Takvimler yalan söylemez, 29 Ekim 1923’ten bu yana 100 yıl geçmiş.
Bir asır önce Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetin TBMM’de ilanıyla, kaçınılmaz sonu engellenemediğinden kaderini yabancılara terk etmiş bir imparatorluktan; tarih sahnesine çok hızlı giriş yapacak yepyeni, bağımsız bir ülke doğuyordu.
Bugün Cumhuriyetin 100.yılı kimilerine göre sönük, kimilerine göre olduğu kadar kutlanıyor ama bu yazının ana fikri acaba Cumhuriyet gerçekten 100 yaşında mı ya da yüzüncü yaşını görebildi mi, onu tartışmak…
Tarih yalnız kronolojiden ibaret değildir, takvimler yalan söylemese de bağlamından koparılan kavramlar ya da geçmişi unutan insanlar ile tarihin akışı başka yöne evrilir. İsimler aynı kalır, geleneklere sözde bağlılık vardır ama elde kalan boş bir kutuyu andırır. Herkes içinde kendince bir şeyler olduğunu iddia etse de kutunun esas muhteviyatı zamana yenilmiş yahut kaybolmuştur.
Cumhuriyet kavramının ne olduğu kurucusunun sözleri ve eylemleri üzerinden okumak en doğrusudur zira Cumhuriyet başka Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bir avuç cesur, idealist, fedakâr, vatanperver ve iyi eğitimli subayın muasır medeniyet tahayyülü olarak ortaya çıktı. Burada sözü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bırakmak en doğrusudur:
“Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.”
Yukarıdaki satırlarda şahsi menfaatlerinin peşinde koşarak servet ve şöhret edinmeye çalışan standart bir politikacıya değil, ömründen uzun ideallere tutunmuş bir devrimcinin zihin haritasına bakıyoruz. Dolayısıyla Atatürk’ün yalnızca 57 yaşında ve son iki yılı ağır hastalıkla boğuşarak geçirdiği 15 yıl sonunda vefatı Cumhuriyetin ilk kaybıdır. Fani bedeninin toprak olacağını bilerek, ilelebet payidar kalacağına inandığı Türkiye Cumhuriyeti’ni başta gençler olmak üzere aziz milletine emanet eden liderin ölümü neden bu kadar önemli peki?
Sözü yine Ulu Önder’e bırakalım:
“Ben zannediyorum ki, millet fertlerinin hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası teşkil etmemiş olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara bırakan anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden doğuyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir şahsın menfaatlerini ve arzularını tatmine yönelmiş idi. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu hâl mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü idarenin niteliğindedir. Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.
…Sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet vermek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun meselelerinin aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir şahsiyetinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki lâzım değildir.”
Şüpheye yer bırakmayacak şekilde Atatürk madden, manen, fikren lokomotifi olduğu Cumhuriyet idealini kendi şahsının ürünü saymıyor, başarı ve itibarı milletiyle paylaşıyor, görünürde TEK ADAM olarak sürüklediği kuruluş dönemine rağmen iktidarın bir tek kişiye dayalı olduğu sistemin ülkeye fayda getirmeyeceğini ortaya koyuyor.
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerini de içine alacak şekilde asırlardır Türklerin tarih sahnesinde meclis, istişare, şura geleneğiyle öne çıktığını iyi bellemiş Mustafa Kemal daima Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisinden öne koymuştur.
Bunun en büyük delili ise Kurtuluş Savaşı’nın kaderinin değiştiği 5 Ağustos 1921 tarihli TBMM toplantısıdır. TBMM oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa’ya Başkumandanlık Kanunu gereği olağanüstü yetkiler verdi. Her sözü emir telakki edilecek, koşulsuz ve derhal uygulanacaktı. Gazi Mustafa Kemal her kulu yoldan çıkaracak bu olağanüstü yetkilerin üç ay ile sınırlı olmasını talep etmişti. Çulu, çarığı, atı, silahı olmayan ve kaçaklar nedeniyle mevcudu azalmış bir orduyu her türlü acil tedbiri alarak düşmanın karşısına çıkarma vazifesi ona aitti. Her ne kadar o gün Paşa lehine kürsüden ateşli destek konuşmaları vardıysa da, girilen bu yolun sonu belirsizdi.
