AYASOFYA’nın Gölgesinde Dünden Bugüne Siyaset

Byzantion, Nova Roma, Constantinopolis, Dersaadet, Konstantiniyye… İstanbul’a tarih boyunca verilmiş isimlerden bazıları… Arkeolojik buluntulara göre en az 8000 yıllık geçmişiyle bugüne ulaşan tarihi yarımada, insan yerleşimlerinin kesintisiz olarak süreklilik gösterdiği, birbirinin üzerine tabakalandığı ve günümüzde de megapol olarak yaşamın devam ettiği dünyadaki nadir kentlerden biri olma vasfını kazandırıyor İstanbul’a.

Bu kadim şehrin ayakta kalan en önemli şahidi ise bugünkü yazımızın konusu ve konuğu olan AYASOFYA ya da Hagia Sophia

AYASOFYA

Bugün gördüğümüz Ayasofya aynı yerde yapılmış üçüncü bazilika modeli kilisedir. Birinci Ayasofya M.S. 360 yılında açıldı, ahşap çatılı bazilika formunda bir kiliseydi. İlk ihya edildiğinde namı Megale Ekklesia (Büyük Kilise) idi. İlkinin yıkılmasından sonra 415 yılında İmparator II.Theodosius döneminde aynı yerde ikincisi inşa edildi.  M.S. 532 yılında Nika ayaklanmasında şehir tarumar olurken, çıkartılan bir yangında bu kilise de yok olmuştur. Otoritesine karşı çıkan ayaklanmayı bastıran İmparator Justinianus şehri yeniden imar ederken ihtişamın ve yüceliğin sembolü bir mabedi aynı yerde inşa ettirmeye karar verir.  İmparator’un aklında Tanrının kullarıyla buluştuğuna inanılan Kudüs’teki Süleyman tapınağını gölgede bırakacak devasa bir anıt yapı vardır.  Bu proje için iki mimar seçilir ve İmparator beklentisini onlara anlatır. Rivayet odur ki, her ikisi de imparatora hayalinin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu anlatırlar ama Justinianus tüm servetini bu işe harcayacağını, ne gerekirse tahsis edileceğini söyleyerek ısrar eder.  Bu mimarlar Miletoslu (Söke) Isidoros ile Tralleisli (Aydın) Anthemios’tur.  Tahmin edileceği üzere bu ikili sıradan mimarlar değildiler.  Sökeli Isidoros fizikçi, matematikçi ve antik çağın bilimsel eserlerinin derlenmesiyle uğraşırken, Aydınlı Anthemios geometri profesörü, mühendis ve matematikçiydi.   

Justinianus döneminde Hagia Sophia yan kesit çizimi

M.S. 532 yılında başlayan inşaatta on bin işçi, farklı uzmanlıklarda bine yakın usta çalıştı ve bu muhteşem eser yalnızca beş yıl sonra 27 Aralık 537 tarihinde büyük bir törenle açıldı.  Elbette muhteşem mozaikleri ve ince işçiliği daha sonra tamamlanmıştır.  7.500 m2 taban alanına sahip, 31,8 metre çapındaki oval kubbesi yerden tam 55,6 metre yükseklikte bazilika öyle muhteşemdi ki, yıllarca görenin hayretlere düştüğü kubbeyi dört melaikenin sırtladığına inandı insanlar.  Gerçekten de dört ana sütunda bugün bile orada duran altı kanatlı Serafim meleklerinin sureti bakanları karşılar. Açılışında İmparator Justinianus “ey Süleyman seni geçtim” diyerek bugün Kudüs’te yalnız duvarı kalmış (Ağlama Duvarı) Süleyman tapınağından daha görkemli bir eseri açtığını söyler.  Yıllar yılı kendisinden sonra tüm ibadethaneler ve mimari yapılar için örnek ve referans olan Ayasofya bu özelliğini 1000 yıl kadar korumuştur.  Ayasofya’dan esinlenen Mimar Sinan Süleymaniye ile meydan okumuş, Edirne’deki Selimiye Camii ile özellikle kubbe mimarisinde Ayasofya’ya denk bir şaheser ortaya koymuştur.

Böyle dev bir eserin bakımı ve korunması, zamana direnmesi ve ihtişamından ödün vermemesi pek çok çaba ve üstlenilen yüksek maliyetler sonucu olmuştur.  Çağının çok çok ötesinde bir mimari ve mühendislik eseri olan Ayasofya en fazla depremlerle sarsılmıştır.  İlk olarak 558 depreminde kubbe büyük ölçüde yıkılmış ve Isidoros’un aynı adı taşıyan mimar yeğeni tarafından yeniden biçimlendirilmiştir. 859 yılında yangın, 869 ve 989 yıllarında büyük depremlerle neredeyse kullanılamayacak hale gelse de  Ayasofya en karanlık dönemini 4.Haçlı Seferi esnasında yaşamış ve kilise 1204-1261 yılları arasında 57 yıl Latin istilasının hedefi olmuştur. Yapı ciddi anlamda zarar görmüş, pek çok noktası tahrip edilmiş, pek çok kıymetli eser Batı Avrupa’ya kaçırılmıştır. 1261 yılında Bizanslılar başkentlerini geri aldıklarında Ayasofya yeniden onarılmaya başlanır. 1317’de yapının doğu ve kuzey tarafına destek payandaları eklenir.  1346 yılında meydana gelen bir dizi depremde yine kubbede yarılmalar oluşur ve kapsamlı bir tamirat geçirir Ayasofya.

