Yazı dizimizin ikinci halkasında muhalefet partilerinin erişmekte zorlandığı kitleyi tarif etmiş, onlarla temas kurulması gereğine değinmiştik. Şimdi de 24 Haziran 2018’de sandığa gidecek insanların sorduğu ve/veya muhatap olduğu en basit, en yüzeysel, altı sıradan soruyu biraz kurcalayalım. Bunları ve ötesini düşündüğümüzde seçim kampanyasının adımları da şekillenmeye başlayacak.
İlk soru “ülkeyi kim yönetiyor?”
Buna “hükümet” veya “TBMM” cevabı veren neredeyse yok, hemen herkes ülkeyi tek bir kişinin (R.Tayyip Erdoğan) yönettiğini düşünüyor. Dolayısıyla başkanlık sisteminin dezavantajı, ortalama seçmen gözünde “zaten tek kişinin ağzına bakıyor tüm sistem” olarak algılanıyor. Yani değişen bir şey olmayacak, niteliği belirsiz değişimin korkutucu riski söz konusu değil. Öte yandan muhafazakar seçmen Erdoğan dışında başka bir Ak Parti üyesine bu hükümranlığı vermek konusunda oldukça mütereddit, karşı cenah olarak gördüğü siyasi çizgiden birinin başa geçmesini ise felaket olarak niteliyor. Erdoğan’ın ölümsüz olmadığını ve karizmatik liderlerin siyaset sahnesinden çekilmesini müteakip yaşananları işlemek düşünülebilir.
İkinci soru “milletvekillerinin etkisi & katkısı & faydası nedir?”
Milletvekilleri liderlerin işaret ettiği şekilde parmak kaldırıp indiren, yasama faaliyetinin edilgen figürleri, bağımlı değişkenleri olarak algılanıyor. Özellikle son dönemde AKP’nin ülkenin önemli meseleleri TBMM’de genel görüşme konusu bile yaptırmaması, hayati anayasa değişikliği görüşmelerinin medyada canlı yayınlanmaması, milletvekillerinin türlü pazarlıklar içinde olduğu algısı bu kanaati pekiştirmiş durumda. Dolayısıyla TBMM’nin pratikte devre dışı kalması vahim bir durum olarak algılanmıyor. Buna rağmen AKP’nin “yasama güçlenecek, milletvekilleri kanun yaparken daha bağımsız olacak” söylemi, milletvekilleri istifa etmedikleri takdirde artık bakan olamayacağı için 16 Nisan referandum kampanyasında inandırıcı olmaya en yakın önerme olarak öne çıkmıştı. Asgari müşterekler çerçevesinde elden kayıp giden ülkeye sahip çıkması umulan muhalefet partileri, 24 Haziran’da 600 vekile çıkacak TBMM’de salt çoğunluğu elde ettiklerinde Türkiye’nin huzuru, refahı ve iyileşmesi için ne yapacağını çok iyi anlatmak zorundadır.
Üçüncü soru “muhalefet ne işe yarıyor ki?”
Tek parti iktidarlarında “kudret” tamamen aritmetik dengeye indirgeniyor.
CHP meclis araştırması istiyor, AKP oylarıyla reddediliyor.
HDP bir bakan hakkında gensoru istiyor, AKP oylarıyla reddediliyor.
MHP zaten ümidini ve ikbalini Erdoğan’a bağlamış dolayısıyla AKP ne isterse mecliste o görüşülüyor, sonunda onların dediği oluyor.
Ortalama seçmen; bağıran, çağıran, itiraz eden, durdurmaya gayret eden, muktediri yavaşlatarak hizmet ulaşmasını geciktiren faydasız bir muhalefetin varlığına inanmaya başlıyor. Dolayısıyla yürütmenin denetimsiz & kontrolsüz güçlenmesini risk olarak görmüyor hatta işlerin hızlanacağını düşünüyor.
Muhalefet partileri somut hizmetlere yönelik önerilerini, zamanında yaptığı uyarıları yeniden hatırlatmalıdır. Asla ideolojik değil ama gündelik yaşam pratiğine dönük daha kaliteli hizmet sunulması ve kamu kaynaklarının etkin kullanılması için geçmişteki çabalarını ve zamanın haklı çıkardığı argümanlarını kamuoyuna yeniden sunmalıdır.
Bunlara ek olarak sunulabilecek siyasi örneklere gelirsek; Fethullah Gülen’e, Ergenekon-Balyoz davalarına, samimiyetten uzak gizli pazarlıklarla yürüyen çözüm sürecine, BOP adı verilen ABD mahreçli projeye her zaman şüpheyle yaklaşmış, karşı çıkmış, iktidarı uyarmış kişiler ve partiler haklıydılar, zaman onların haklılığını tekrar tekrar ispatladı.
