ülkenin kaderi kadınların azmi ve kararlılığı doğrultusunda şekillenecektir.

Bu alt kırılımlar 24 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı 1.tur seçimi için öngörülmüştür.  Eğer seçim ikinci tura kalırsa, seçimin kaderini ağırlıklı HDP seçmeninin oluşturduğu Kürt asıllı vatandaşlarımız belirleyecektir.

24 Haziran yolunda Erdoğan: Bir lider portresi – IV

Çok partili demokrasilerde eşine pek az rastlanır bir performansa sahip Recep Tayyip Erdoğan.. Kaybetmek nedir bilmiyor, adeta “yenilmez” bir siyaset ustası.

Hem seçim kazanıyor, hem oy oranını artırıyor, hem de istediğini her defasında (öyle ya da böyle) almayı biliyor.

MGK merkezli askeri vesayeti bitiriyor, bürokratik baskıyı kırıyor, yanlışta ısrar etmek pahasına 40 yıllık doğrulara meydan okuyor. Gün oluyor Kürtleri, gün oluyor liberalleri kendi safına çekiyor.  Ekonomik krizlerle çökmüyor, Gezi protestolarıyla sallansa da yıkılmıyor, kanseri alt ediyor, 17-25 Aralık’ta ortalığa dökülenlerin “montaj-dublaj” olduğuna kitlesini inandırıyor, darbe girişimlerini atlatıp kahraman oluyor, aile efradının uluslararası ticari başarılarını(?)  rahatça anlatıyor, yasal ve geçerli bir üniversite diploması ibraz edememiş görünse de cumhurbaşkanı adayı olabiliyor. Dün “ak” dediğine, bugün “kara” diyor. Yarın “yeşil” ya da “gri” dese bile bunu satın alacak bir kitleyi peşinden sürüklüyor.  Mütemadiyen vaaz ettiği ve tarifi pek muğlak yeni Türkiye’nin kurucu lideri gibi hareket ediyor.  Peki bu nasıl mümkün oluyor ?  Yazı dizimizin dördüncü bölümünde Erdoğan kültünü incelemeye gayret edeceğiz.

Bu ülke yıllardır dediğim dedik, pek alttan almayan, rakiplerine mutlak üstünlük kuran ve duygulara hitap ederken popülizmi de sonuna dek kullanan lider figürüne hayran. Süleyman Demirel’in meydanlarda “düşün peşime” diye bağırdığı günlerden beri, Turgut Özal’ın siyasi rakipleriyle hınzırca alay ettiği günlerden beri iddiasını ortaya koyan, hikayesini iyi satan adamları seviyor.   Örneğin Prof. Erdal İnönü, Cem Boyner, Aydın Güven Gürkan, Mesut Yılmaz tercih edilmiyor, edilmedi.

Türkiye’de arzulanan lider figürüne en uygun isim de şu an R.Tayyip Erdoğan.  Bu iş için kurgulanmış gibi görünen çekici bir yaşam öyküsüne sahip ama aynı zamanda siyasete girmemiş olsa ortalama seçmenin alışveriş yaptığı esnaf, kapı komşusu ya da kıraathanedeki tavla arkadaşı olabilecek kadar özdeşleşilebilir “sıradan” biri aslında.

Geçmiş dönem liderlerinden bazılarını düşündüğünüzde Aydınlı zengin toprak ağasının muhteris oğlu Adnan Menderes, Fulbright bursuyla ABD’de eğitim almış parlak mühendis Süleyman Demirel, annesi ressam olan Robert College mezunu şair Bülent Ecevit, Yeniköy’de yalıda oturan Amerikalı Prof. Tansu Çiller her gün karşılaşabileceği ve/veya sosyalleşebileceği insanlar olamazdı sıradan seçmenin. Oysa Erdoğan siyasetçi değil de emekli İETT memuru olarak kalsaydı, halı sahada top oynanan Tayyip abi ya da yakıt parası yüzünden kavga edilen apartman yöneticisi Tayyip amca olabilirdi.

Öyle ki birebir dokunduğu insan sayısını artırabilse, oy oranını ve popülaritesini de artırabilecek bir tür tılsıma sahip sanki..

Ses tonu, hitabeti, yıllarca köşede iktidar sırasını beklemiş İslamcı geleneğin bir ferdi olması, boyu posu dışında Erdoğan imgesinde başka unsurlar da var.

Kanaatim odur ki, ülkemizin ATATÜRK döneminden beri aşmaya çalıştığı ama yanlış politikaların da katkısıyla sürekli kendini yeniden ürettiği için bir türlü aşılamayan iki sorunu var.

  • Cehalet
  • Yobazlık

Cehaleti sadece tahsil eksikliği olarak kullanmadığımı, yobazlık kelimesinin de sadece sünni islam üzerinden yorumlanmaması gerektiğinin önemle altını çizmek isterim.

Yukarıda tanımlamaya çalıştığım seçmen grubunda daha çok olmak üzerinde genelde Türk insanında üç baskın negatif duyguya da sıklıkla rastlanıyor.

  • Eziklik / güce tapınma
  • Haset
  • Gelecek endişesi

Erdoğan bu beş sıkıntının, sorunun, eksiğin tam ortasından kopup gelerek bu konuma yükseldi. Bu anlamda seçmenini açık ara en iyi tanıyan lider. Öyle ki bu insanların nabzı adeta Erdoğan’ın avuçlarında atıyor.  Kanımca yükselen dip dalganın farkında ve körüklediği neo-Osmanlı siyasal islamcılık ateşinin ülkeyi tümden kavurmasından da zaman zaman endişe ettiğini düşünüyorum.  Zira Erdoğan artık kendisi kadar akıllı ama %100 sadık, itaatkar ve çalışkan insanları çevresinde istiyor.  Türkiye Cumhuriyeti’nde taarruz ettiği bazı yerleşik değerlerin yerine koyduğu politik ve sosyo-kültürel iklim ise bir tür ahlaksızlık, riyakarlık ve aptallık sarmalı doğuruyor.  Bilhassa “dinine ve kinine sahip çıkan gençlik” yetiştirme ideali, milli eğitimi oyuncak haline getirip siyasi heveslere  göre nesiller tasarlama fantezisi çok tehlikeli bir saplantıdır.

Peki 24 Haziran’a doğru giderken Recep Tayyip Erdoğan’ın elinde neler var?  “Neler yok?” diye sorsak daha kolay olurdu zira 16 yıllık kesintisiz iktidarda sepetini fazlasıyla doldurdu Erdoğan.. Çok kısaca bakalım:

YÜRÜTME: Tamamen Erdoğan’ın elinde.. Bakanlardan, muhtarlara ondan habersiz neredeyse kuş uçmuyor.

YASAMA:  Anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu bulamasa da, 7 Haziran 2015 tökezlemesi hariç asla 276 sıkıntısı da yaşamadı.  AK Parti meclis grubu üzerinde tam bir hakimiyeti var, onun istemediği bir şeyin TBMM’den çıkması çok küçük bir ihtimal

YARGI:  HSYK’nın ismindeki Yüksek ibaresine bile tahammül edilemeyen dönemde siyaset kurumuna karşı bağımsızlığını koruyan savcı ve hakimlerin azınlıkta olduğunu söylesek inkar eden çıkar mı?  Bir dönem FETÖ’ye teslim edilen, sonra kadro olarak içi boşalan, şimdi de adalet dağıtma yetkinliği azalan ve nihai kararlarında standart bozulan yargı ülkenin en büyük sorunu haline geldi.