Mustafa Kemal’e tanınan olağanüstü geniş yetkiler üçer aylık sürelerle üç kez uzatıldı. Dördüncü uzatma konusu 20 Temmuz 1922’de TBMM’de görüşüldü. Orduyu sevk ve idare konusunda isabetli kararlarına rağmen Mustafa Kemal’in bir tür askeri diktatör, yerli Napoléon Bonaparte olacağını düşünenler dahi vardı.
Mustafa Kemal TBMM kürsüsünde kendisine duyulan itimat için mebuslara teşekkür ettikten sonra sözlerine devam etti: “Kemal-i iftiharla ve büyük bir memnuniyetle arz ederim ki, bugün ordumuzun kuvve-i mâneviyesi en âli derecededir… Bu sebeple artık böyle bir salâhiyeti idame etmeye lüzum ve ihtiyaç kalmadığı kanaatindeyim”
Başkomutan ordusunun manen en üst seviyede, madden düşmana denk olduğunu ilan ederek Tekâlif-i Milliye’den tam 11 ay sonra hedefe ulaşmış olarak olağanüstü yetkilerini iade etmeyi kendi önermiştir.
Her sözü emir telakki edilen, çevresinde “vur de vuralım, öl de ölelim” sadakat duygusunda güçlü figürler varken Türklerin en büyük mareşali neden elindeki olağanüstü yetkileri artık ihtiyaç kalmadığı için TBMM’ye iade etmiş olabilir. Sözü yine Gazi Paşa’ya bırakmak lazım gelir:
“Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî şahsiyetine atfediniz. Ben, milletin bu yüksek, manevî şahsiyeti içinde bir naçiz fert olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir şahıs halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.”
“Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir neticeye götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat ilim ve bilhassa sosyal ilim sahasına dahil işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana alimler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi ilminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal ilmin güzel yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.”
Buraya kadar yazılanın özeti şu: Mustafa Kemal ATATÜRK hükümdar, padişah, askeri diktatör olmasını bekleyenlerin aksine her şeye vakıf ve hakim kadir-i mutlak olmadığını, milletin çalışkan ve faydalı bir ferdi olmaktan öte bir paye aramadığını, kendisinden önde Meclis bulunduğunu, her ne başarmışsa HEP BİRLİKTE kotarıldığını anlatmış ve hayatını idealleri doğrultusunda halkına armağan etmiştir.
Henüz Cumhuriyetin 15.yaşında, 10 Kasım 1938’de hayata gözlerini yumar Ulu Önder, eserini tamamlayamamış her büyük sanatkârın talihsizliği onu da bulmuştur. Eseri onu sevdiğini söyleyenlerin elinde eğilip bükülmüş, daha sonra onu sevmediklerini saklama gereği duymayanların insafına terk olunmuştur.
Kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası – CHF (bugünkü CHP ile uzaktan yakından alakası olmayan kurucu irade temsilcisi) 1 Haziran 1939’da yeni Tüzüğünü kabul eder. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi Kemal ATATÜRK ebedi başkan, İsmet İnönü ise değişmez genel başkan olarak belirlenir. Değişmez(?) genel başkan ancak vefatı, vazife ifa edemeyecek ağır hastalığı ya da istifası ile inhilal edilebilirdi. Atatürk’ü TABU haline getiren ve hayatında arzu etmediği kutsal baba rolünü ona ilk biçen güya onu en çok sevenlerdi. Peki ATATÜRK 1939 Kurultayı’nda olsa ne derdi, daha önce dediklerini hatırlayalım mı?
“Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”
Dolayısıyla CHF Atatürk’ü yaşayan bir ilericilik ve devrimcilik pusulası olarak kullanmak yerine aziz hatırasını mumyalayıp dolaba kaldırarak ilk büyük gaflete imza atmıştı. Bugünkü CHP’nin o partiyle yalnızca isim benzerliğinden nasiplenmeye çalışan acayip bir organizasyon olduğunu hatta CHP kısaltmasındaki C harfinin artık Cumhuriyete tekabül etmediğini de bilvesile not düşmüş olalım.