Değişen dünyaya ayak uyduramayan ve Osmanlılar tarafından çevrelenen Bizans, uzun bir kuşatma ertesinde Sultan II.Mehmet tarafından fethedildi.  Aslında Bizans siyasi bağımsızlığını ve Ortodoks aleminin merkezi olma hüviyetini daha önce yitirmiştir.  Tek başlarına ayakta kalamayacaklarını hesaplayan İmparator Ioannes VIII. Palaiologos 1439’de Ferrara-Floransa konsilinde Latin Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini kabul etmişti.  İmparator 1448’de ölünce yerine XI. Konstantinos geçti. Alınan karara rağmen kiliselerin birleşmesine muhalif olanlar giderek güçleniyordu, yeni imparator da Ortodoks mezhebinin kaderini Vatikan’a bırakmaya niyetli değildi ama Bizans destek almadan ayakta kalamazdı.  İdarenin omurgası, deneyimli devlet adamı Mesazon (Baş Nazır) Loukas Notaras ile de pek anlaşamayan Konstantinos’un bazı uygulamaları Papalık makamını öyle tahrik etti ki, Vatikan Yunan asıllı bir kardinali şehre gönderdi.  Silahlı muhafız birliği eşliğinde kente giren kardinal ile birlikte ayrılıkçı hareketler bastırıldı, Ortodoks mezhebinin bağımsızlığını savunan ayrılıkçıların lideri keşiş Gennadios ev hapsine alındı. İmparator istemeye istemeye kiliselerin birliğini 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da ilan etti.  Ortodoks patrikhanesinin merkezi Ayasofya’da Bizans’a boyun eğdiren Yunan asıllı Katolik kardinalin ismi de Ayasofya’nın ulu mimarıyla aynıydı: Isidoros! Kaderin garip bir cilvesi.

1451’de Osmanlı tahtına ikinci kez çıkan genç hünkar II. Mehmet başlangıçta mutedil bir politika izledi. Venedik’le barış yenilendi, Macarlarla üç yıllık bir ateşkes imzalandı, Bizans elçileri dostane bir tavırla kabul edildi ve iyi ağırlandı.  Bizans’la iyi geçinme ve denge politikalarından yana olan tecrübeli sadrazam Çandarlı Halil Paşa başta endişe duyduğu genç padişahtan memnundu.  1452’de II.Mehmet hayalini gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Kağıt üzerinde Bizans toprağı sayılan İstanbul’un Avrupa yakasında Boğazkesen’i (Rumelihisarı) askere aldığı inşaat işçilerine beş ayda inşa ettirdi.  Konstantinopolis’in denizden kuşatıldığına dair şüphe kalmamıştı. 25 Kasım 1452’de Karadeniz’den gelen bir Venedik gemisi top atışıyla batırıldı. Dahası esir alınan mürettebat idam edildi, geminin kaptanı ise kazığa oturtuldu. Mutedil genç padişah, FATİH olacağına dair çok sert bir mesaj göndermişti. İmparator Konstantinos hisar inşa edilirken şehrin erzak stoklarını azami seviyeye çıkardı, güçlü kuvvetli keşişler dahil mümkün olan en geniş savunma kuvvetini oluşturmaya çalışsa da 8.000 asker toplayabildi. 1453’te takriben yerli nüfusu 50 bin olan kentteki yabancılardan da 2.000 kadar kişi askere alındı. 29 Ocak 1453’te Cenovalı bir condottiore (paralı asker komutanı) Giovanni Giustiniai Longo 700 tecrübeli askerle şehre geldi ve Romanos kapısının (Topkapı) müdaafası onun birliğine verildi. Temin edilebilecek imkanlar bu kadardı ve her zamanki gibi surlar Konstantinopolis’in nihai güvencesiydi. 