MEDYA:  Dördüncü kuvvet %90 Erdoğan’ın elinde ve emrinde… Havuz medyası ülkenin yalan jeneratörü konumunda.  Medyadaki kartelleşme eğilimi ve satın almalar / ortaklıklar tamamen Erdoğan’ın kontrolünde. İktidarı somut ve tutarlı biçimde eleştiren gazeteciler çalıştıkları kuruluşlarda barınamıyor, çeşitli baskılara maruz kalıyor hatta tutuklanabiliyor.  Basında kalem oynatan, ekranda kelam eskiten herkes bu şartlara göre otokontrol uyguluyor.  İfade edilmediği sürece düşünce özgürlüğü var ama düşündüklerini söyleyenlerin / yazanların başına ne geleceğini garanti edemiyoruz. mazallah…

YEREL YÖNETİMLER:  AKP’nin en güçlü olduğu alanlardan biri, hoşnutsuzluk yaratan belediyelere de ya kapıya müfettiş/kayyım gidiyor ya da haklarında soruşturma açılabiliyor.

İŞ DÜNYASI:  Erdoğan’ın uçağında yer bulmak için yarışanlar, tuzu kuru TÜSİAD’ın sade suya tirit cılız tepkileri, kamu ihaleleri ile semirtilen nevzuhur müteahhitler, kısacası büyük ticaret erbabı olanın Erdoğan muhalifi olması imkansız.

ÜNİVERSİTELER:  12 Eylül ile hesaplaşmak söylemini bol bol kullanarak iktidara gelen Erdoğan, YÖK’ü yok etmediği gibi sahip çıktı.  Bugün çoğu yüksek liseyi andıran, bilimsel üretimi yetersiz, özgürlük alanları kısıtlı üniversiteler var.  Seçilme kriterleri göz önüne alındığından ancak uslu dururlarsa şirin babayı göreceklerinin farkında olan rektörler tarafından yönetiliyor bu üniversiteler.

SENDİKALAR:  Sendikalı işçi sayısı düzenli olarak azalıyor, iş kazalarında dahi sesleri fazla çıkamıyor, kısacası “sarı sendika” revaçta.

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI:  Demokles’in kılıcı tepelerinde sallanıyor, kamunun hançeri sırtlarında, sokakta güvenlik güçleriyle burun buruna, seslerini duyurma imkanları kısıtlı… Zaten örgütlülük bu toprakların fıtratına ters!

BÜROKRASİ:  Maaşlarını AKP’den aldıklarını düşünen bürokratlar ve “hamili kart bizdendir” iteklemesi olmadan kadro alamayanlar, kısaca geçiniz!

Bunlara ek olarak, bize özel dört güç unsuru daha var

MGK / TSK:  Milli Güvenlik Kurulu son yıllarda sadece Erdoğan’ın tercihlerine uygun tavsiyelerde bulunuyor, Yüksek Askeri Şura kararlarında askerlerin neredeyse söz hakkı kalmadı.  Eskiden demokrasiye balans ayarı yaptığını zanneden generaller vardı, şimdi Tansu Çiller’in Tak-Şak paşası Orgeneral Doğan Güreş’i bile aşan profiller mevcut.  Bay Hilmi Özkök ile başlayan, Bay Necdet Özel ile boyut değiştiren, darbe girişimi sırasında tutsak alınmayı başardığı halde görevinde kalan Bay Hulusi Akar ile zirve yapan acayip bir üst komuta kademesi zuhur etti.  Elbette siyasete müdahil olmamaları çok güzel ama askeri konularda dahi savunma politikalarına yön verecek evsafta görünmemeleri trajik ve çok riskli…

Anayasa Mahkemesi / YÜKSEK YARGI:  Anayasal krizlerde dahi “benim görev alanım değil” diyebilen AYM, artık raporları TBMM’de gündem olmayan Sayıştay, Rize’de çay toplarken siyasete ısınan Danıştay ile durum pek iç açıcı değil “hukukun üstünlüğü” açısından…

TARİKAT ve CEMAATLER:  AKP Milli Görüş gömleğini çıkarmış olsa da dini referanslar çerçevesinde Erdoğan’a yakınlar.. İtikatla, tasavvufla, maneviyatla ilgilenmek yerine hemen hepsi ticaretin içinde, siyasetin göbeğinde ve oy verme davranışını kısmen etkileyecek boyutta.

En az 20 yıl boyunca Cumhuriyet karşıtı F tipi yapılanmanın adım adım getirdiği tehlikelere dikkat çekenlere dudak bükenler, eski iktidar ortaklarını bugün FETÖ olarak lanetleyip beş kıtada kırmızı bültenle izini sürenler, maalesef boşalan yerleri de vazgeçemedikleri menzile uygun tiplemelerle doldurmaktan vazgeçemiyor.  Erdoğan kabul etmek istemese de, siyasi ve ticari emellerine ulaşmak için her tür kirli pazarlığa girebilen tarikat ve cemaatler “din ve vicdan özgürlüğü” konusu değil, milli güvenlik sorunudur.

DİYANET İŞLERİ:  AKP’nin propaganda makinesi, muhalefet partilerinin en amansız rakibi.  Muazzam bir bütçe, devasa bir örgütlenme ve lidere tam bağlılık.  24 Haziran öncesi Ramazan ayında 4 Cuma namazı hutbesi, bir bayram namazı hutbesi, vaazlar ve teravih sohbetlerine dikkat etsin muhalefet, satır arası mesajlarla Erdoğan zaferini oralarda perçinleyebilir.

OHAL rejimini de hesaba kattığımızda hani neredeyse bir tek nükleer silahı yok Erdoğan’ın, onun dışında hemen her şeye sahip.  Muhalefet açısından gayet moral bozucu bu manzara, Erdoğan’ın yenilmezliğin sembolü Achilleus gibi görünmesine yol açıyor.  Antik Yunan’ın büyük savaşçısı, Truva fatihi Achilleus sadece topuğundan yaralanabilirdi ve o sayede durdurulabildi.  Peki Erdoğan’ın zayıf topuğu var mı?  O da yazı dizimizin devamında sırası geldikçe gündeme gelsin ama anahtar kelimeler şimdiden belli.. ADALET ve KALKINMA  (aradığınız kavramlara şu anda ulaşılamıyor)

Altı yüzeysel soru üzerinden 24 Haziran – III

Yazı dizimizin ikinci halkasında muhalefet partilerinin erişmekte zorlandığı kitleyi tarif etmiş, onlarla temas kurulması gereğine değinmiştik. Şimdi de 24 Haziran 2018’de sandığa gidecek insanların sorduğu ve/veya muhatap olduğu en basit, en yüzeysel, altı sıradan soruyu biraz kurcalayalım.  Bunları ve ötesini düşündüğümüzde seçim kampanyasının adımları da şekillenmeye başlayacak.

İlk soru “ülkeyi kim yönetiyor?”