Atatürk’ün yeri doldurulamaz boşluğunda II. Dünya Savaşı belasından İsmet Paşa’nın usta manevralarıyla uzak durmayı başaran ülke, maalesef başka sahalarda Cumhuriyet ikliminden uzaklaşıyordu. 1942’de Varlık Vergisi ile Türkiye gayrimüslim vatandaşlarına ağır ve haksız bir iktisadi ayrımcılık dayatıyor, sermayenin Türkleştirilmesi adı altında yeni salınan ağır vergileri ödeyemeyenler Erzurum-Aşkale çalışma kampına sürülüyordu. Cumhuriyet idaresinde demek ki herkese yer yoktu, sınıfsız toplum ideali makbul vatandaş sayılmayanları dışlama sevdasına dönüşmüştü.
1946’da Türkiye’de genel seçim yapıldı. Daha önce çok partili hayata geçme denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 1946’da seçimler akla, mantığa ve vicdana aykırı biçimde AÇIK OY & GİZLİ SAYIM esasına göre yapıldı ve tek parti olan CHF seçimi kazandığını ilan etti. Oysa halk (seçmen) bu sonuçları asla içine sindiremeyecekti, Cumhuriyet fikrinin eşitlik ve adalet iddiası ağır zarar görmüştü.
1950’de Demokrat Parti %53,5 oy alarak tek başına iktidara geldi. İsmet İnönü liderliğindeki CHP %39,9 oy alabilmişti. Oy farkının aksine TBMM temsilinde devasa fark vardı. Demokrat Parti 416 sandalye kazanırken, kurucu iktidarın devamı CHP yalnızca 69 vekil ile temsil edilecekti. Atatürk’e tesir etmeyen iktidar zehri Aydınlı toprak ağasını kolayca yoldan çıkardı. Öyle bir ötekileştirme başladı ki, seçim kampanyalarında İsmet İnönü’nün asker kaçağı olduğu bile Anadolu’da kulaktan kulağa yayılacaktı? 1903 Kara Harp Okulu dönem birincisi topçu teğmen, 1906 Harbiye dönem birincisi yüzbaşı, Kurtuluş Savaşı Garp Cephesinin muzaffer Kumandanı Ferik (Korgeneral) rütbeli İsmet Paşa asker kaçağı ha? Görülüyor ki Anadolu’daki cehalet ve yobazlık şeytanını Atatürk bile yenememişti.
Yıllar içinde Başvekil Adnan Menderes rövanş için sırasını bekleyen bilenmişlerin temsilcisine dönüşecekti, öyle ki devlet radyolarında isim isim okunan Vatan Cephesi rezilliğine de imza atacaktı. DP döneminin bir unutulmaz olayı da 6-7 Eylül 1955 saldırılardır. Atatürk’ün Selanik’teki evine karşı düzmece bombalı saldırının kasıtlı olarak bir gazeteye servis edilmesiyle tetiklenen olaylarda İstanbul dışından da takviye edilen vandal sürüsü İstanbul’daki gayrimüslimlerin kiliselerine ve mezarlarına kadar saldırarak korkunç bir pogrom tezgahlamışlardı. Sonuç olarak Rumlar, Yahudiler, Ermeniler kaç asırdır burada yaşamış olurlarsa olsunlar, ellerindeki nüfus kağıdı ne olursa olsun bu ülkede kendilerine yer olmadığını anladılar. Çoğu gitti, giderken İstanbul yaşam kültürünü de yanlarında götürdüler, bize bugünkü garabet kaldı. Cumhuriyet her vatandaşının can ve mal güvenliğini sağlayamıyordu, Sünni müslüman, Türk ve devletine sadık olmayanın evine yas girerdi.
Halk Demokrat Parti’den yaka silkmişti ve muhtemelen 1961 seçimlerinde iktidar el değiştirecekti ama Türk Silahlı Kuvvetleri beklemedi, 27 Mayıs 1960’da yönetime el koydu. Temsil ettiği sağ siyaseti güdük bırakan muhteris Adnan bey olarak tarihe geçecekken, idam edildiği için kült bir kahramana dönüşen demokrasi şehidi Menderes efsanesi böyle doğdu. Cumhuriyet halkın idaresiydi ama asker müsaade ettiği kadar oluyordu demek ki…
Siyasi partiler fikir ve düşünceyi temsil eden organizasyonlar olmayı bırakıp sandıklarda blok oy almak için aşiretlerle pazarlık ederken, Cumhuriyetin hür irade kavramı ayaklar altına alınıyordu.