FETİH SONRASI

Az farkla bittiği varsayılabilecek askeri mücadeleyi daha dirayetli, inatçı ve inançlı olan taraf kazanınca 29 Mayıs 1453’te Konstantinopolis düştü, şehir Fatih’ini yorgun ve bitik şekilde karşıladı. İki gün süren yağmanın ardından Sultan II.Mehmet düzeni sağladı ve şükür namazı kıldığı Ayasofya’nın artık cami olduğunu ilan etti. Şehirdeki insanların can ve mal güvenliğinin mesuliyetini üstlendiğini duyurarak başıbozuk hareketlere müsamaha göstermeyeceğini de belli etti.  Sanılanın aksine, bu fetihle İstanbul hemen başkent ilan edilmemiştir. Açıkçası Fatih fethettiği kentle ilgili net bir kararı olduğuna dair herhangi bir işaret vermemişti. Hatta Çandarlı Halil Paşa önderliğinde bir grubun şehre Osmanlı valisi sıfatıyla Mega Dük Loukas Notaras’ın atanması ve Konstantinopolis’e iç işlerinde bir tür özerklik verilmesini önerdiği de bilinir.  Bu fikirlerin devlet kademesindeki diğer cenahta yarattığı rahatsızlık vali adayı Notaras’ın idamıyla sonuçlanmıştır. Bu iki kanat kuşatma esnasında da birbirine zıt fikirler ileri sürmüştü. Dahası Notaras, kuşatma boyunca sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile haberleştiğini söyleyince Paşa da görevinden alınmış, sonra o da idam edilmiştir.  Çandarlı Halil Paşa’nın yerine, Rum kökenli Zağanos Paşa getirilmesinin devlet kademesinde devşirme kulların ağırlıkta olduğu dönemin başladığına işaret ettiğini söylemek yanlış olmaz. Fatih Sultan Mehmet Han gayrimüslim tebanın beklentisine uygun olarak öncelikle keşiş Gennadios’u patrik ilan etmiş ve kentin ikinci büyük mabedi olan Havariyun kilisesini yeni patrikhane olarak belirlemiştir. Şehrin harap durumunu görünce yapılacak çok iş olduğunu anlamış ve güvenlik amaçlı yıkılan surların onarımına, kamu düzeninin sağlanmasına ve temel ihtiyaçların karşılanmasına öncelik vermiştir ancak bilinenin aksine İstanbul’da kalmamış başkent Edirne’ye dönmüştür.

Fatih Sultan Mehmet 1455 sonbaharında İstanbul’a gelerek imar ve iskan çalışmalarının nasıl gittiğini bizzat incelemek istedi.  Bedesten ve kervansaray yapılmasını, ticaret merkezi olan Makros Embolos’un (Uzun Çarşı) yenilenmesini emretmiştir.  Latin istilasında hasar gören ve iki yüz yıldır ihmal edilen kentin su dağıtım sistemini onarmaya da girişmiştir ki, bu çok maliyetli bir projeydi.  1458 yılı ise Konstantiniyye için dönüm noktasıdır. Patrikhane olan Havariyun kilisesi çevresinde yaşayan müslüman yerleşimcilerin şikayeti artınca, Fatih Sultan Mehmet aklındaki planı uygulamaya koyar. Nekropol bölümünde eski Bizans imparatorlarının da gömülü olduğu Havariyun kilisesini yıktırır ve yerine kendi adını taşıyacak Fatih Camiinin projesine hız verir.  Patrikhaneye de Haliç sırtlarında yeni bir yer gösterir. Aynı dönemde Topkapı Sarayı (Saray-ı Cedid) için de yer seçilmiştir.  Sultan, devraldığı imparatorluğun Büyük Sarayının olduğu yeri değil, Bizans öncesi kentin Akropolis’ini seçer. Düşünecek olursak yarımadanın ucundaydı, savunması kolaydı, Haliç’e ve Boğaziçi’ne hakimdi, manzarası ömre bedeldi. Şahane bir seçim olduğunu biz de takdir etmiş olalım. Sultan Mehmet Han 1458/1459 kışının tamamını İstanbul’da geçirdi ve kentte ilk kez bu kadar uzun kalıyordu. Kentteki inşaat ve yerleşim faaliyetlerine bizzat nezaret etti. Mahmut Paşa, Hoca Paşa, İshak Paşa, Atik Ali Paşa Fatih’in imardan mesul vezirleriydi. Vazifeleri yeni yerleşimcilerle kenti şenlendirmek ve mamur etmekti. İstanbul müdavimleri kentimizde halen bu isimlerde semtler olduğu detayını gözden kaçırmayacaklardır. Fatih Sultan Mehmet Han artık İstanbul’u başkent yapmaya karar vermişti ve yeni kent onun emperyal vizyonunun bir nişanesi olacaktı.

Bu seçimin tarihi ve sembolik bir anlamı daha vardı.  İlk kez antik bir başkent bir islam devletinin merkezi oluyordu. Daha önceki yıllarda başka islam uygarlıkları tarafından fethedilen Şam, İskenderiye ya da Kartaca bu payeyi almamıştı. Genç sultanı cezbedenin ne olduğunu bizzat kendi seçimlerinden anlayabiliriz. Örneğin 1478’de Topkapı Sarayının Bab-ı Hümayun kapısındaki kitabede şu ifadeler yazılıydı:   “bu mübarek kale… iki karanın sultanı ve iki denizin hakanı, insanlar ve cinler üzerinde Allah’ın gölgesi, Doğuda ve Batıda Allah’ın yardımına kavuşan, su ve karanın kahramanı, Konstantiniyye kalesi fatihi Ebu’l-Feth (Fethin Babası)… … Sultan Mehmed Han’ın emriyle inşa edilmiştir” 

Bu tanımlama Osmanlı geleneğinin epey dışındaydı, muhtemelen babası Sultan II. Murat’ın aklına bile gelmezdi. Gazi devlet anlayışının mütevazı sultanları değil de, Doğu Roma’nın ya da Son Roma’nın müslüman imparatoru, Kayser-i Rum cümleleriydi bunlar. Genç sultan artık büyük bir hükümdar hatta gazabından çekinilen bir otokrata dönüşmüştü.  Hakkını teslim etmek gerekir ki, 1460 Mora ve 1461 Trabzon fetihleriyle Bizans tahtı ya da mirası üzerinde hak iddia edebilecek hiçbir güç de kalmamıştı.