Buna “hükümet” veya “TBMM” cevabı veren neredeyse yok, hemen herkes ülkeyi tek bir kişinin (R.Tayyip Erdoğan) yönettiğini düşünüyor.  Dolayısıyla başkanlık sisteminin dezavantajı, ortalama seçmen gözünde “zaten tek kişinin ağzına bakıyor tüm sistem” olarak algılanıyor.  Yani değişen bir şey olmayacak, niteliği belirsiz değişimin korkutucu riski söz konusu değil.  Öte yandan muhafazakar seçmen Erdoğan dışında başka bir Ak Parti üyesine bu hükümranlığı vermek konusunda oldukça mütereddit, karşı cenah olarak gördüğü siyasi çizgiden birinin başa geçmesini ise felaket olarak niteliyor.  Erdoğan’ın ölümsüz olmadığını ve karizmatik liderlerin siyaset sahnesinden çekilmesini müteakip yaşananları işlemek düşünülebilir.

İkinci soru “milletvekillerinin etkisi & katkısı & faydası nedir?”

Milletvekilleri liderlerin işaret ettiği şekilde parmak kaldırıp indiren, yasama faaliyetinin edilgen figürleri, bağımlı değişkenleri olarak algılanıyor.  Özellikle son dönemde AKP’nin ülkenin önemli meseleleri TBMM’de genel görüşme konusu bile yaptırmaması, hayati anayasa değişikliği görüşmelerinin medyada canlı yayınlanmaması, milletvekillerinin türlü pazarlıklar içinde olduğu algısı bu kanaati pekiştirmiş durumda.  Dolayısıyla TBMM’nin pratikte devre dışı kalması vahim bir durum olarak algılanmıyor.  Buna rağmen AKP’nin “yasama güçlenecek, milletvekilleri kanun yaparken daha bağımsız olacak” söylemi, milletvekilleri istifa etmedikleri takdirde artık bakan olamayacağı için 16 Nisan referandum kampanyasında inandırıcı olmaya en yakın önerme olarak öne çıkmıştı.  Asgari müşterekler çerçevesinde elden kayıp giden ülkeye sahip çıkması umulan muhalefet partileri, 24 Haziran’da 600 vekile çıkacak TBMM’de salt çoğunluğu elde ettiklerinde Türkiye’nin huzuru, refahı ve iyileşmesi için ne yapacağını çok iyi anlatmak zorundadır.

Üçüncü soru “muhalefet ne işe yarıyor ki?”

Tek parti iktidarlarında “kudret” tamamen aritmetik dengeye indirgeniyor.

CHP meclis araştırması istiyor, AKP oylarıyla reddediliyor.

HDP bir bakan hakkında gensoru istiyor, AKP oylarıyla reddediliyor.

MHP zaten ümidini ve ikbalini Erdoğan’a bağlamış dolayısıyla AKP ne isterse mecliste o görüşülüyor, sonunda onların dediği oluyor.

Ortalama seçmen; bağıran, çağıran, itiraz eden, durdurmaya gayret eden, muktediri yavaşlatarak hizmet ulaşmasını geciktiren faydasız bir muhalefetin varlığına inanmaya başlıyor.  Dolayısıyla yürütmenin denetimsiz & kontrolsüz güçlenmesini risk olarak görmüyor hatta işlerin hızlanacağını düşünüyor.

Muhalefet partileri somut hizmetlere yönelik önerilerini, zamanında yaptığı uyarıları yeniden hatırlatmalıdır.  Asla ideolojik değil ama gündelik yaşam pratiğine dönük daha kaliteli hizmet sunulması ve kamu kaynaklarının etkin kullanılması için geçmişteki çabalarını ve zamanın haklı çıkardığı argümanlarını kamuoyuna yeniden sunmalıdır.

Bunlara ek olarak sunulabilecek siyasi örneklere gelirsek; Fethullah Gülen’e, Ergenekon-Balyoz davalarına, samimiyetten uzak gizli pazarlıklarla yürüyen çözüm sürecine, BOP adı verilen ABD mahreçli projeye her zaman şüpheyle yaklaşmış, karşı çıkmış, iktidarı uyarmış kişiler ve partiler haklıydılar, zaman onların haklılığını tekrar tekrar ispatladı.

Dün EVET kampanyası yapanlar, bugün 24 Haziran oldu bittisine imza koyanlar, zamanında tüm bu hayati konularda yanıldılar, “bizzat savcısı” oldukları, “emri ben verdim” dedikleri konularda geri adım attılar, “yanılmışız Allah bizi affetsin” dediler.  Bugün seçilmek için herkese mavi boncuk dağıtırken yarın pişman olmayacaklarının, ülkeyi yeni bir çıkmaza sokmayacaklarının garantisi var mıdır?

Elbette yoktur.

Dördüncü soru “Türk tipi başkanlık sistemi iyi olacak, hem koalisyon dönemlerinde çok çekmedi mi bu millet?”

Biraz karikatürize edersek bu söylem şuna evriliyor:

1.köprüyü tek başına iktidar olan Demirel yaptı, solcular karşıydı. 2.köprüyü tek başına iktidar olan Özal yaptı, solcular karşıydı. 3.köprüyü tek başına iktidar olan Erdoğan yaptı, solcular yine karşıydı. Tek parti iktidarları büyük eserlere imza atarken, İstanbul’un ihtiyaçlarını bile anlamayan solcular sadece boşa kürek çekti.”

Koalisyon hükümetlerinin başarısız, yetersiz, beceriksiz olduğu ve ülkeyi kaosa sürükledikleri o kadar sık anlatıldı ki, sağ bir partide oyların konsolide edilmesi gereksinimi bir taraftan da başkanlık modelinin kapısını açtı.

Batı demokrasilerinde başarıyla yürüyen koalisyonların altında seçmene hesap verme zorunluluğu ve kökleşmiş demokrasi kültürü yatmaktadır.  Bu anlamda Türkiye’de eksik olan, seçmeni doğru bilgilendirmeyi vazife bilen ve yaptıklarının sorumluluğunu üstlenen nitelikli siyasetçilerin azlığıdır.   Hatasını kabul etmenin erdem değil zayıflık olarak görüldüğü, kimsenin istifa etmeyi aklından geçirmediği bir ülkede suçlu koalisyon ihtimalleri değil siyasi kültürdür.

Beşinci soru: “AK Parti bu millet için gece gündüz çalıştı, Türkiye nereden nereye geldi, yollar-köprüler-altyapı yatırımları, bunları görmüyor musunuz?”

Bu sorunun cevabı ülkedeki vatandaşlık bilinci ya da devlet – birey ilişkisinde gizli. Örneğin ABD’de “citizen” bile olmaktan önce “tax payer” olduğunu bilen seçmen ödediği vergilere karşılık alması gereken hizmeti lütuf gibi sunan siyasetçilere uzaylı görmüş gibi bakıyor.  Kabul edilmeli ki, liderini parlatmaktan sonra AKP’nin en büyük propaganda başarısı; fizibilitesi eksik, çevreyle uyumsuz, ekonomik model olarak kamu zararına olan icraatlarını bile “başarı hikayesi” olarak sunabilmesidir.  Burada halkın vergileriyle finanse edilen bu yatırımların kullanım ömürleri, çevresel etkileri ya da gerekliliklerinden ziyade “yandaş müteahhitleri” zengin etme maksadıyla kurgulanmış sakat finansman modellerini eleştirmek ve “ideal koşullarda nasıl yapılmalıydı, kaynak nereden yaratılmalıydı, biz daha iyisini yaparız çünkü…” konusunu işlemek daha çok ses getirecektir.  Başta CHP olmak üzere ülkeyi yönetme iddiasında olan tüm organizasyonlar, halka ulaşan ve bir şekilde memnuniyet yaratan hizmetlere sıradan cümlelerle burun kıvıran muhalefet partisi olmaktan çıkmalıdır.

