10 transfer / 10 hafta / Üç kırık kaburga

Çocukluğumuzun güzel oyunu futbola dair sevemediğim dönem transfer mevsimidir.

Genelde kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla futbolcuların büyük yıldız ya da işe yaramaz olduğu peşinen ilan edilir, kulüplerin geleceğini ipotek altına sokacak ölçüde havaya saçılan milyonlar pek önemsenmez, menajerlerin şişirdiği / muhabirlerin uçurduğu balon haberler medyayı kaplar, çoğu futbol seyircisinde histerik tepkiler görülür, attıkları imza kurumamış oyuncular ya anormal beklentilerin ya da  ölçüsüz tepkilerin hedefi olurlar. 
 
Bayram nedeniyle bu yıl sekiz gün uzamasını saymazsanız, aslında transfer dönemi 1001 sürprize gebe futbolun en bilindik, en sıradan dönemi…
Türkiye’de parası çok olan kulüpler çok harcar, zevahiri kurtarmak zorunda olan kulüpler hesapsızca harcar, arada birileri mutlaka yolunu bulur, kaç futbolcu alınırsa alınsın taraftarın bir kısmı da tatmin olmaz ve daha fazlasını ister.   
Yıllardır tekrarlanan ama nedense hatırlanmayan gerçek ise sahaya fiyat etiketleri ya da milyonluk kontratlar çıkmaz. İnsana yapılan maddi yatırımın amacı da, maksimum rating elde ederek transfer şampiyonluğuna ulaşmak olamaz.
 
Transfer mevsimleri ve lig başlangıçları olarak Galatasaray’ın yakın geçmişini kısaca hatırlayalım.
Mayıs 2017’de tüm şimşekleri üzerine çeken, adeta ablukaya alınan kulüp başkanı Dursun Özbek ve yönetimi, Ağustos 2017 sonunda hani neredeyse övgülere sıra numarası dağıtır hale geliverdiler.
Arada ne olduğunu biliyoruz, 10 yabancı futbolcu transfer edildi, takımın omurgası büyük ölçüde değişti, lig başlangıcı ilk üç maçta üç galibiyet gelirken, 10 gol karşılığı 9 puan elde edildi.
Peki geçen sezonu hatırlıyor musunuz?
Mayıs 2016’da yine çok eleştirilen hatta yerden yere vurulan Sayın Dursun Özbek ve arkadaşları, Ağustos 2016 sonunda dümeni düzeltmişlerdi.
O üç aylık dönemde de 7 futbolcu transfer edilmiş,  Riekerink yönetiminde TFF Süper Kupa kazanılmıştı.
 
Bu yazının kaleme alındığı tarih itibariyle Süper Ligde 10 hafta geride kaldı, maratonun neredeyse üçte biri tamamlandı diyebiliriz.  Galatasaray bu on haftalık dönemde 7 galibiyet, 2 beraberlik (Antalyaspor / Fenerbahçe) ve 1 mağlubiyet (Trabzonspor) ile lider konumda.  Lig yarışında yeterince kilometre yapıldığına göre, bu yaz döneminde alınan futbolculara dair oluşan taze izlenimleri değerlendirmek için uygun zamandır, gelin sırayla bakalım.
 
GOMIS: Takımın enerjisi hatta ruhu olabilecek oyuncu, üst düzey golcü.. Çalışıyor, didiniyor, sahada ekmeğinin peşinde. Aleyna Tilki’den “O sen olsan bari” şarkısını seviyor, galiba beklediğimiz santrfor gerçekten o. Keşke 26-27 yaşındayken alabilseymişiz. Yalnız şu var ki, takımın gol umuduyken ve sahada ter dökerken vakitsiz / lüzumsuz kenara alınması oyuncuyu küstürebilir, Tudor’la aralarında yükselecek gerilimi Hırvat hoca yönetemez.  Gomis’in alternatifi Eren Derdiyok’un futbolu unutmuş görüntüsü düşünüldüğünde, büyük boy nazar boncuğu ile gezmesi elzem görünmekte.
 