Sultan II.Mehmet fethettiği ve şehir devletine dönüşmüş harabeyi değil AYASOFYA’nın yorgun ihtişamında gördüğü büyük imparatorluk mirasını istiyordu. Öyle ki yeni sarayının ikinci avlusuna Havariyun kilisesinden ve Pantokrator manastırından getirdiği mermer lahitleri, asıl yeri Ayasofya’nın hemen yanı olan İmparator Justiniaus’un at üstündeki heykelini ve daha pek çok erken dönem Bizans eserini yerleştirmişti.  Bu tercih hem zaferinin tadını çıkarmak hem de hayranlık duyduğu büyük bir uygarlığın izini sürmek olarak algılanabilir.  Sultan Mehmet aynı zamanda rölik (relic) koleksiyoneridir. Hz.İsa, Hz.Meryem ve havarilere ait eşya ve objeleri özenle biriktirir ve saklar. 1479/1480’de İstanbul’da bulunan ressam Gentile Bellini’ye bir Meryem Ana & Çocuk İsa resmi de ısmarlamıştır. İlyada, Anabasis, Historia, Geographia (Ptolemaios atlası) gibi eserleri okumuş, kendi diline çevirtmiş ve bu alanda yetkin Bizanslı ilim adamlarını yanından ayırmamıştır.  Kısacası burada tasvir edilen padişah 21. Yüzyıl Türkiye’sindeki siyasal islamcılarla anlaşabilecek bir profil değildir. Bizdeki çakma muhafazakarlar ile Fatih Sultan Mehmet’in aynı dinin mensupları olmak harici ortak noktaları olduğunu sanmıyorum.  Bugün vasatlık deryasında çırpınan din bezirganları, Sultan Mehmet’in manevi mirasına sahip çıkacak son kitle bile olamaz. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet Han yazımızın ana konusu olan AYASOFYA’yı da özenle korumuştur ancak vakfiye meselesinde atlanan bir konuyu da ekleyelim. Fatih Camii inşaatına 1463 yılında başlandığında, yeni külliyenin ihtiyaçlarına binaen Ayasofya’ya vakfedilen tüm mal ve mülk Fatih Camii’ne devredilmiştir.  Başka bir deyişle Ayasofya iktisadi ayrıcalığını kaybetmiş, vakıf kökenli gelirlerini yitirmiş ve iki numaraya düşmüştür.  Yeni caminin taç kitabesi üzerinde yazılı olanlar Fatih Sultan Mehmet’in kendi adını taşıyan bu yeni esere atfettiği önemi gösterir olsa gerek:

İlk günden Allah korkusu üzerine inşa edilen ve bütün iyilikleri üzerinde toplayan bu mescidin tamamlanmasına, yeryüzünü ilim ve irfanla dolduran bir emirle, Allah’ın Osmanoğullarından seçtiği ve mülkten hayır olanı açığa çıkartmak niyetiyle bu beldeyi kılıcıyla fetheden Yüce Hakan ve Büyük Sultan FATİH tarafından muvaffak olunmuştur… …  büyük çabalara rağmen sultanlar ve emirlerden çoğuna ve halifelerden bir kısmına buranın fethi müyesser olmadı

İlk günden Allah korkusu üzerine inşa edilmek” Ayasofya’da doğal olarak bulunamayacak olan kusursuz İslam mabedi kimliğine, “başkalarına müyesser olmadı” vurgusu ise başarılan işin büyüklüğüne işaret etmiyor mu?

15. YÜZYILDAN SONRA

Fatih Sultan Mehmet Han’ın vefatından sonra oğlu II.Bayezid hükümdar oldu. Babası gibi büyük bir hakan olmayan ama babasından daha gelenekçi ve dindar olan yeni padişah önce saray avlusundaki heykelleri kaldırtmış, rölik koleksiyonunu dağıtmış, babasının muhafaza ettiği Hipodrom meydanındaki bazı Roma sütunlarını yıktırmıştır. Ayasofya ise aynen muhafaza edilmeye devam edilmiştir. Bilhassa Kadir gecelerinde sultanların mutlaka Ayasofya’da namaz kılması geleneği başlamıştır. 1509 depremi (kıyamet-ı suğra) Fatih döneminde eklenen minareyi yıksa da, Ayasofya’da çok büyük hasar yaratmaz. Kanuni Sultan Süleyman döneminde tarih sahnesine çıkan büyük deha, cennet mekan Mimar SİNAN Ayasofya’nın bugünlere ulaşmasında önemli rol üstlenmiş ve yapıya eklettiği yeni payandalar hayranlık duyduğu Ayasofya’yı ayakta tutmuştur.  Batı tarafına iki minare daha ekleyerek bugünkü dört minareli Ayasofya silueti Sinan ile ortaya çıkar. III.Murat camiye biri müezzin mahfili olmak üzere dört mahfil yaptırmıştır. Uzaktan bakıldığında minareleri olan bazilikayı andıran Ayasofya’nın büyük bir külliye haline gelmesi ise Sultan I.Mahmut dönemiyle başlar.  Bugün de ayakta olan avludaki de şadırvan I.Mahmut dönemi eseridir.  Sıbyan mektebi, imarethane ve 4.000 civarı kitabı bizzat bağışlayarak ihya ettiği kütüphaneyi de o ekler.  Ufak tefek onarımlar görerek 19. Yüzyıla ulaşan Ayasofya’ya en büyük dokunuş ise Sultan Abdülmecid dönemindedir. İtalyan asıllı İsviçreli Fossati kardeşlere çok kapsamlı bir restorasyon projesi ihale edilir. Gaspare ve Guiseppe Fossati kardeşler 800 işçiyle giriştikleri ve tam 11 sene süren restorasyonda Ayasofya adeta yeniden hayat bulur. Fresk, rölyef, ikona, mozaik ne varsa elden geçirilir. Bazıları özenle gizlendikleri ince kireç sıvanın altında ilk kez keşfedilip gün ışığına çıkarılır. Serafim meleklerinin siluetleri özel çinko kapaklarla kapatılır. Kazasker Mustafa İzzet Efendi eseri 8 adet dev hat levha eklenir ve kubbeye Kur’an-ı Kerim’den Nûr suresi 35.ayet nakşedilir.