Dün EVET kampanyası yapanlar, bugün 24 Haziran oldu bittisine imza koyanlar, zamanında tüm bu hayati konularda yanıldılar, “bizzat savcısı” oldukları, “emri ben verdim” dedikleri konularda geri adım attılar, “yanılmışız Allah bizi affetsin” dediler. Bugün seçilmek için herkese mavi boncuk dağıtırken yarın pişman olmayacaklarının, ülkeyi yeni bir çıkmaza sokmayacaklarının garantisi var mıdır?
Elbette yoktur.
Dördüncü soru “Türk tipi başkanlık sistemi iyi olacak, hem koalisyon dönemlerinde çok çekmedi mi bu millet?”
Biraz karikatürize edersek bu söylem şuna evriliyor:
“1.köprüyü tek başına iktidar olan Demirel yaptı, solcular karşıydı. 2.köprüyü tek başına iktidar olan Özal yaptı, solcular karşıydı. 3.köprüyü tek başına iktidar olan Erdoğan yaptı, solcular yine karşıydı. Tek parti iktidarları büyük eserlere imza atarken, İstanbul’un ihtiyaçlarını bile anlamayan solcular sadece boşa kürek çekti.”
Koalisyon hükümetlerinin başarısız, yetersiz, beceriksiz olduğu ve ülkeyi kaosa sürükledikleri o kadar sık anlatıldı ki, sağ bir partide oyların konsolide edilmesi gereksinimi bir taraftan da başkanlık modelinin kapısını açtı.
Batı demokrasilerinde başarıyla yürüyen koalisyonların altında seçmene hesap verme zorunluluğu ve kökleşmiş demokrasi kültürü yatmaktadır. Bu anlamda Türkiye’de eksik olan, seçmeni doğru bilgilendirmeyi vazife bilen ve yaptıklarının sorumluluğunu üstlenen nitelikli siyasetçilerin azlığıdır. Hatasını kabul etmenin erdem değil zayıflık olarak görüldüğü, kimsenin istifa etmeyi aklından geçirmediği bir ülkede suçlu koalisyon ihtimalleri değil siyasi kültürdür.
Beşinci soru: “AK Parti bu millet için gece gündüz çalıştı, Türkiye nereden nereye geldi, yollar-köprüler-altyapı yatırımları, bunları görmüyor musunuz?”
Bu sorunun cevabı ülkedeki vatandaşlık bilinci ya da devlet – birey ilişkisinde gizli. Örneğin ABD’de “citizen” bile olmaktan önce “tax payer” olduğunu bilen seçmen ödediği vergilere karşılık alması gereken hizmeti lütuf gibi sunan siyasetçilere uzaylı görmüş gibi bakıyor. Kabul edilmeli ki, liderini parlatmaktan sonra AKP’nin en büyük propaganda başarısı; fizibilitesi eksik, çevreyle uyumsuz, ekonomik model olarak kamu zararına olan icraatlarını bile “başarı hikayesi” olarak sunabilmesidir. Burada halkın vergileriyle finanse edilen bu yatırımların kullanım ömürleri, çevresel etkileri ya da gerekliliklerinden ziyade “yandaş müteahhitleri” zengin etme maksadıyla kurgulanmış sakat finansman modellerini eleştirmek ve “ideal koşullarda nasıl yapılmalıydı, kaynak nereden yaratılmalıydı, biz daha iyisini yaparız çünkü…” konusunu işlemek daha çok ses getirecektir. Başta CHP olmak üzere ülkeyi yönetme iddiasında olan tüm organizasyonlar, halka ulaşan ve bir şekilde memnuniyet yaratan hizmetlere sıradan cümlelerle burun kıvıran muhalefet partisi olmaktan çıkmalıdır.
Altıncı soru: “Erdoğan terörle mücadele etme kararlılığına sahip, dış politikada dünyaya meydan okuyor, PKK + FETÖ’yü ancak o ve ekibi bitirir, zaten 16 yıldır Reis’in alternatifi yok, VAR diyebilir misiniz”
Gündemin çok hızlı değiştiği, ülkenin oradan oraya savrulduğu dönemde, gelişmeleri takip etmekten yorulan seçmenin kısa erimli hafızaya sahip olduğunu unutmamak gerekiyor. Bölücü terörün Güneydoğu Anadolu’da her sokağa nüfuz etmesine, il ve ilçelerin savaş alanına dönmesine yol açan sahte barış süreci bir yanda; yıllar boyu Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi diye hürmet gören T.C. düşmanı emekli vaizin paylaşılamayan dersaneler rantı üzerine önce paralel devlet yapılanması, sonra da FETÖ olarak ilan edilmesi bir yanda…
Herkesin kolaylıkla ve yıllarca kandırabildiği birinin sergilediği kararlılık olamaz, o anki bıçkın (Kasımpaşalı) tavırları bir yerlerde gururunuzu okşuyordur, o kadar. Bunu sıklıkla ve hiç çekinmeden anlatmak gerekiyor, AKP’nin dış politika ve iç güvenlik konularında hem tutarsız, hem mantıksız hatta bazı durumlarda ülkeye zarar veren illegal odaklara kör bakmış olduğunu tekrar tekrar müşahhas örneklerle aktarmak / hafızaları tazelemek şarttır. Yenikapı ruhu diye pompalanan atmosferin, zeytinyağı gibi üste çıkmak çabası olduğu; bir zamanlar ülkeyi birlikte parselledikleri gizli ortaklarına hitaben söylenen “ne istediler de vermedik” cümlesinden bellidir.