MARIANO:  Yıllardır sağ bek diye izlediğimiz oyuncuların aslında sağ bek olmadığına bizi ikna etmiş görünüyor, işini yapıyor, teknik ve mücadeleci.. İleri çıktığında da etkili sağ açık performansı verecek kadar ayaklarına hakim Brezilyalı futbolcu.  
 
FERNANDO: İlk 10 haftaya bakacak olursak “yılın transferi”… Saha görüşü, alan kontrolü, rakibi yıldırması, pas arası yaparak top çalmaları, oyun kuran pasları ile bölgesine alınabilecek en iyi isimlerden biri olduğunu gösterdi.  Arkaya fazla gömülmediği dakikalarda pırıltısı artıyor.  Taraftarda yıllardır süren Melo hasretini dindirebilir.  Hani Yıldırım Demirören ile karşılaşsa elini sıkmamazlık etmez, kibarca tokalaşır, düzgün bir İngilizce ile lafını sokar, yürür gider gibi geliyor insana. Nazar değmesin, kadroda kesinlikle alternatifi yok.  Sürekli formda olmalı, daima ilk 11’de bulunmalı çünkü takımın kilit taşı.
 
MAICON: Kariyeri Brezilya ve Portekiz’de geçen stoper ilk defa ana dilinin konuşulmadığı farklı bir futbol ikliminde, aslında adaptasyon süreci devam ediyor diyelim. Gamsız Kamerunlu Aurélien Chedjou ile elbette mukayese edilmez ama 90 dakika içinde ağır hatta savruk göründüğü anlar da var.  Yanındaki stoperlerden net olarak daha iyi fakat sahadaki konumu itibariyle geçilmez bir kale gibi olması gerekiyor, zamanla daha iyi olmaması için sebep yok. İleri çıkışlarında gayet etkili olabildiğini de eklemeden geçmeyelim.
 
BELHANDA: Doğuştan yetenekli olduğuna itiraz edilemez ama son yıllarda değiştirdiği kulüplerde istenmedi. Kariyeri net biçimde düşüşe geçecekken kimsenin ödemediği bonservis bedelini ödeyen Galatasaray ile 4 yıllık kontrat imzaladı.  Erken konuşmak yanlış olur ama süper kreatif bir 10 numara olmadığını, formda bir Sneijder olamayacağını, top rakipteyken etkisiz olduğunu kabul etmek gerekiyor.  Saha içi performansını olduğundan parlak gösteren bazı istatistikler ileri sürülse de, kritik pozisyonu ve ona bağlanan umutlar düşünüldüğünde naçizane futbol kantarımda “yanlış seçim – hesapsız transfer”
 
N’DIAYE: Hevesli, mücadeleci, korkusuz orta saha oyuncusu ama Galatasaray’ın aradığı 8 numara değil çünkü oyunun temposunu eline alabilecek bir oyun olgunluğuna sahip değil.. Sahada ani parlamalarla göze hoş gelen işler yapan, seyircileri heyecanlandıran bir oyuncu, öte yandan oyun aklı kısıtlı, kontrolsüz ve herhangi bir 90 dakikada kırmızı karta en yakın oyuncularımızın başında geliyor. Badou N’Diaye 27 yaşında, 2012 yılında Selçuk İnan da 27 yaşındaydı. İki 8 numarayı aynı yaştaki performanslarıyla mukayese edersem tercihim net Selçuk İnan olur.  Performansı kenara koyarsak, N’Diaye transferindeki izaha muhtaç ilişkiler ve ortaya çıkan akıl dışı maliyet ise benim gözümde “şüphe uyandıran işlem” kategorisinde
 
FEGHOULI:  Premier League kulübü West Ham’dan gelen 28 yaşındaki Cezayirli oyuncuya bonservis ödeyen ilk kulüp Galatasaray, kontratı 5 yıllık, maaşı da yüksek.. Potansiyeli olan, hızlı ve becerikli kanat oyuncusu, dilerim çabuk adapte olur ve takıma büyük katkıda bulunur.  Sağdan yüklenen, genelde rakibi çökerten takımı görünce keşke sol ayaklı olsaymış demekten de alamıyor insan kendini.  Trabzon deplasmanında gördüğü kırmızı kart, saha içi terbiyesizlikten ziyade itilip kakılan takım arkadaşına sahip çıkma öfkesi olarak görülmeli.. Performans sürekliliği ise gelecek haftalarda netleşecek, ülkedeki futbol ikliminin Sofiane’yi oyundan düşürmemesini dileyelim.
 