Muhteşem kubbesi ve olağanüstü hat işçiliğiyle Ayasofya

Binanın sağlamlaştırılması için tüm taşıyıcı unsurlar da elde geçirilir. Ayasofya’nın dış yüzeyi iklim şartlarına daha dayanıklı olması maksadıyla ilk kez boyanır. Yapının özellikleri ilk kez belgelendirilir ve sistematik bir düzenle arşivlenir.  Bu kapsamlı onarımdan sonra 1894 depremi olmuş ve kısmen hasar gören Ayasofya bu kez İtalyan mimar D’Aronco tarafından tetkik edilmiş ve bazı endişeler ve tavsiyeler yine kayda geçmiştir.

İSTANBUL’UN İŞGALİ, KURTULUŞ ve CUMHURİYET DÖNEMİ

Osmanlı İmparatorluğunun bilhassa son 50 yılı büyük acılar, yıkımlar ve karmaşa içinde geçer. Mondros mütarekesi ve Sevr anlaşması ile imparatorluk fiilen son bulur ve 1453’te fethedilen kent yabancı ordular tarafından 1918 sonunda işgal edilir.  Kentin caddelerinde İngiliz, Fransız askerleri dolaşmaktadır, tüm kilit noktalara işgal kuvvetleri yerleşmektedir. Kuklaya dönüşen hükümetin karşı duracak takati ve izzeti kalmamıştır.  Ayasofya’nın kontrolünü almak isteyen yabancı güçlere, mabedi koruyan bir bölük Osmanlı askeri ve başlarındaki onurlu kumandan Ayasofya’nın teslim edilmeyeceğini ancak cebren hücum edildiği takdirde sütunlara sarılan dinamitlerin patlatılarak 1400 senelik yapının başlarına yıkılacağı söylenir.  Gerçekten de namluları dışarıya çevrili iki mitralyöze ek olarak, içeride böyle bir tertibat vardır.  Ayasofya’yı düşmana teslim etmektense, yok etmek evla görülmüştür.

Milli Mücadele başarıya ulaşınca nihayet İstanbul da 6 Ekim 1923’te düşman işgalinden kurtulur. Cumhuriyet hükümeti tüm yurtta olduğu gibi İstanbul’da hasar tespit çalışmalarından sonra neler yapılabileceğinin planlarına başlamıştır.  Milli mücadelenin önderi, kurucu lider ve ilk cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal 1929 senesinde Ayasofya’yı ziyaret eder ve gördükleri karşısında pek müteessir olur.

1920’lerin başında Ayasofya’nın neye benzediğini hayal etmek için…

Ayasofya’nın etrafında düzensiz metruk evler vardır.  Avlu parsellenmiş ve açık hava kıraathanesi olarak kullanılmaktadır.  Minarenin altında dükkanlar ve tezgahlar peydah olmuştur. Yapının dışında dökülmeler başlamış, kuş pislikleri senelerdir temizlenmemiş, etrafı ot bürümüştür. Temizlikten eser yoktur, mekan uhrevi azametinden tamamen uzaklaşmıştır.  Bunun üzerine Ayasofya’nın nasıl ihya edileceğine dönük fikirler ortaya çıkar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen Ayasofya’nın sınırlı sayıda Bizans eserinin de sergileneceği bir müzeye ve kültür merkezine dönüşmesini önerir. Tüm uygunsuz yapılar ya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yıktırılacak ya da devlet tarafından istimlak edilecektir. Yapı tamamen temizlenecek ve çevre düzenlemesi ile meydanın öne çıkan eseri olarak konumlanacaktır.  1931 yılında Boston’daki Bizans Enstitüsünden Prof. Thomas Whittemore antik eser ve mozaiklerin tespit ve restorasyonu için İstanbul’a davet edilmiştir. Verilen izinler sonucu detaylı çalışmaların 1947’de tamamlandığını da hatırlatalım. Müze kararı Ayasofya’nın sürdürülebilir ve şanına yakışır halde tutulması, yeni bir işlev kazanması, Cumhuriyet’in yeni toplum ve kültür anlayışında bir kilometre taşı olması namına Bakanlar Kurulu tarafından alınmıştır.  24/11/1934 tarihli kararda onay mercii olan Atatürk’ün imzasının sahte olduğuna dair deli saçması iddialara gelince, 1 Şubat 1935’te müze olarak hizmete açılan Ayasofya Müzesini Atatürk 6 Şubat 1935’te gezdiğini bir gün sonra yayınlanan gazetelerden okuyabiliyoruz. Herhalde “yahu burası cami değil miydi, benden habersiz müzeye çevirmişsiniz” dememiştir?  Kandırılmış makbul yönetici miti ya da “kendisi iyi ama çevresi kötü” lafları bugünlerin icadıdır, o dönemlerin değil!