En kötü ve başarısız memurlar sürgün yeri olarak Doğu Anadolu’ya gönderildiğinde, Cumhuriyetin üvey evlatları olduğu yöre halkının yüzüne vurulmuş oluyordu.
Kanun gereği kapatılmış tekke ve zaviyelerin bakiyesi konumundaki tarikat ve cemaat yapılanmaları siyasetin manevi yönlendiricisine dönüşürken, Laiklik ilkesi kağıt üzerinde bir teferruata dönüşüyordu. Cemaat yurtlarında kimi çocuklar intihar ederken, kimileri diri diri yanarken, bazıları taciz ve tecavüze uğrarken adaletin kör, toplumun sağır oluşu Cumhuriyet idaresinin başka bir yönü olan sosyal devlete güveni yıktı.
Süleyman Demirel’in deyimiyle “mütedeyyin vatandaşlar çocuklarını okula göndersin” diye açılan İmam Hatipler sayı olarak arttıkça, ihtiyacın çok ötesine geçtiğinde hem Tevhid-i Tedrisat Kanunu çiğneniyor hem de belli bir siyasi görüşün arka bahçesine dönüşmelerinin yolu açılıyordu. 28 Şubat kafasıyla başını örten kızların akademik özgürlük alanı olan üniversitelere alınmaması yeni bir yarılmaya yol açıyor, hem eğitim hürriyeti çiğneniyor hem de kızların mağduriyetinden ekmek yemek isteyenlere fırsat doğuyordu.
İzmir İktisat Kongresi’nde devletçilik ağırlıklı, hür teşebbüse kapıyı kapatmayan, eksikleri gidermek üzere üretim ve verimlilik hedefinden bahseden ekonomik yapı ithal ikameci ve köşe dönmeci modele evrilirken gelir dağılımı bozuluyor, alım gücü düşüyor, stratejik sektörler terk edilerek ekonomik bağımsızlık ideali yok ediliyordu. Onca imkansızlığa rağmen Osmanlı’dan kalan 107,5 milyon altın lira borç milli borç 1928-1954 arası dek taksit taksit ödenirken bugün Cumhuriyetin pek çok kazanımı üç otuz paraya satılmasına rağmen bugün 475 milyar dolar dış borcumuz var.
12 Eylül 1980 askeri darbesi Türkiye’de filizlenen bazı düşünce akımlarını ve sivil toplum örgütlerini tamamen yok etti. Kenan Evren liderliğindeki askeri cunta sağ siyaseti epey biçerken, sol çizginin üzerinden adeta buldozerle geçti. Bir tek siyasal islamcı akımlar neredeyse hasarsız atlattılar bu süreci ve siyasal islamcılığın iktidar yürüyüşü aslında 1980’de başladı.
“Cumhuriyet fazilettir” idealizminden “Benim memurum işini bilir” sırıtkanlığına 1983 seçimleriyle geçtik. Köşe dönmeci, iş bitirici zihniyet Cumhuriyet’in devlet adabını epey törpüledi. Tüketim toplumu olmanın yeni erdem kabul edilmesi, toplumdaki hırs ve hasedi farklı açılardan körükledi. Vazifesini hakkıyla yapan namuslu insanların alay konusu olduğu bir dönemin kapıları ardına dek açıldı.
Bir zamanlar “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” döneminde Almanca, Fransızca, İngilizce ve Macarca konuşan 14 yaşındaki Nermin Budapeşte’deki Türk Büyükelçiliği’nin kapısına dayanıp “Benim babam Türk’tü. Ben Türkçe bilmiyorum. Türkiye’de okumak istiyorum. Param yok. Beni Türkiye’ye gönderin” diyebiliyordu. Yıl 1935, Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi kıza tren bileti alıyor, cebine para koyup Ankara’ya gönderiyordu. Sahip çıkılan kızdan hocaların hocası Prof. Nermin Abadan Unat çıkıyordu mesela. Hasan Âli Yücel önderliğinde 1948 yılında Harika Çocuk kanunu ile en yetenekli gençler Avrupa’daki en iyi imkanlara devlet eliyle ulaştırılıyordu çünkü Atatürk öyle yapmıştı.
Daha Cumhuriyet resmen ilan edilmeden 1923’te Avrupa’ya
devlet bursuyla gönderilen genç Sadi’ye (Ord. Prof. Sadi Irmak) tren
istasyonunda ulaştırılan telgrafında ne diyordu Gazi Paşa?:
“Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri
dönmelisiniz!”