DENAYER:  Galatasaray’a gelmek için adeta çırpındığı için taraftarın çok sevdiği Belçikalı Jason kardeşimiz, 17-18 yaşlarındayken dikkat çekmiş olabilir.  Galatasaray’da bir önceki döneminde vasat stoper / kötü sağ bek tadı bırakmıştı.  Yerinde oynatılmadığına dair eleştiriler de hatırlanacaktır.  İngiltere’de forma bulamadığı için tekrar Galatasaray’a geldi. Kafa topuna çıkamamak ve pozisyon alamamak gibi ciddi defolarının yanı sıra, sezon boyunca “Denayer tipi sevimli hatalar” a çok rastlayacağız gibime geliyor.  Kiralık olması iyi, bonservisi alınıp yatırım yapılacak futbolcu değil.
 
LATOVLEVICI:  Juventus uzun süre peşinden koştuğumuz Asamoah’ı bırakmadığı için Florya’ya kapağı atan Tudor’un eski öğrencisi.  31 yaşındaki Romanya patentli sol bek her haliyle standart bir futbolcu.  Kontratının sonunda Galatasaray’dan ayrılacak ve iz bırakması beklenmeyen futbolcular serisinden.  Mevcut kadroda Martin Linnes ile çekişiyor, anlık form durumu kimin forma giyeceğini belirler.
 
CARRASSO:  Galatasaray bir türlü Türkiye’de ikinci kaleci bulamadığı için transfer edilen Fransız file bekçisi kariyeri ve deneyimiyle güvenilir bir seçenek olabilir.  Ligimizde haksız rekabet unsuruna dönüşen Muslera’nın performansı ve devamlılığı düşünülürse, yabancı kontenjanını idman maçlarının kalecisi olarak doldurarak Galatasaray macerasını tamamlar.
 
 
10 yabancı transferle takviye edilen kadronun ilk 10 haftaki performansı sınıfı geçer, ligdeki sıralaması liderlik, peki neden 10.haftada gelen ilk mağlubiyetle omuzları düştü bazı Galatasaraylıların?   Niçin birileri aniden umutsuzluğa kapıldı, söylenmeye başladı, ne oldu da eleştiri dozu geometrik olarak arttı ?
Bu genetik bir problem mi, kötü bir alışkanlık mı yoksa izledikleri filmin mutsuz sonunu tahmin etme sıkıntısı mı?
Takımın gerileyen total performansı, iyi işleyen A planına rakiplerin daha sıkı önlem alması, UEFA ön eleme maçları için sezonu erken açan Galatasaray’a diğer takımların fizik güç olarak yetişmesi dışında üç temel sebep sıralanabilir.  Bu üç sebep, Mayıs ayında ünvan maçına hazırlanan boksörün iyileştirmek zorunda olduğu üç kırık kaburga gibi..
 