Müzeye çevirme kararının arkasında Bulgaristan’da düzenlenmiş Bizans Âsarı Kongresinde Türk heyetinin söz vermesi, 1948’te Patrik seçilecek Athanegoras’ın 1932’de Atatürk’le tanışarak onu ikna etmesi, ABD’den restorasyon bütçesinin hibe edilmesine karşılık Washington’a taahhütte bulunulması gibi belgeye dayanmayan ve ispatlanamayan iddialar ileri sürülmüştür.

Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi aslında ümmetten millete, saltanattan cumhuriyete uzanan yolda global bir “özgüven” gösterisi olarak da kabul edilebilir. Kılıç hakkı ve fetih sembolü olarak camiye dönüştürülen büyük kilisenin, 20.yüzyılda tartışmasız biçimde Türk toprağı olan İstanbul’da inançların kesişim noktası ve insanlığın ortak medeniyet eseri olarak sergilenmesi ve “kentlerin ecesi” İstanbul’u kaptıranlara “gelin, gönül rahatlığıyla gezin, ne kaybettiğinizi görün” mesajı gibidir.  Kaldı ki Topkapı Sarayı, Mevlana türbe ve dergahı, Hacı Bektaş Veli türbesi de aynı dönemde benzer maksatlarla müzeye dönüştürülmüştür.  Ortak özellikleri korunmaya muhtaç emsalsiz eserler olmalarıdır.  Mutlaka iç kamuoyuna verilmek istenen mesajlar da vardır. Dine, hurafeye ve bir aileden gelen soya dayanmayan yepyeni bir yönetim biçiminin, bambaşka bir çağın başladığına dair işaretler olarak da okunabilir.

Derûnuna aşina olunması icap eden şehir ve Ayasofya 

Bugün Ayasofya 1500 yıllık bir yapı olmakla birlikte, içine girdiğinizde zaman yolculuğu başlar ve hatta milattan önceki çağlara kadar varabilirsiniz.  Ayasofya yapı malzemeleri Hıristyanlık öncesi Apollon, Artemis, Zeus pagan tapınaklarından gelmiştir. M.Ö 2.yüzyıldan kalma çift kanatlı ve bronz kaplı bir kapı Tarsus’taki bir tapınaktan sökülüp getirilmiştir. Helenistik dönemden yekpare küpler M.Ö 4. Yüzyıla tarihlenir, Bergama’dan getirilmiştir. Mermer sütunların kimi Efes’ten, kimi Lübnan Baalbek’ten getirilmiştir.   Yerebatan sarnıcına eklenen meşhur Medusa sütunları gibi düşünebiliriz. Osmanlı döneminde de eşyalar eklenmiştir. Örneğin iki dev şamdan Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki Budin seferinde katedralden alınıp getirilmiştir.

Ayasofya aynı zamanda Forum meydanının da adıdır ama meydandaki Büyük Saray, Senato binası ve Hipodrom’dan eser kalmamış yalnızca Ayasofya bugüne gelmiştir.  Dünyanın özelliklerini büyük ölçüde muhafaza ederek ayakta kalan en eski simge binasıdır adeta tılsımlı yapısıdır Ayasofya. Elbette İstanbul’da daha eskiye tarihlenen Bozdoğan su kemeri gibi Bizans eserleri hatta daha eski kilise dahi vardır. Stoudios Manastırı (İmrahor İlyas Bey camii) ve Sünbüli dergahı.. 461 yılında inşa edilmiştir, pek az kısmı günümüze ulaşmış zemin mozaikleri ile ayrışır ancak ne yazık ki kullanılamayacak halde harap olmuştur.

Ayasofya’nın komşusu Aya İrini akla gelecektir ama Aya İrini hiçbir zaman camiye dönüşmemiş Bizans kilisesidir. Topkapı Sarayı birinci avluda kaldığı için güvenlik nedeniyle kapalı tutulmuş ve cemaat ile buluşup kalabalıklara ev sahipliği yapması istenmemiştir. İçine asla dokunulmamış olup Osmanlı’nın ilk müzesi olmuştur. Tanzimat sonrası ilk kez Fethi Ahmet Paşa döneminde askeri müze ve âsar-ı atika müzesi olarak kullanılmıştır.