Altıncı soru:  “Erdoğan terörle mücadele etme kararlılığına sahip, dış politikada dünyaya meydan okuyor, PKK + FETÖ’yü ancak o ve ekibi bitirir, zaten 16 yıldır Reis’in alternatifi yok, VAR diyebilir misiniz”

Gündemin çok hızlı değiştiği, ülkenin oradan oraya savrulduğu dönemde, gelişmeleri takip etmekten yorulan seçmenin kısa erimli hafızaya sahip olduğunu unutmamak gerekiyor.  Bölücü terörün Güneydoğu Anadolu’da her sokağa nüfuz etmesine, il ve ilçelerin savaş alanına dönmesine yol açan sahte barış süreci bir yanda; yıllar boyu Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi diye hürmet gören T.C. düşmanı emekli vaizin paylaşılamayan dersaneler rantı üzerine önce paralel devlet yapılanması, sonra da FETÖ olarak ilan edilmesi bir yanda…

Herkesin kolaylıkla ve yıllarca kandırabildiği birinin sergilediği kararlılık olamaz, o anki bıçkın (Kasımpaşalı) tavırları bir yerlerde gururunuzu okşuyordur, o kadar.  Bunu sıklıkla ve hiç çekinmeden anlatmak gerekiyor, AKP’nin dış politika ve iç güvenlik konularında hem tutarsız, hem mantıksız hatta bazı durumlarda ülkeye zarar veren illegal odaklara kör bakmış olduğunu tekrar tekrar müşahhas örneklerle aktarmak / hafızaları tazelemek şarttır.  Yenikapı ruhu diye pompalanan atmosferin, zeytinyağı gibi üste çıkmak çabası olduğu; bir zamanlar ülkeyi birlikte parselledikleri gizli ortaklarına hitaben söylenen “ne istediler de vermedik” cümlesinden bellidir.

Merhum Prof.Necmettin Erbakan’ın yıldızının bir türlü barışmadığı Fethullah Gülen adlı iblisin 28 Şubat post-modern darbesi ertesinde, yeterince nüfuz edemediği Refah Partisi yerine, partiden ayrılan gençlerin kurduğu Ak Parti’ye tüm desteğini vermesi acaba tesadüf müydü, yıllarca sorunsuz devam eden Pennsylvania – Söğütözü ortaklığının temeli ilk ne zaman atıldı ?

Irak ve Suriye politikalarında başarısızlığa uğrayan AKP’nin bir gün Rusya, bir gün ABD, bir gün Barzani, bir gün Körfez ülkelerindeki Vahhabi blokuyla birlikte oluşu Türkiye’nin çıkarlarını maksimize etme çabası mıdır yoksa mat olmadan önce yapılan son satranç hamleleri midir?

Beşar Esad’ı devirme hevesiyle sırtı sıvazlananların yangın yerine çevirdiği ülkeden kaçmak zorunda kalan 3,5 milyon Suriyelinin vebali kimdedir, bizzat ilgili bakanların ifade ettiği şekliyle %80’lik bölümü Türkiye’de kalmak isteyen bu insanların akıbeti ne olacaktır, yaratacakları bütçe yükü ve topluma çıkaracakları sosyal faturayı kim ödeyecektir ?

Samimiyetten uzak çözüm sürecinde “siz tetiğe basmazsanız biz de size hareket özgürlüğü sağlarız” pazarlıkları sonucu terör örgütü PKK il ve ilçelerde büyük bir alan hakimiyeti sağlamadı mı?  Yöre halkının çektiği acıların, ayaklanmaya dönüşen bu terör dalgasının bastırılması için canından olan güvenlik güçlerinin sorumlusu kimdir?  Hangi devlet kendi sınırları içinde illegal bir terör organizasyonunun yapılanmasına, yol kesmesine, vergi toplamasına, asfalt yolları tuzaklamasına bu kadar kayıtsız kalabilir ?

En son Afrin’e yönelik Zeytin Dalı harekatı sınırlarımızın düşman unsurlar tarafından çevrildiği kabulüne istinaden askeri bir zorunluluk muydu yoksa bizzat Erdoğan’ın deyimiyle partilerindeki metal yorgunluğunu atma vesilesi miydi?  Sınırlarımızın hemen ötesinde böyle büyük bir tehlike adım adım oluşurken, metre metre kazılırken akıllar neredeydi?  ABD-Büyük Britanya-Fransa troykasının Şam yönetimini hedef alan hava saldırısını T.C. Dışişleri Bakanlığı “insanlığın vicdanına tercüman olan ve memnuniyet verici” bulurken, üç gün sonra Erdoğan’ın “Gel vur burayı, ondan sonra barış de. Olmaz olsun böyle barış” demesindeki tutarsızlığın izahı nedir?  Bu hava saldırısına dek İran ve Rusya ile elele poz veren ülkenin, Tomahawk füzelerini gördükten sonra NATO üyesi olduğunu hatırlaması acıklı değil midir?  Afrin’e Moskova’nın oluru ile girenler artık Putin ile iş tutabilecek midir?

Bu ve bunun gibi yakıcı soruların “şahsiyetleri doğrudan hedef almadan” ama yanlış hesabın (mesela stratejik derinlik / değerli yalnızlık vs.) sadece Bağdat’tan değil her yerden döneceğini vurgulanarak tekrarlanması gerekiyor, bu hususta çekingenliğe mahal yoktur.

Başarılı belediyecilik geleneğinden doğan AKP’nin asfalt ve betonla hiç bitmeyen aşkı, ülkenin gerçek manada kalkınmasına, muasır medeniyet seviyesine yaklaşmasına, gelirin adil dağılımına, iç barışın sağlanmasına, dış politikada saygın bir tutum takınılmasına asla yetmemektedir.  Peyderpey tasfiye edilen Gülen müritlerinin yerine benzer deneyimde ama bu kez vatanperver & güvenilir kişiler yerleştirilememesi bu çıkmazı daha da derinleştirecektir.

Aslında bu altıncı soru gerçek hayatın içinde hakiki bir illüzyon yaşadığımızın göstergesi dolayısıyla bu sorunun alt kırılımlarına biraz daha vakit harcayıp Erdoğan kültünü iyi analiz etmek gerekiyor.

ERDOĞAN tipi liderlik konusu serinin dördüncü yazısında…

Bakış açını değiştir, yeni kitleye ulaş: 24 Haziran 2018 – II

24 Haziran 2018 seçimleri ile ilgili yazı dizimizin ilk halkasında önümüze konan ve içine sığmamız beklenen bir kutu yokmuş gibi hareket etmenin gerekliliğine değinilmişti.