1- IGOR TUDOR
Karabükspor’un başındayken takımına özellikle iç sahada oynattığı etkili futbol ve sosyal medyada estirilen rüzgar neticesi 15 Şubat 2017’de Galatasaray ile 1,5 yıllık sözleşmeye imza attı.  Hırvat hocanın başarılı olup olamayacağı ilk günlerde merak edilirken, cevabın “1-2 kaybedilen Kayserispor maçı kazanılsaydı Riekerink bey gönderilir miydi?” sorusunda gizli olduğunu düşünüyordum.  Kısacası anlık kararlarla sağa sola savrulan yönetim tarzı düşünüldüğünde, ikisinin de cevabı “hayır” idi benim için.  
Igor Tudor, 14’ü geçen sezon olmak üzere Galatasaray’ın başında 24 süper lig maçına çıktı.  Bu yaz takımı hazırladı, Östersunds faciasına imza attı, süper lige ise fırtına gibi girdi.  10 yeni transferle omurgasını değiştirdiği takımıyla arası iyi görünüyor.  
Gel gelelim Igor Tudor her daim koşturmak istediği takımını hafta içi iyi hazırlarken, 90 dakikanın ilk düdüğüyle beraber heyecanlı bir amatöre dönüşüyor.  Teklediği anlarda A planına müdahale edememesi, kader maçlarının kırılma anlarında kendini “yok” yazdırması, anlaşılmaz oyuncu değişiklikleri, saha kenarındaki hali / tavrı, maç sonu açıklamalarıyla taktik uzmanı olmadığı, oyunu okuyamadığı izlenimi veriyor.  Orta sıralara razı bir takımda ya da her şeyin tıkır tıkır işlediği bir düzende bu zaaf belki tolere edilebilir ama şampiyonluk dışında çaresi olmadığını bilerek ince bir buz tabakasının üzerinde kramponla çapraz koşular yapan Galatasaray’da buna yer yok.
Teşbihte hata olmaz dersek; hedef maçlardaki teknik adamlık performansıyla vatandaşı Slaven Bilic’e, teknik adamlık söylemi olarak Türk futbolunun antik döneminden Branko Stankovic’e, saha kenarındaki hal ve tavırlarıyla oyundan alınmasına içerlemiş kilolu stopere benziyor.  Galiba problem, Igor Tudor’un Hırvatistan ve İtalya gibi iki önemli futbol ekolünde oyuncu olarak bulunmuş çalışkan bir antrenör olmasına rağmen çok boyutlu rekabetin kaygan zemininde ayakta kalacak becerikli yönetici ve üst düzey teknik direktör olamaması. 
Yolun başlarında olan 39 yaşındaki Tudor bir gün başarılı bir teknik direktör olur mu bilmem ama Mayıs 2018’de sona erecek kontratının uzatılmaması Sayın Dursun Özbek’in doğru tercihlerinden biridir.  Süper Ligde sezon sonu alınacak dereceden bağımsız, Galatasaray Sportif A.Ş. aldığı idari ve mali risklerin karşılığında ulaşabileceği en iyi teknik kadro ile çalışmalıdır, bu kişiler Tudor ve ekibi olamaz. Öte yandan lig yarışının ortasında ve kulüp seçimlerine 7 ay kalmışken asla hoca değişikliği yapılmamalı, sezon mutlaka Tudor ile tamamlanmalıdır.  Yönetim kurulunun kısa vadede yapması gereken tek değişiklik Tudor’a Hırvatça bilen çok iyi bir tercüman bulması, İngilizce kelime haznesi kısıtlı olan hocayı “Mert ile yaratıcı tercüme denemeleri” azabından kurtarması olur.
 
2- YEDEK KULÜBESİ
Şampiyonluğun en güçlü adayı Galatasaray, ligin en zayıf yedek kulübelerinden birine sahip.  Uzun lig maratonlarında ilk 11’ler değil, en azından 18 kişilik kadroların yarıştığı düşünülürse bu dezavantaj tüm Galatasaraylıların kafasını kurcalıyor.   Oyuna girmek için sıra bekleyenlerin “hamle oyuncusu” olmamasının dışında, geçtiğimiz sezonları hatırlayan taraftarların çoğu kulübe gediklilerinin yüzünü görmeye bile tahammül edemiyor.  Yabancı oyuncu sınırı ve mali koşullar nedeniyle kulübeyi kısa vadede değiştirmek mümkün olmadığına göre, bu kısırlık ve geçimsizlik önemli riskler barındırmakta.  Galatasaray’ın tek ciddi kulvarda mücadele etmesi, enerjisini bölmek zorunda kalmaması ise bu riskin görünür tek ilacı şu anda.
 