İstanbul’da bugün 85 Rum Ortodoks kilisesi vardır bunlardan yalnız biri Bizans döneminden bugüne kalmış ve halen az da olsa cemaati olan gayrimüslim ibadethanedir. Balat’taki Moğolların Meryemi kilisesi! Tüm kubbeli kiliseler camiye tahvil edilmişken Fatih Sultan Mehmet’in fermanı ile muhafaza altına alınmıştır çünkü Fatih Camii’nin mimarı olan Atik Sinan’ın annesi Bayan Christodoulos’a bağışlanmıştır.  Bugün İstanbul’da Bizans döneminden kalan ama sonradan camiye dönüştürülmüş 16 kilise ayakta duruyor, iç yapı unsurlarının da olabildiğince korunduğu söylenebilir.

Moğolların Meryemi Kilisesi – Kanlı Kilise (Balat)

Mimar Atik Sinan’dan bahsetmişken kendisi Atik ön adı taşıyan herkes gibi köle iken hürriyetini kazanıp müslüman olan Rum asıllı biridir. Hünkarın büyük önem atfettiği Fatih Camii inşasını 1463-1470 yılları arasında yönetmiştir. İnşaatın bitmesine çok az süre kala Atik Sinan hapse atılır. Bir rivayete göre bitmekte olan caminin asla Ayasofya ile yarışamayacağını gören Sultan öfkelenmiş ve onu hapsetmiştir. İkinci rivayete göre Anadolu vilayetlerine İstanbul’un imarı için ağır vergiler salınmışken, kent dışından getirilen ustalara angarya yüklenirken harcanan her kuruşun hesabı sorulmuş, tahsisattan artan her kuruşun Hazineye devri talep edilmiştir. Atik Sinan’ın elleri kesildiğine göre kendisine emanet edilen paranın hesabını verememekle suçlanmış olabilir. Mimar Atik Sinan 1471’de hapiste ölmüş daha doğrusu öldürülmüştür. Evliya Çelebi risalelerinde Atik Sinan’ın Sultanı kadıya şikayet ettiği ve mahkemenin mimarı haklı bulduğu yazılıdır. Evliya Çelebi’nin Ayasofya ile diğer bağlantısı nedir, kendisi Ayasofya’nın türbedarıdır.  Mimarının hazin sonuna sebep olan Fatih Camii 1766 depreminde yerle bir olur. Sultan III. Ahmet bugünkü haliyle yeniden yaptırır.

Fatih Camii

Ayasofya Bizans imparatorlarının taç giydiği ve Patrik tarafından kutsandığı mekandı. Osmanlı padişahlarında ise kılıç kuşanma geleneği vardır, bunun için aynı mekan kullanılmamıştır ama Ayasofya her zaman özel ritüelleri olan protokol camii, (ceremonial) amaçlara korunan mekan vasfını sürdürmüştür. Örnek vermek gerekirse, Ayasofya’nın üç imam kadrosu vardır ve İstanbul camileri arasındaki imam hiyerarşisinde her zaman 1 numara olmuşlardır.  Ayasofya imamı olmak ayrıcalıktır, pek çok üstün özelliği aynı anda barındırmak gerekir.  Ayasofya’nın bir Kürsü Şeyhi vardır, başka camilerde bulunmaz.  Saray yönetiminin adamı, siyasi meselelerde kitleleri sürükleyen isim olarak konumlanan Kürsü Şeyhi, Bizans döneminde Ayasofya’da mukim Megas Rhetor (Büyük Hatip) geleneğinin devamını andırır.  Bugün tüyleri kıbleye doğru buharla yatırılan makina halısı ile gündeme gelen Ayasofya’nın asıl geleneği bambaşkadır.  Zemine serilen hasır Manyas’tan gelirdi, neme dayanıklı doğal bir malzemedir.  Halılar Uşak’tan gelirdi ve daima Ayasofya’nın renk paletine uygun estetik kreasyonlar tercih edilirdi.  Elbette bu incelikler kültür ve vukufiyet gerektirir, şimdiki kadrolarda pek bulunmayacak bir derinliktir.

Osmanlı döneminde Ayasofya

Tam yeri gelmişken, 2006-2012 yılları arasında müze başkanlığını yaptığı Ayasofya’yı son dönemde en iyi anlayan, anlatan ve entelektüel derinliği ile dönemin bürokratlardan net olarak ayrılan Kültür Bakanı yardımcısı, tarihçi Prof.Dr. A.Haluk Dursun’u rahmetle analım.  Kendisini “Ayasofya’nın bekçisi ve hadimi” olarak tanımlayan Haluk hoca’nın engin bilgisi ve estetik anlayışının eksikliğini maalesef en çok hissetmemiz gereken günlerdeyiz.

Ayasofya geleneklerine dönersek, Padişah namaza geldiğinde onun ve maiyetinin yer aldığı safın önüne kesme güller yerleştirilirdi. Bu kokulu yağ gülleri de Ayasofya’nın bahçesinde özenle yetiştirilirdi.  Minarelerinden ezan okunan ve 1991’den beri namaz kılınan Ayasofya Hünkar kasrı Osmanlı döneminde Topkapı sarayından çıkan padişahların Ayasofya’ya giriş kapısıydı aynı zamanda… Padişah bir süre kasırda dinlenir, kendisine çiçek takdim edilir, meyve ikram edilir ve Kasırdaki kapıdan cemaatin bulunduğu yere geçerdi.