Merhum Prof.Necmettin Erbakan’ın yıldızının bir türlü barışmadığı Fethullah Gülen adlı iblisin 28 Şubat post-modern darbesi ertesinde, yeterince nüfuz edemediği Refah Partisi yerine, partiden ayrılan gençlerin kurduğu Ak Parti’ye tüm desteğini vermesi acaba tesadüf müydü, yıllarca sorunsuz devam eden Pennsylvania – Söğütözü ortaklığının temeli ilk ne zaman atıldı ?
Irak ve Suriye politikalarında başarısızlığa uğrayan AKP’nin bir gün Rusya, bir gün ABD, bir gün Barzani, bir gün Körfez ülkelerindeki Vahhabi blokuyla birlikte oluşu Türkiye’nin çıkarlarını maksimize etme çabası mıdır yoksa mat olmadan önce yapılan son satranç hamleleri midir?
Beşar Esad’ı devirme hevesiyle sırtı sıvazlananların yangın yerine çevirdiği ülkeden kaçmak zorunda kalan 3,5 milyon Suriyelinin vebali kimdedir, bizzat ilgili bakanların ifade ettiği şekliyle %80’lik bölümü Türkiye’de kalmak isteyen bu insanların akıbeti ne olacaktır, yaratacakları bütçe yükü ve topluma çıkaracakları sosyal faturayı kim ödeyecektir ?
Samimiyetten uzak çözüm sürecinde “siz tetiğe basmazsanız biz de size hareket özgürlüğü sağlarız” pazarlıkları sonucu terör örgütü PKK il ve ilçelerde büyük bir alan hakimiyeti sağlamadı mı? Yöre halkının çektiği acıların, ayaklanmaya dönüşen bu terör dalgasının bastırılması için canından olan güvenlik güçlerinin sorumlusu kimdir? Hangi devlet kendi sınırları içinde illegal bir terör organizasyonunun yapılanmasına, yol kesmesine, vergi toplamasına, asfalt yolları tuzaklamasına bu kadar kayıtsız kalabilir ?
En son Afrin’e yönelik Zeytin Dalı harekatı sınırlarımızın düşman unsurlar tarafından çevrildiği kabulüne istinaden askeri bir zorunluluk muydu yoksa bizzat Erdoğan’ın deyimiyle partilerindeki metal yorgunluğunu atma vesilesi miydi? Sınırlarımızın hemen ötesinde böyle büyük bir tehlike adım adım oluşurken, metre metre kazılırken akıllar neredeydi? ABD-Büyük Britanya-Fransa troykasının Şam yönetimini hedef alan hava saldırısını T.C. Dışişleri Bakanlığı “insanlığın vicdanına tercüman olan ve memnuniyet verici” bulurken, üç gün sonra Erdoğan’ın “Gel vur burayı, ondan sonra barış de. Olmaz olsun böyle barış” demesindeki tutarsızlığın izahı nedir? Bu hava saldırısına dek İran ve Rusya ile elele poz veren ülkenin, Tomahawk füzelerini gördükten sonra NATO üyesi olduğunu hatırlaması acıklı değil midir? Afrin’e Moskova’nın oluru ile girenler artık Putin ile iş tutabilecek midir?
Bu ve bunun gibi yakıcı soruların “şahsiyetleri doğrudan hedef almadan” ama yanlış hesabın (mesela stratejik derinlik / değerli yalnızlık vs.) sadece Bağdat’tan değil her yerden döneceğini vurgulanarak tekrarlanması gerekiyor, bu hususta çekingenliğe mahal yoktur.
Başarılı belediyecilik geleneğinden doğan AKP’nin asfalt ve betonla hiç bitmeyen aşkı, ülkenin gerçek manada kalkınmasına, muasır medeniyet seviyesine yaklaşmasına, gelirin adil dağılımına, iç barışın sağlanmasına, dış politikada saygın bir tutum takınılmasına asla yetmemektedir. Peyderpey tasfiye edilen Gülen müritlerinin yerine benzer deneyimde ama bu kez vatanperver & güvenilir kişiler yerleştirilememesi bu çıkmazı daha da derinleştirecektir.
Aslında bu altıncı soru gerçek hayatın içinde hakiki bir illüzyon yaşadığımızın göstergesi dolayısıyla bu sorunun alt kırılımlarına biraz daha vakit harcayıp Erdoğan kültünü iyi analiz etmek gerekiyor.
ERDOĞAN tipi liderlik konusu serinin dördüncü yazısında…