3- YÖNETİM KURULU
Geçtiğimiz iki sezonda futbola dair skandala varan kararlara imza atan mevcut kulüp yönetimi, bu yaz transferlerde isabet oranı olarak yüzleri güldürdü.  Florya’dan uzaklaştırılan kardeş Mehmet Özbek, Levent Nazifoğlu faciasından sonra Cenk Ergün çizgisi derken çıtayı yükselttiler.  Östersunds krizine pahalı transfer merhemi sürüldü, lig başlayınca algı olumlu yönde değişti.  Takımın rüzgarıyla teknenin tüm yelkenleri dolarken, haftalar geride kalıp da kıyıdan uzaklaştıkça rüzgar sertleşiyor.  Hava bulutlanmaya başladı.  Sahadaki sorunları futbol direktörü ve Tudor çözecek, yönetim mayın tarlasından şarkılar söyleyip geçerken nakit akışını da çözecek.   Fakat ülke futboluna has bir kangren var ki, bununla mücadele etmek tecrübe, strateji ve kararlılık istiyor.  Süper Ligde hiç olmayan hakemlik standardına, çok bariz biçimde Galatasaray aleyhtarı kamuoyu yaratma kampanyası eklendi.  İstiklal marşı söyleyemeyen yabancı futbolcu vurgusu, oluşan puan farkının sun’i olduğuna dair imalar, rakip takımdaki oyuncunun aldığı müsabakadan men cezasının Galatasaray derbisine olan mesafesinin ince ince hesaplanması, spor kulübünü siyaset çukuruna çekmek için klasik akıl oyunları ve iftiralar, hakemlerin Galatasaray’ı durdurmak için koşullanmış birer engel gibi algılanmaya başlaması, Florya’daki sporcuların “neler oluyor dışarıda” sorularına fazla takılması gibi olumsuzluklar peş peşe geliyor.  Çok bağıranın daha çok duyulduğu, kapı arkasında iş bitirenin ayıplanmadığı , kirli futbol düzeninin rezil aktörlerinin halen itibar görebildiği ülkede spor yapmak, adil rekabetten yana olmak hiç kolay değil.  Dolayısıyla Florya’daki pahalı insan kaynağının dizginlerini elden kaçırmaksızın, rekabette belden aşağı vuranlara karşı tedbirler almak gerekiyor.
Ve bu tedbirler Florya’da barbekü partisi vermek ya da Florya’ya postu serip komik motivasyon konuşmaları yapmak değil… 
Mesela kitle iletişimi konusunu “stratejik üstünlük” kozu haline getirmeyi düşünerek başlayabilir Galatasaray yönetimi…
 
Galatasaray güçlü yönlerini ön plana çıkarır, kırık kaburgalarına sert yumruklar almazsa 21.lig şampiyonluğunu kazanacaktır.
Şartlar öyle getirdi ve şampiyonluk öyle bir hedef haline geldi ki, Galatasaraylıların kupa beklentisinin dizeleri: “biz sana mecburuz, bilemezsin” 

KOÇ Holding ve GALATASARAY Spor Kulübü

Yıllar sonra yakın dönem tarihi hakkında araştırma yapmaya niyetlenenler bu yazıya denk gelir mi bilemiyorum ama 23 Ekim 2017 günü Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu rota veya irtifa hakkında iki çarpıcı örneği önümüze koydu.

Bu iki örneğin ortak noktalarına baktığımızda hedef gösterme, manipülasyon, dezenformasyon, histeri, bol miktarda paranoya izine rastlıyoruz.

Aslında hepimizin talihsizliği şu ki; önce dizayn edilen sonra da çarpıtılan algıların, gözler önündeki hakikatin önüne kolaylıkla geçiverdiği bir dönemde yaşamak durumundayız.

Çamur at, izi kalsın” zihniyeti uzun zaman sonra en verimli dönemini yaşamakta, tutkala benzeyen kıvamla hazırlanan iftira çamuru sonunda muhakkak din / siyaset / terörizm üçgeninde uygun bir noktaya adresleniyor.

Bermuda şeytan üçgenine rahmet okutacak bu mayınlı araziye düştüğünüzde haysiyet cellatlığı için sıra bekleyen organizmalar müthiş bir iştahla saldırıya geçiyor, etkileşimin birbirini gaza getirme olarak anlaşıldığı sosyal medyada darağaçları kuruluyor, son yıllarda gelenekselleşen sanal linç ile hikaye zirve yapıyor.  Hikaye yeterince köpürtülüp ucuz senaryo haline getirilmişse sonu bazen mahkemeleri meşgul edecek iddianamelere bile dönüşebiliyor.