Amerikalıların sık kullandığı deyimle “think out of the box

Siyaset dışından örnek vermek gerekirse, global şirketler marka vaatlerinin potansiyel müşterilerden evvel, kendi çalışanları tarafından benimsenmesini ve şirket çalışanlarının birer marka elçisine (brand ambassador) dönüşmesini stratejilerinde ideal hedeflerden biri olarak görürler. Daha sonra da müşterilerin aynı dönüşümü yaşaması ve çevrelerine markanın mesajını yayması beklenir.  Böylelikle inandırıcılık ve nesnellik barajını aşamayan pahalı reklamlar yerine, benimsedikleri markaları methetmeden duramayan insanların yarattığı kişisel etki alanları birbirine eklenerek sonunda geniş bir kitleye doğrudan mesaj gönderme olanağına kavuşulur.

Kolay anlaşılır argümanlar, geçmişle-gelecek arasındaki benzerlik ya da karşıtlık üzerinden üretilecek sorular, aceleye getirilmiş seçim öncesi belirsizlikler ve çıkmayan uyum yasalarının yaratacağı boşlukların yaratacağı riskler ama en önemlisi sıradan bir insanın hayatının olumlu / olumsuz yönde nasıl değişebileceğine dair örnekler kullanılırsa, 24 Haziran’da sandığa gitmek konusunda hevesli olmayanların Erdoğan dışındaki seçeneklere yönelmesi, Erdoğan’a yakın duran bazı seçmenlerin de şüpheye düşerek kendi tercihlerini sorgulaması mümkün olabilir.  Belli bir plan doğrultusunda ve seçili mesajları sürekli tekrarlamak suretiyle muhalefet partilerinin seçmeninin (bilhassa partilerin direkt iletişim kurduğu üyelerinin) bireysel kampanya temsilcisi şeklinde hareket edip yakın çevresine nüfuz etmesini sağlayacak zemin yaratılabilir.

Risklerin vurgulanması ya da olumsuz örneklerin hatırlatılması iktidar blokunun savunmaya geçmesine yol açacağı için her mesajın sonunda bardağın boş tarafını hep beraber doldurmaya duyulan inanç yer almalıdır.  İletişimde kullanılacak tonlama ortak gelecek, daha iyi bir hayat, umut ve pozitif beklentilerden feyz almak durumunda.  “Tehlikenin farkında mısınız?” tarzı öcüleri adresleyen cümleler yerine bu güzel ülkenin kendini yalnız hatta çaresiz hisseden insanlarına “birlikte daha güçlüyüz ve geleceği değiştirebiliriz” duygusu geçirilmelidir.

Ana muhalefet partisi üzerinden örneği ele alırsak, geleneksel CHP seçmeninin neredeyse %90 ve üzeri bir oranda CHP’nin belirleyeceği adaya oy vereceğini varsaymak yanlış olmayacağına göre (ikinci Ekmeleddin faciası yaşanmaması kaydıyla), safları sıklaştırma mantığıyla hareket etmenin istenen sonuca ulaşamayacağı ortadadır.  Safları sıklaştırmanın aritmetik gerçekliği de yoktur.   CHP %25 oy oranına saplanıp kalmış, oyunun yeni kurallarına göre %50+1’i bulması bugün imkansız olan bir organizasyondur.  Tüm muhalefet partileri bu seçimde arzuladıkları (ama aslında bugün pek inanmadıkları) sonucu alırsa hem ülkenin kaderini değiştirecek, hem de kendilerine yeni alan açabileceklerdir.  Yeni alan açmanın yolu da, daha önce ulaşılamamış geniş halk kitleleriyle temas kurmakla mümkün olabilir.  Tam tersi bir netice çıkarsa da, CHP başta olmak üzere müzmin muhalif partilerin siyaset sahnesindeki varlığı anlamsızlaşmaya başlayacaktır.  Zira demokrasi kültürünün olgunlaşmadığı, politikanın çıkar ortaklığı olarak algılandığı, sandığın tek kriter olduğu ülkelerde siyaset sadece KAZANMAK için yapılır.  Kazanan ata oynamayı sevenlerin diyarında, kaybedenler pek sevilmez ve iyi yarışmış olsalar bile yeterince saygı görmez.

AKP’nin önerdiği adaya sahip çıkan siyasi koalisyonun en büyük avantajları seçimi SAĞ / SOL siyaset çekişmesine dönüştürmek, insaftan yoksun bir sömürü anlayışıyla milliyetçilik rüzgarı estirmek ya da 15 Temmuz’da ülkeye yaşatılan kabusun tekrarını engelleme iddiası (istikrar söylemi) olacaktır.   Siyasal islamcılık akımının şiarı dini değerler üzerinden siyasi rant elde etmek olduğu için, o koza ayrıca değinmiyorum.  Bugüne kadar sürekli proje ve icraatları ile övünmüş, girdiği her seçimi kazanmış, bu başarısını “biz ve onlar” söylemi üzerinden kendi seçmen kitlesini konsolide etmeye borçlu, ülkeyi tek başına yönetme iddiasındaki çalışkan ve karizmatik lider de bu avantajları bizzat sahada kullanan başrol konumundadır.

Hem yoğun şekilde iktidar partisinin propagandasına maruz kalacak, hem de muhalefet partilerinin klasik çizgilerini değiştirerek ulaşması önem arz eden sağ ağırlıklı seçmen kitlesini aşağıdaki şekilde tarif edip, siyasal davranış açısından anlamlandırmaya çalışalım.

  • Ayakta kalmaya, hayata tutunmaya çalışan; daha iyi bir yaşam isteyen ya da yarınlarından emin olmayan sıradan insanlar için,

  • Partizan kimlikte olmayan, politikayla yoğun olarak ilgilenmeyen,
  • Siyasetin kendilerine bir şey kazandırmadığını bilen ama kaybettirdiklerini de zamana bağlı aşınma şeklinde kaybettiği için yeterince fark edemeyen,
  • Yüksek eğitimli olmayan, kitap okumayan, algıları güdümlü medya tarafından manipüle edilmeye çalışılan, eleştirel & sorgulayan bakış açısına mesafeli, geleneklerine bağlı, çetrefil konulara az kafa yorup kestirmeden çıkarsamalarda bulunan,
  • Anayasa değişiklik paketini detaylı okumamış olduğu halde 16 Nisan’da EVET diyen, bugün bile olan biteni sadece başbakanlık makamının ortadan kalkacağı ve Erdoğan’ın “BAŞKAN” olacağından ibaret sayan,
  • İyiden iyiye sağa yatmış siyasi yelpazenin ortasında veya sağında olan,
  • Bilhassa 34 yaş ve altında olup, seçmen olarak deneyimledikleri dönemin tamamı Recep Tayyip Erdoğan galibiyetleri, zaferleri, balkon konuşmaları ile geçmiş insanlar için,

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine düşmanlık beslemeyen, kendilerini “müslüman” veya “muhafazakar” olarak niteleyen, öte yandan günlük yaşam pratikleri yalnızca dine dayalı olmayan insanlar için,

24 Haziran seçimlerinin, mevcut parlamenter düzenin ve alaturka başkanlık sisteminin nasıl göründüğünü izah etmeye çalışacağım.  Elbette elimde bu amaca yönelik bilimsel veri ya da büyük bir örneklem yer almadığından ancak kendi deneyimlerimden, gözlemlerinden ve hatırladıklarımdan yola çıkıyorum.