Ağır çalışma şartları, hastanelerdeki şiddet olayları ve yetersiz gelir nedeniyle yurt dışına gitme yolları arayan genç doktorlarına ne dedi bu ülkenin lideri, “Giderlerse gitsinler”! KPSS sınavından yüksek not alan, mülakat tuzaklarında eleniyordu. Kamu kurumlarında yasal staj yapmak için bile partinin tavsiye ettiği gençlerin şansı vardı. Cumhuriyet liyakat üzerine kurulmuştu ancak yıllar içinde layık olan değil yandaş ve yalaka olanlara talih kuşu kondu.
Cumhuriyet artık kimsesizlerin kimsesi, genç yeteneklerin hamisi de değildi. Cumhuriyet adamına göre muamelenin resmi adı olmuştu.
“Köylü milletin efendisidir” sözü hızla unutuldu. “Tütün ekmeyin, haşhaş yasak” türevi dış baskılar, özelleştirme hamlesi ile gelen çöküş, topraksızlaştırılan çifti, emeğinin karşılığını alamayan hayvan sahipleri, kaybolan doğal kaynaklar derken bugün çiftçilerin çocukları topraktan uzak duruyor. Atatürk Orman Çiftliği arazisindeki deneysel tarım ve hayvancılık pratikleri “bu araziyi nasıl yağmalarız” fırsatçılığına yenildi. Köyden kente göçü başarı hikayesi olarak anlatan iktidarlar, Türkiye’deki şehirleşmenin büyük kentlere adapte olamamış çeperde mega köyler yarattığını hep inkar etti.
“Ankara’da hakimler var” diyebilme idealiyle yola çıkan Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında hukuk sistemi adaletten ayrıldı, kamu vicdanını tatmin etmeyen kararlar alındı. Mahkemelerin iş yükü arttı, dava süreleri uzadı. Adalet Sarayı inşa edenler Anayasa’daki şekliyle hukuk devletini bir türlü hatırlayamadı. Yargı bağımsızlığı bitti, “Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyorum, saygı da duymuyorum” diyenler asrın lideri oldular.
Cumhuriyet kulların hanedana tabi olduğu dönemi bitirdi, yurttaşlık kavramını getirdi. Soy sop değil hak edenin ilerleyeceği rejimdi, Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğiydi. İslamköylü çoban Süleyman Demirel İTÜ’de mühendislik tahsili görüyor, Robert College mezunu Bülent Ecevit ile siyasette yarışabiliyordu. Cumhuriyet olmasa Kayseri’de esnaflık yapmaktan öteye gidemeyecek Abdullah Gül beyefendi Exeter’de okuyup devletin en tepesine yürüyebiliyordu. Cumhuriyet olmasa muhtemelen babasının dizinin dibinde Rize’den bile çıkamayacak R.Tayyip Erdoğan büyük dedesinin hayal bile edemeyeceği her makama gelebiliyordu.
Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğinden uzaklaştı, bugün ailenizin parası yoksa iyi bir eğitim alamazsınız. Bugün partide tanıdığınız yoksa kamuda istihdam edilmeniz istisnai bir durumdur. Bugün artık doğduğunuz mahalleyi aşmanız, anne babanızdan daha iyi bir yaşam standardına kavuşmanız pek ufak bir ihtimaldir.
Anayasanın 2.maddesine göre TÜRKİYE demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Hangisinden geriye ne kaldı? Yargı mensuplarının işaret ettiği ve rahatsızlık duyduğu rüşvet çarkı, sümüklü vaizin peşine takılıp yarım yamalak darbeye kalkışan üniformalı hainler, keyfe keder iptal edilen seçimler, kayyım atanan belediyeler, karma eğitimin bile günah diye tartışılmaya açılması, milletvekili seçilenin keyfi olarak hapishaneden salıverilmemesi, atanamayan öğretmenin inşaatta öldüğü sosyal devlet… Hangisini söyleyelim.
Bir cumhuriyet düşünün ki vatandaşları ülkelerinde neler döndüğünü mafya liderinden dinledi aylar boyunca. Siyasetçileri, gazetecileri alenen tehdit etti çünkü herkesin birbirine karşı açığı vardı. Başka devletlerden ricacı olundu botokslu mafyayı susturmak için. Bu mudur hukuk devleti?