Gelelim bu yazının konusu iki örneğimize:

Sanata verdiği desteklenen bilinen KOÇ Holding 24 farklı sanatçının eserlerini bir araya getiren bir sergi düzenlemiş.  Sergiye İstanbul Üsküdar’daki Abdülmecid Efendi Köşkü ev sahipliği yapıyor.  Abdülmecid Efendi Osmanlı hanedan mensubu ve son halife… Sanatseverlerin beğenisine sunulan ve ilgi uyandıran eserler nedense birilerini rahatsız ediyor.  Serginin edepsizlik, ahlaksızlık timsali olduğunu, kutsal mekana !! ve ecdadımıza !! saygısızlık olduğunu söyleyen birkaç serseri mekanı basıyor, sanat eserlerini parçalamaya kalkışıyor.  Saldırganların dilinde “laiklik bu mu?” “ülkeyi siz mahvettiniz” gibi garip meydan okuma cümleleri var.  Olayın vandalizm ve yağma konu başlığı altında suç kapsamına girip, kamuoyu tarafından kınanması beklenirken KOÇ Holding suçlanıyor, saldırgan güruhun tahrik edildiği iddia edilebiliyor.

Olayın mağduru sergiyi düzenleyenler ve saldırı anında köşkte bulunan sanatseverler iken, KOÇ Holding açıklama yapma zarureti hissediyor ve ekte göreceğiniz yazılı açıklamayı paylaşıyor.

https://www.koc.com.tr/tr-tr/koc-gundem/haberler/Sayfalar/abdulmecid-efendi-kosku-aciklama.aspx

Görüldüğü üzere köşkün cami ya da mescit olmadığı, kendilerine müslüman diyen saldırganların mihrap sandığı yapı unsurunun şömine olduğu, müminlerin günde beş vakit yöneldiği kıblenin hangi yönde bulunduğu gibi detaylar sıralanmış.

Böylesine açık ve çirkin bir saldırıya muhatap olanların, tamamen aşikar olanı aptala anlatır gibi tekrarlamak zorunda hissetmesi çok hazin ve endişe verici..  Ülkenin manevi ikliminin çölleştiğinin, değerlerin yozlaştığının, topluca hezeyan içinde olduğumuzun göstergesi.

Saldırının gerçekleştiğinin günün akşamı bu kez kentin Avrupa yakasında Galatasaray – Fenerbahçe futbol maçı var.  Galatasaray’ın ev sahipliğinde oynanacak İstanbul derbisinde 50 bin futbolsever bir araya gelmiş.  Galatasaray’ın tribün grubu ultrAslan yüzlerce kişinin emeğiyle hazırlanmış ve benzer örnekleri hayranlık uyandırmış görkemli bir koreografi hazırlığında.. Endüstriyel futbolun unsurlarından biri bu görsel şovlar ve maçın başlamasına birkaç dakika kala kale arkası tribünde dev koreografi meraklı gözlerle buluşuyor.  Amerikalı aktör Slyvester Stallone ile anılan ROCKY filmine atıfta bulunulan dev bir görsel hazırlanmış. Verilen mesaj ise “ayağa kalk” !

Süper Ligde açık ara lider durumdaki Galatasaray futbol takımının dört nala şampiyonluğa koştuğunu bilenler için mesaj ilk başta anlaşılır değil.. Oysa dikkatli futbolseverler geçtiğimiz sezonun sonunda Galatasaraylı futbolculara değer atfeden, destek olan aynı mesajın tribünlerde pankart olduğunu hatırlıyorlar.

Sonra bir gümbürtü kopuyor sosyal medyada, rakip kulübün maaşlı beslemesi olan bir twitter hesabı konuyu döndürüp dolaştırıp Pensilvanya’daki iblise bağlıyor.  Biz Rocky’e “ayağa kalk” diyen kurt antrenör Mickey Goldmill diyoruz, bazıları mesajın solak boksöre değil emekli vaize verildiğini iddia ediyor.  Bizim çocuklar takıma destek peşinde, onlar teröre destek iddiasını seslendiriyor.  Rocky Balboa’nın Philadelphia eşrafından olması bile argüman haline getiriliyor.  Galatasaray’ın başarılı olmasından her daim rahatsız olanlar TV programlarından, gazete sütunlarından kopup gelmiş elde tuzluk koşturuyorlar.  Buraya kadar ciddiye almasak da, Başbakan Binali Yıldırım’ın soruşturma talimatı verdiği basında haber oluyor. Binali Bey’in kendi deyimiyle yine abidik gubidik işler oluyor!!