Yola çıkarken konu bazında sınıflama ve gruplamaları akademik düzlemde değil, yukarıda tarif ettiğim insanlar tarafından en sık tekrarlanan basit sorular ve ilgili cevaplar üzerinden aktarmaya gayret edeceğim.

Devamı serinin üçüncü yazısında…

 

12 Eylül’den 24 Haziran’a – I

Başında olduğu hareketin iktidar alternatifi olamayacağını görüp, AKP Osmaniye milletvekili gibi davranmaya başladığından beri; Devlet Bahçeli sürpriz çıkışlar ve şok açıklamalarla R.Tayyip Erdoğan nam ve hesabına çalışıyor.   Kasım 2019’da yapılacak genel seçimin 26 Ağustos 2018’de yapılmasını önerirken Malazgirt zaferi, Büyük Taarruz gibi tarihi olaylara değinmesi, etkilemeyi umduğu kitlenin sığlığı kadar kafasında yarattığı “düşmanlara” karşı kılıç çekme heves ve heyecanıydı.

Ülke siyasetinin en güçlü, en kurnaz, en esnek ve sürekli kazanan figürü Erdoğan bu pası aldı, el yükseltti ve topu muhalefet ağlarına gönderirken skorborda 24 HAZİRAN yazdırttı.   O ana dek benim için 24 Haziran pazar çok değerli bir dostumun düğünü, sıcak bir yaz günü, gençler için üniversite sınavı ya da Dünya Kupasında sıkıcı grup maçlarından ibaretti.  “Ben siyasetle ilgilenmiyorum, işime gücüme bakıyorum” diyenlere PLATON’dan bu yana en büyük kapağı Erdoğan takmıştır, hem de defalarca!

Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle, tam 65 gün sonra Türkiye sandığa gidecek.  Seçmen hem hanedan kanı taşımayan ilk padişahını seçecek, hem de figürandan hallice milletvekillerini belirleyecek.  24 Haziran 2018’de sandığa gidecek olmamız erken seçim midir, baskın seçim midir?  Artık bunları tartışmanın lüzumu yoktur, anonim şirket gibi yönetilmesi hayal edilen ülkemizde patron ne derse o olur.  16 Nisan 2017 referandumuyla (bol manipülasyon ve eser miktarda hileyle) siyasi sistem hukuken olmasa da fiilen değişmiştir.  O günden bu yana Erdoğan cumhurbaşkanı, başbakan, başkomutan, başsavcı, yüksek yargıç, yüce din büyüğümüz vs…  kısaca PATRONDUR.   Patron uçmasa da, müritleri onun ses hızını aşabileceğine inanmaktadır ve karizmatik patronun çok müridi vardır.

Şüphesiz ki patron buraya cesareti, çalışkanlığı ve kural tanımazlığıyla gelmiştir.  Erdoğan ile sandıkta satranç oynamanın zorluklarını başka bir yazıda ele alacağız.  24 Haziran konulu bir yazı dizisine dönüşür belki..  Bugünkü konuyu Bahçeli’nin coşkusunun (kazananın yanında olma hevesinin) kökeninde yatan seçim sisteminin nasıl hayatımıza girdiğini ve sandıklarda harcadığımız zamanın neden bize olgun bir demokrasi getirmediğini hatırlatmaya ayırdım.

Türkiye’deki siyasi partilerin tamamını tasfiye eden ve son tahlilde siyasi yelpazede merkezin sağa kaymasına yol açan 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ilk genel seçim 6 Kasım 1983’te yapılmıştı.

Merhum Turgut Özal liderliğinde yeni kurulan Anavatan Partisi (ANAP) %45 oy ile 400 üyeli parlamentoda 211 sandalye elde etti.  ANAP’ın %45 oy karşılığı %52,7’sine hakim olduğu TBMM’de üç siyasi parti (ANAP, Halkçı Parti ve MDP) yer almaktaydı.

Tam 19 yıl sonra, 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimde ise yeni kurulmuş Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) %34,42 oy alarak 550 üyeli parlamentoda 365 sandalye elde etti.  Demokrasilerde eşine rastlanmayan ülke barajı %10’u sadece iki parti aşabildiği için, AKP %34 oy karşılığı TBMM’nin %66’sına hakim oldu.

Temsilde adalet & Yönetimde istikrar felsefesine atıfta bulunan 1982 Anayasasının ülkemize armağanı ANAP değil, 22 yıl sonra yarattığı AKP efsanesi olmuştur.  Çok partili demokrasiler tarihine geçecek başarıların mümessili AKP varlığını 1982 Anayasasının gölgesinde yapılan Seçim Kanunu ile Siyasi Partiler Kanununa borçludur.  “İstikrar” kelimesi o kadar çok telaffuz edilmiş ve işlenmiştir ki, ortalama üçte ikisi sağ tandanslı seçmene oylarını bir partide konsolide ihtiyacı daima hissettirilmiştir.  Hatırlanacağı üzere, 16 Nisan referandumunda da çok net bir ötekileştirme stratejisi izlenmiş ama en çok telaffuz edilen kelimeler “istikrar” ve “güçlü Türkiye” olmuştur.

Birinci partinin kimliğine göre renklendirilmiş Türkiye haritasına 3 Kasım 2002 seçim sonuçları üzerinden bakacak olursak, aşağıdaki tablo oluşmaktadır.

Görüldüğü üzere 2002-2015 arası Türkiye seçmen haritasının renkleri hemen hiç değişmemiştir.  Ege ve Akdeniz kıyılarına eklenen Trakya CHP’nin, Kürt nüfusun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu illeri Kürtleri temsil etme iddiasındaki siyasi hareketin, ülkenin geri kalan büyük kısmı ise Adalet ve Kalkınma Partisi’nin elindedir.  Yukarıdaki haritada kırmızı görünen Artvin ve Ardahan’da da 2015 genel seçimlerinde en çok oy alan AKP’dir. Peki 15 yılı aşan bu büyük başarının kökeninde ne yatıyor?

Öncelikle mevcut seçim kanunu ve siyasi partiler yasası insanları etiketlemeyi ve siyaseten ötekileştirmeyi teşvik etmekte hatta kesin başarı için adeta zaruri kılmaktadır.  Bu düzende %40 ve biraz üzeri oy alan herhangi bir parti tek başına iktidar olabilmektedir. Dolayısıyla iktidar iddiası taşıyan siyasi organizasyonlar her türlü manipülasyon & ajitasyon yöntemleriyle kemik oy kitlesi yaratmak üzere oyun planı kurarlar.  Parti ideolojisine koşulsuz bağlı ve/veya lider imgesine ölümüne sadık %40 kemik kitle yaratan parti bu döngüde sonsuza dek iktidarda kalabilir, nefret söylemine vardırdığı politikasını sorunsuzca yayabilir.   Türkiye’de demokrasinin kalıcı hale gelmesi, oynak zemine rağmen kökleşmesi ve yurttaş gözünde değer kazanabilmesi için atılması gereken ilk adımlar 1980 darbesinin ülkeye siyaseten verdiği zararın çok iyi irdelenmesi, ilgili kanunların mutlak surette değiştirilmesi, siyasi partiler dışında sivil toplumun güçlendirilmesi ve vasatlığın ödüllendirildiği yozlaşmış yapının tasfiye edilmesidir.  Sistemden beslenenler sistemi değiştirmeyeceğine, yönetme erkine sahip olmayanların sözü de boşlukta yitip gittiğine göre en büyük açmaz buradadır.