İçişleri bakanı değişince birden daha önce dokunulmaz olan çetelerin üzerine gidiliyor, her yerden bir çete lideri fırlıyor, çete liderleriyle herkesin fotoğrafı çıkıyor, bazıları çetecilere “dava arkadaşımız” demekten utanmıyor.
Yemin töreni ertesinde oy verenlerin unutulduğu milletvekilliği mesleğe dönüşmüş vaziyette. Kiminin yalısı yatı, kiminin ihalesi fabrikası olabiliyor. Bir bakan yönettiği kuruma kocasının şirketinden fahiş fiyatla mal satıyor ve yargılanmak şöyle dursun, makamından çiçeklerle uğurlanıyor.
2002-2022 yılları arasında Türkiye’de 2 trilyon 563 milyar Amerikan doları vergi toplanmış, 63,5 milyar dolar değerinde özelleştirme yapılmış. Bu kadar devasa bir kaynak adil, ahlaklı ve akılcı kullanılsa ilkokul öğrencilerinin velilerinden çamaşır suyu ya da tuvalet kağıdı için bağış toplanır mıydı, SMA hastası çocukların aileleri üst geçitlerde bağış dilenmek zorunda kalır mıydı, devlet üniversite öğrencilerinin yurt ihtiyacını çözemez miydi? Oysa deprem vergileri nerede diye sorgulandığında “bizim bunların hesabına vermeye vaktimiz yok” diyen zihniyet artık revaçta!
YURTTA SULH CİHANDA SULH ilkesi ve genç Türkiye’nin dış politikası nedense çekingenlik ve zaaf zannedildi. Bu ülke komşusu Suriye’deki iç savaşı açıkça tahrik etti, diktatör Esad karşısında birtakım kılıksız adamları destekledi, ateş büyüdü ve sonunda milyonlarca çaresiz insan güney sınırlarımıza akın etti. “Şam’daki Emevi camiinde namaz kılacağız” diye çıkılan yolun sonunda bugün sayısı bilinmeyen bir sığınmacı kitlesi Türkiye sınırları içinde ve onları Avrupa Birliği karşısında pazarlık kozu olarak kullanma hevesindeyiz. Kayıt dışı istihdamı seven patronların sömüreceği bir kitle olarak da elimizin altında tutuyoruz ama nasıl bir sosyal patlama riskinin üzerinde oturduğumuzu kimse bilmiyor.
Tüm bu laçkalaşma, gevşeme, gerileme ve çürüme bu uzun yazının en başında ATATÜRK’ün dile getirdiği ve kaçınmaya çalıştığı TEK ADAM düzeninde ivme kazanmaktadır.
1920’lerde “Tek benim sözüm muteberdir, şahsım dışında makam yoktur” dese binlerce kişinin “emrindeyiz Paşam” diyeceği Mustafa Kemal’in milli iradeyi TBMM’de topladığı, her kararı tartışarak aldığı, olağanüstü başkumandanlık yetkilerini dahi üçer aylık onayla kullandığı unutuldu.
Tarihimizde şura, istişare, meşveret, meclis… türlü adlarla maruf tüm siyasi katılım mekanizmaları terk edildi. Yeni saltanat tesis edilirken, tüm denge / denetleme mekanizmaları yok edildi. Saltanatta ULUSAL EGEMENLİK modeline geçmiş ülke, 16 Nisan 2017’de mühürsüz zarflar ve işbirlikçi çapsız muhalefet eşliğinde başka bir saltanata dümen kırdı!
Türkiye TBMM’de doğmuşken şimdilerde yürütme üzerindeki kontrolü tamamen kalkan, kanun yapma yetkisi kararnamelerle çalınan, bütçe bile onaylayamayan göstermelik bir parlamento var artık.. Bugün TBMM 600 vekile ve yüzlerce memura boşa maaş ödenen, millete derman olamayan kuru bir binadan ibarettir.
23 Nisan 1920’de halkı sömürenler milli iradenin tecelli edeceği MECLİS’le tasfiye edildi. Şimdi hilafet kokulu yeni neo-Osmanlıcılığı meşru göstermek dışında vasfı olmayan meclis var.