Nihayet bu furya öyle noktaya vardı ki, tıpkı KOÇ Holding gibi, GALATASARAY SPOR KULÜBÜ de resmi web sitesinden bir açıklama yayınlamak zorunda kaldı.

http://galatasaray.org/haber/kulup/kamuoyunun-bilgisine/36776

Sahada bileği bükülmeyene bel altından vurmaya çalışanlara geçmiş örnekler tek tek hatırlatıldı, ahlaksızlığı şiar edinenlerin mahçup olması elbette beklenmiyor.

Türkiye’nin iki önemli kurumu, eş zamanlı olarak ülkedeki ruhsal çürümeye, kültürel yozlaşmaya, itibar suikastlarına cevap yetiştirmek durumunda kaldı.

İnsan ister istemez düşünüyor, ülkeyi 15 yıldır yöneten iktidarın ısrarla tekrarladığı “yeni Türkiye” resmine pek uygun düşmeyen iki kurum benzer alerjik reaksiyonları mı tetikliyor?

Tarih öncesi çağ gibi anlatılan eski Türkiye’nin 91 yıllık en büyük müteşebbisi ile 112 senelik en köklü spor kulübünün aynı gün zır delilerin attığı taşları meşum cehalet kuyusundan temizlemeye çalışması tesadüf müdür?

Elbette kesişen bu hikayelerin ortak teması cehalet.. Biz çocukken bu ülkede cehalet hor görülen bir noksandı, cahil olmak üzüntü kaynağıydı. En çok da bilmemek değil öğrenmemek ayıptı. Cahil kusurunu bilir, her lafa girmekten edep ederdi. Hakkıyla bilene, aklı yetene gıpta ederdi.  Cehalet ve haset yan yana geldiğinde ise bugünkü kadar aktif ve  saldırgan değildi.

Türkiye’nin hangi ayarlarıyla kimler ne zaman oynadı bilinmez ama artık cehalet örgütlü bir kalkışma içerisinde. Her konuda fikri olanlar, her fırsatta yalan söyleyenler, her secdede kıblesi değişenler revaçta!

Cahil artık noksanından utanmıyor, “biz daha kalabalığız” diye kasılıyor, kibirle birlikte kabalaşıyor, saldırganlaşıyor.

Halife Abdülmecid Efendi’nin nü tablolar yapmış olmasına içerliyor, dindar olduğu için benimsediği II.Abdülhamid’in 19.yüzyılda hiç toprak kaybetmediğini zannediyor, Kanuni Sultan Süleyman’ı TV dizisinden öğreniyor ama oğlu padişah II.Selim’i ecdat olarak kabul etmiyor.

Türkiye’nin bilgili, vicdanlı aydınlarının en az 20 senedir birliğimiz ve dirliğimiz için tehdit olarak görüp ilgilileri sürekli ikaz ettikleri Pensilvanyalı hainle dün iş tutanlar, bugün “sen öcüsün, o bölücü, öteki de Fetöcü” diyebiliyor.  Öyle bir turnusol kağıdı haline geldi ki bu suçlamalar, başkalarına etiket yapıştırmak için en çok bağıranların o karanlık organizasyona en çok hizmet edenler olduğu artık saklanamıyor.

Ülkenin bu dönemi üzerine 20-30 yıl sonra araştırma yapanlar belki bu yazıyı görmeyecekler ama 94 yıllık cumhuriyetin itibarını ilmek ilmek örenlerle, bu güzel ülkeyi itibarsızlaştıranları tarih aynı kefeye koymayacaktır. İşte buna eminim.

Umutsuzluğa düştüğünüzde, içiniz karardığında, hani biraz motivasyona ihtiyaç duyduğunuzda ROCKY 2 filminin soundtrack’inden “Going the Distance” dinleyebilirsiniz.  Grazie mille Bill Conti, teşekkürler ! (kardinal değil ha, besteci.. yanlış olmasın)