16 Nisan 2017’de yapılan referandumda ise siyasi partiler ve adaylar için oy kullanılmadı.  Dolayısıyla siyasi parti aidiyeti, politikacılar hakkındaki duygu ve düşünceler ikinci planda olmalı ya da o kampanya döneminde itinayla arka plana itilmeliydi.  EVET / HAYIR ikileminde seçmenin önüne konacak sorunun özü, yürütmeyi tek bir şahsın sorgulanamaz (denetlenemez) iradesine terk eden ve saltanatı andıran başkanlık sistemi ile mevcut parlamenter düzenin aynen devamı şeklindeydi. Tam bu noktada, parlamenter sistemin sağlıklı işlemediği ve bugüne dek parlamenter demokrasinin güçlendirilmesi için yeterli çabanın sarf edilmediği özellikle hatırlanmalıydı.  Olmadı, aslında oluyordu ama mühürsüz zarfları bile es geçen hakemlerle (YSK) maçın neticesi belliydi.

AKP’nin 15 yıldır kesintisiz iktidarını sürdürdüğü, yürütmeye tamamen, yasama ve yargıya büyük ölçüde hakim olduğu, parti medyası, güdümlü basın kuruluşları ve devasa bir bütçe ile erişilmez bir propaganda kudretine hükmettiği, toplumun farklı kesimlerini değişik yöntemlerle beslediği veya baskı altında tuttuğu ve yetmezmiş gibi bunların üzerine OHAL rejimi dayattığı bir dönemde herkes elindeki senaryoyu oynamayı sürdürürse sandıktan çıkacak sonuç bugünden bellidir.  PATRON ilk turda seçilir.

Dolayısıyla yerleşik kalıpların dışında bir düşünce sistematiği geliştirmek hatta içine hapsedilmek istendiğimiz kutu hiç yokmuş gibi hareket etmeye çalışmak gerekmektedir.  Bugün kutudan çıkmak için şansı zorlamak mümkün iken, yarın kutu herkesin kendi hapishanesi olacaktır.

Devamı başka bir yazıda…

Rakibini seçemeyenlerin oyunudur futbol

Neydi Simon Kuper’in meşhur kitabının ismi? “Futbol asla sadece futbol değildir

Arjantinli teknik adam  Luis Cesar Menotti bunu bir adım ileri götürmüştür “yalnızca futboldan anlayan aslında futboldan da anlamaz” diyerek..

Fransız yazar ve filozof (aynı zamanda eski kaleci) Albert Camus hayata ve mecburiyetlere dair pek çok şeyi futboldan öğrendiğini söylerken, gösteriş ve sadeliğin aynı anda sahada yer alabilmesinden ve sonsuz olasılıkların varlığından etkilenen filozof ve edebiyat eleştirmeni Jacques Derrida hayatın saha çizgilerinin dışında aranmaması gerektiğine değinir.

Keşke bu güzel oyunu sadece saha içinde tutabilseydik ama mümkün olamıyor. Mesela 14 Nisan 2018’de futbolun çok sevildiği bir ülkede, bir siyasi partinin genel başkanı ve yürütme erkinin yegane sahibi olan şahıs şampiyonluk yarışında olan bir kulübün ismini zikrederek, partili gençlere stadyumu doldurmalarını emretti.

Bu beyanın arkasından türlü rivayet dile gelse de, konu inanın spor veya futbol değil, bir ülkenin sosyolojik olarak dönüştürülmesi ve siyasi hedeflere göre yeni “bişey” kurgulanma çabasıdır.

Bahsettiğimiz siyasi figür eski futbolcu Recep Tayyip Erdoğan..

15 Nisan 2018 akşamı GALATASARAY ile şampiyonluk yolunda kader maçına çıkacak Medipol Başakşehir kulübünden yana açık tavır alan ve bu yönde kitlesini mobilize eden açıklamayı yürütmenin başı (Reis-i Cumhur) olarak yapıyorsa hatalıdır çünkü tarafsızlık ve kamu görevi ortadayken böyle bir beyanda bulunması vazifesiyle bağdaşmaz.

Açıklamayı AKP genel başkanı olarak yapıyorsa, ki öyle görünüyor, siyaseten riskli bir hamledir, 3-5 bin Başakşehirli genci heyecanlandırmaya karşılık 3-5 milyon Galatasaraylıyı kırmış ve öfkelendirmiş olabilir (kaldı ki başka kulüp taraftarları da bu pozisyona tepki duyabilir)

Dil sürçmesi, maksadını aşan beyan ya da siyaseten rakipsiz olmanın getirdiği pervasızlık olabilir, bunu net olarak bilemeyiz

Biz Galatasaray özelinde bundan sonrasına bakalım kısaca:

a) Rakibimiz artık sadece Sayın Abdullah Avcı’nın takımı değildir, Beyefendinin işaret ettiği hükümet kulübü ve çevresinde yaratılmaya çalışılan suni futbol iklimidir. Herkes safını seçmekte serbest elbette. TFF, hakemler, gözlemciler, medya hatta bazı Galatasaraylılar dahi tereddüte düşebilir. Mesela Abdürrahim Albayrak’ın bu konuda ne diyeceğini ben merak etmiyorum, umarım konu hakkında halka açık şirketin yöneticisi olarak bir açıklama yapmama inceliğini gösterir!

b) 15 Nisan 2018 Pazar günü Türk Telekom Stadyumunda oynanacak süper lig maçında Başakşehirli AK gençlik deplasman tribününde liderlerinin adını haykırıp nazire yapar, stadın geri kalanı (ki yaklaşık 45 bin kişi) bu siyasi gövde gösterisini çok ağır protesto ederse nur topu gibi yeni bir krizimiz olur.  Malumunuz AKP genel başkanı son derece alıngan, öfkeli ve kinine sahip çıkmakla övünen bir liderdir.

c) Tribünlerde maç suhuletle tamamlanır ama müsabaka sonunda muhabirler mikrofon uzatır ve konuyu sual ederse çok dikkatli yorum yapılmalıdır.  Beştepe’de mukim zat-ı muhteremi kızdırmamak korkusuyla kabahatli çocuk gibi konuşmak da yanlıştır, siyasi parti mitinginden çıkıp gelmiş aktivist gibi bu muhataba ayar verme çabası da yanlıştır.  Hele maçı kazanmışsak tam bir “winner” üslupla her şeyin farkında olunduğuna vurgu yapılarak konu soğumaya terk edilmelidir.

d) Yerel yönetimin kaynaklarını sömürerek büyüyen ve daha sonra şirketleşen Medipol Başakşehir elinde UEFA Champions League biletiyle bu yaz yabancı sermayeye satılırsa ülke futbolunun kaderi değişecektir. Kirli veya temiz olmasına bakılmaksızın paranın futbola tamamen hükmetmesine dair endüstriyel propaganda kimilerinin arzuladığı noktaya varırsa kartlar yeniden karılacaktır ve emin olun bize düşen sinek ikili olur. Zira biz bazılarının burun kıvırdığı ve itinayla aşındırılan eski Türkiye’nin en kudretli spor kulübüyüz.  Nedendir bilinmez, ülkeyi ayrıştırmak pahasına uydurulmak istenen yeni Türkiye’de ise yerimiz merkezde değil, kenarda olacaktır.  Yıllardır kulübümüzde devam eden basiretsiz yönetim tarzı ve yaratılan finansal bataklık da bu ihtimali hazırlamıştır.  Galatasaray kırık kaburgasını herkesin bildiği güçlü bir boksöre benziyor aslında.  Doğru tedaviden kaçındığı için kendini sürekli kollamak zorunda ama ring rakiplerden kaçmak için çok küçük!