TÜRKİYE bir dönem ekonomik çıkarları ve askeri güç dengeleri gereği BATI bloku yanında saf tutarken, bugün ümmetçi hayaller, şahsi servetler ve dış baskılar ile nereye savrulacağına karar vermeye çalışıyor. “Bu can bu bedende oldukça….” diye başlayan her cümle öyle ya da böyle sonunda boşa düşüyor. Mukayeseleri sevmem ama ATATÜRK cumhurbaşkanı iken Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki konsolosluk binasında vahşi bir cinayet işlense ve cesedi yok etseler ne olurdu? Meseleyi mesele etmeyip üzerini mi kapatırdık, yoksa Vahhabinin ipliğini pazara çıkarıp bedel mi ödetirdik?
Sözün özü, Atatürk’ün fani bedeninin toprak altına girmesiyle birlikte aşınmaya ve ilkeleri sulandırılmaya başlayan Cumhuriyet 1950’ler ile birlikte rövanşist zihniyetin taarruzuna maruz kalmış ve özellikle son 20 senede kurucu değerlerinden ve rotasından tamamen uzaklaşarak şahsa münhasır tanımsız bir idareye dönüşmüştür.
1923 yılından bu yana 100 sene geçmiştir ama Cumhuriyet’in 100 yaşına ulaştığı dev bir soru işaretidir.
Bugün Cumhuriyet’in 100. Yılını kutlamamak için her bahaneye sığınılmaktadır ve şunu da tespit edelim AKP epey talihli bir organizasyondur. Bir zamanlar içtikleri su ayrı gitmeyen The Cemaat ile dershane rantı üzerinden kapıştıktan sonra Pensilvanya’da yuvalanan alçakları önce Paralel Devlet sonra FETÖ olarak ilan ettiler. Başkanlık sistemi yeterli kamuoyu desteğini alamamışken 15 Temmuz 2016 ihaneti birden ülkedeki iklimi değiştirdi. 15 Temmuz siyasette kartların yeniden karılmasına sebep olmuş ve Cumhur ittifakının temelleri atılmıştır. Hemen ardından Nisan 2017 referandumu ve 9 Temmuz 2018’de ilk Cumhurbaşkanlığı kabinesi…
2019 yılında ekonomide alarm zilleri çalarken 2020 yılı başında Coronavirus mazereti yetişmiştir. Ekonomi toparlanamazken 6 Şubat depremi 100 milyar dolarlık zarar bütçesiyle yeni bir mazeret olmuş, yeni vergilerin de kapısını açmıştır. 29 Ekim 2023 kutlamak içlerinden gelmezken, Hamas’ın İsrail’deki sivillere saldırısı, karşılığında İsrail’in ölçüsüz devlet terörü ile Gazze’deki masumlara ölüm yağdırması ile yeni bir mazeret daha elde edilmiştir.
Fakat her türlü HAMAS’et ardında Cumhuriyetin nimetlerinden sonuna dek faydalanmış ama Devrimsiz Atatürk / Atatürksüz Cumhuriyet hedefine uygun çalıştığını hiç de gizleme ihtiyacı duymayan bir iktidar vardır.
Cumhuriyetçilik değil sandıkçılık, Milliyetçilik değil ümmetçilik, Laiklik değil İslamcılık, Devrimcilik değil emperyal hayalcilik, Halkçılık değil “biz ve onlar kamplaşması” artık geçer akçe olmuştur. Dahası 80 yılın ziyan edildiği ve tüm kazanımların son 20 yıldaki olağanüstü başarılara dayalı olduğunu iddia eden sahte, boş ama bir kısım seçmeni tavlayan anlatı söz konusu… Propaganda makinesi öyle büyük ki, başka bir ülkede ayıbın büyüğü olarak nitelenecek hikayeleştirme bizde seçim malzemesi oluyor.
Türk milletinin Cumhuriyet idealine ve kurucu değerlere ne kadar sahip çıktığı, dahası bunları ne kadar anlayıp içselleştirdiği ise ayrı bir tartışma konusudur. Kanımca -sarı saçlım mavi gözlüm- seviyesindeki basmakalıp Atatürkçülük de, sebebi belirsiz, boş ezbere ve fitneye dayalı Cumhuriyet karşıtlığı da aynı bilgisizlikten doğmaktadır.
Son sözü tarihin hep haklı çıkardığı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bir kez daha yanılmaması temennisiyle NUTUK’taki son sözlerine bırakalım.
“…Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk Milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türk’üm diyene!”