Ne siyaset derdimiz, ne de ticaret…. Elbette yine son sözü meşin yuvarlak söylemelidir.  15 Nisan 2018’de 90 dakikanın sonunda Başakşehir’i yenmek zorundayız ve GALATASARAY için artık şampiyonluk daha da değerli bir hedef haline gelmiştir.

Unutmayın, futbol asla sadece futbol değildir.

İ.B.R.A olmak ya da olmamak

İbra” Arapça bir kelime olup, beraat ile aynı kökten gelir.  Türkçe karşılığını “aklama, temize çıkarma, borçtan kurtarma, onaylama” olarak kabul edebiliriz.

Galatasaray Spor Kulübü üyelerinin bu kadarını bildiğine inanıyorum, devam eden satırlar hakkında ise kafaların karışık olduğunu düşünmek için çok sebep var.

Galatasaray Spor Kulübü Derneği tüzük hükümleri doğrultusunda yönetilir.  Tüzük hukuki kaynağını 5253 sayılı Dernekler Kanunu ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunundan alır.

Dernekler Kanunu ve Medeni Kanunda “ibra” kelimesine rastlayamıyoruz.  Bu durumda ibrayı anonim ortaklıklardaki ibra yani Türk Ticaret Kanunu üzerinden okumak doğru olacaktır.

Camiamız ne kadar farkındadır kestirememekle birlikte, dernek veya anonim şirketlerde ibra duygusal değil teknik bir olgudur.

Gelenek, görenek, maneviyat gibi kavramlarla karıştırılmaması gerekir.  Geleceğe dönük farklı hesaplarla kin güdülecek ya da sonsuz affedicilikle üzeri kapatılacak bir süreç de değildir.

İlgili yönetim dönemini ve aynı dönemde görev yapmış yönetim kurulu üyelerini ibra ettiğinizde ilgili tüm icraat, mali sonuç, hata, kusur ve eksikleri de aklamış / onaylamış / sahiplenmiş olursunuz.

Onaylamanın ötesinde benzer yönetim kararlarını, belki daha kötü mali sonuçları, aynı hata ve kusurları gelecekte de kabulleneceğinizi ve kulübün istikametinden memnun olduğunuzu ilan etmiş olursunuz.

İ.B.R.A nedir ?

Dört harfli ibra kelimesini kısaltma olarak kabul edelim bir an için

İ: idari karar ve işlemler

B: belgeler (Tüzük, fatura, makbuz, dekont, sözleşme vs.)

R: raporlar (faaliyet raporu, bütçe, denetleme kurulu raporu, bağımsız denetim görüşü vs.)

A: ahlaki zaaf, akıl noksanlığı, ağır vazife ihmali gibi kusurların varlığı ya da yokluğu

Böyle konumladığınızda ibrayı kavramsallaştırmak daha kolay hale geliyor.

Ya Galatasaray’daki İ.B.R.A genelde nasıl algılanıyor / şekilleniyor ?

İ: inkar ve iltimas (gerçekleri görmezden gelme, riskleri yok sayma, dost ve arkadaşları kayırma, şahsi çıkarları kollama)

B: bilgisizlik  (Tüzük başta olmak üzere kulübün belge ve raporlarına ilgi duymamak, vakıf olmamak kısacası okumamak)

R: riyakarlık (gerçek niyetlerin saklanması, çifte standart, ezberlenmiş tavırlar, ince hesaplar)

A: aldanma (yoğun propaganda tesiri altında kalıp ibrasızlık durumunun yaratacağı sonuçlar hakkında yanılgıya düşme)

31 Mart 2018 cumartesi günü Dursun Özbek yönetimi ve 2017 faaliyet yılı büyük oy farkıyla ibra edildi.  Aslında ibra edilen Dursun Özbek’in izahı mümkün olmayan başarısız performansı değil, onu seçtirmek için çalışan, seçtirdikten sonra başına üşüşen, 20 Ocak’taki erken seçimi sürpriz şekilde kaybedince ibra oylamasında rövanş için vaziyet olan kulüpteki yerleşik statükodur.

İbra oylamasının geç saate kalması nedeniyle o an salonda bulunan 900-1000 arası üyenin büyük çoğunluğu 2017 yılını “onaylamış” ve “aklamıştır”

Oylamaya katılan üyeler açık iradelerini bu şekilde göstermişlerdir, karar tamamen meşrudur.  Kararı teknik açıdan tartışmak zaman kaybıdır, eleştirmek ise anlamsızdır.

Mali sonuçları üyelere takdim eden kulüp başkanı Sayın Mustafa Cengiz’in 2011 yılındaki Adnan Polat ibra oylamasını kırgınlık doğuran bir ayıp ya da düzen bozucu kaos olarak görmesi ve bu bağlamdaki konuşması da üyeleri etkilemiştir.  2018 yılı kulüp denetleme kurulunun sunumlarını beraber ve solo şarkılar programına çevirmesi salonda kısmen tepki yaratmıştır.  İbra konusundaki sorunlu alanların tüzük maddelerine değil, magazin detaylara dayandırılması da sunulanları hafifletmiştir.

Oysa başta söylediğimiz ibra gerekçelere dayandırılması gereken bir kavram, örneğin Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 13 Mayıs 2013 tarihli anonim şirketlerde ibraya dair kararında:

Genel kurul tarafından verilen ibra kararlarının hukuki sonuç doğurabilmesi için ibranın açık ibra, yani somut olayların tartışılıp değerlendirilmek sureti ile ilgililerin ibrasına karar verilmesi gerekmektedir.” denilmiştir.

Galatasaray’ın gerçeklikten kopup manasız çekişmelerin içine savrulması, incir çekirdeğini doldurmayan lafların / devede kulak rakamların gündem olması; ibra edildikten sonra vakur bir ifadeyle teşekkür eden nice başkanı görmüş bu gözlerin derbi maçın son dakikasında galibiyet golü atmış gibi sevinen sabık başkanın hırsına şaşırmasına engel olamadı.

Re Re Re Ra Ra Ra diye tempo tutarak sevinen ve ömürlerini kulüpten maddi – manevi beklenti umuduyla geçirenleri Mayıs ayında sandık başlarında da göreceğimize emin olabiliriz.   Bu kitle sahnede yumruk şov yapan Dursun Özbek’in etrafında yine kenetlenecektir.  Dursun başkanın yeni dönem seçim sloganı da benden olsun, hafızası zayıf seçmen bu öz güvene bayılacaktır, eminim.

YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN TEMİNATIDIR