Ayasofya şehrin çekim merkeziydi. En fazla bebek Ayasofya avlusuna bırakılır, en yoğun dilenci popülasyonu Ayasofya önünde olurdu.  Ayasofya’nın kedileri de meşhurdur, muhtemelen ataları Paleologos sülalesi dönemini görmüş soylu kedilerdir. Bugün müdavim Gli’ye yerli ve milli isim arayan aklıevveller bilir mi, sanmam.

Haşmetli Gli Paleologos 🙂

Bugün Ayasofya’ya girerken sergilenen buluntular arasında üzerinde kuzu motifleri olan taşlar vardır.  Cumhuriyet döneminde yapılan kazılarda ortaya çıkarılmış ve II.Ayasofya’nın temel kalıntılarından kalmadır. Kuzular neyin nesi derseniz, İncil’deki anlatımıyla Hıristiyan dualarında sıkça yer alan Agnus Dei (Tanrının kuzusu) figürüdür.

Ayasofya’da pek çok paha biçilmez mozaik var ama iki tanesinden bahsedelim.  İmparator Kapısı girişinde bulunan LEON mozaiğinde İmparator 6.Leon Hz. İsa’dan af dilerken tasvir edilir. Bu mozaikte Hz. İsa’nın elindeki metinde şu yazar: “Ben dünyanın nuruyum, barış sizinle olsun”  Ayasofya’nın kubbesine nakşedilen Nûr suresinin 35.ayetinin meali neydi? “Allah göklerin ve yerin nurudur….”  Bu mozaiğe bir cevap mıdır yoksa inanç sistemleri arasındaki benzerliğe saygı mıdır, bilinmez ama Ayasofya böyle inceliklerin mabedidir.  Keşke bugün Nûr suresinde anlatılan zeytin ağacı Ayasofya bahçesine dikilse, biliyorum Hilafet hevesleri coşan yeşil sarıklı amcalar sabahtan Sultanahmet meydanını doldurmuşken 2020 kadrolarından beklenmeyecek bir incelik..

Diğer mozaik ise güney holünde yer alan SUNU mozaiği.. Bu tasvirde Meryem Ana değerli taşlarla süslü bir tahtta oturmaktadır, kucağında çocuk İsa görülür. Tahtın sağında İstanbul’un kurucusu İmparator Konstantinos, Konstantinopolis’i; solda ise Ayasofya’nın kurucusu İmparator Justinianus, Ayasofya Katedrali’ni Hz Meryem’e sunarken görülüyor. Burada başarılar ilahi kimliklere adanmıştır, anlamı “şehir de, halk da inanç da senindir; her şey senin uğruna”dır. Hz. Meryem’in üstünde ise hiçbir zaman giymediği 10.yüzyıl motifleri taşıyan Roma elbisesi vardır.

Osmanlı Devleti döneminde yapılan tek mozaik süsleme, Ayasofya’daki en kapsamlı ve modern restorasyonu yaptıran Sultan Abdülmecid’in tuğrasıdır. Dış narteks ana giriş kapısında yer alan oval biçimdeki tuğra mozaiği, yere dökülen orijinal altın mozaik parçalarından yapılmıştır. Aslında Ayasofya’nın hayranı olan Sultan Abdülmecid kendi tasvirinin yapılmasını ister. Fakat dönemin din adamları böylesi bir ibadethanede bunun uygun olmayacağını söyleyince o da tuğrasının yaptırılmasını ister.

Abdülmecid’in tuğrası

Kıtaların birleştiği, medeniyetlerin kesiştiği İstanbul’da yok olan ya da henüz gün ışığına çıkarılamamış Bizans eserlerinden bahsederken, daha sonraki Osmanlı döneminden de çok kaybımız olduğunun altını çizmeliyiz. Aslında bu şehrin topografyası tamamen değişmiştir. Deniz surlarının bugün kıyıya mesafesine bakılarak anlaşılacak biçimde önü doldurulmuştur. Pek çok yerde kot farkı oluşmuştur. Nüfus yoğunluğu, bilinçsiz kentleşme, yol yapmak / bulvar açmak gibi gerekçelerle yapılan kıyımlar şehri örselemiştir. Tarihi eserlerini ve onun altındaki izleri bir türlü gözler önüne seremez İstanbul… Mesela Tophane diye bir meydanı vardı İstanbul’un. Bugün de ayakta olan Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Tophane-i Amire, Nusretiye Camii, Tophane Meydan Çeşmesi, Tophane Kasrı beşgeninde enfes bir meydan olabilecekken bugün keşmekeş halindedir, aktif şantiyelere ev sahipliği yapmaktadır. 

Tophane meydanını gösteren bir gravür

AKP ve Ayasofya 2020

Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi Türkiye’deki muhafazakar kitlenin tepkisini çekmişti. Makaleler, şiirler, ateşli konuşmalarda belli bir ilgi grubuna yeniden cemaat ile buluşacağı o büyük günün hasreti anlatılmıştır. Ezanın aslına döndürülmesi konusunda hızlı ve cesur bir adım atan DP iktidarından başlayarak tüm sağ iktidarlardan, seçmenlerinin bir kısmı Ayasofya’nın Osmanlı dönemindeki vasfına kavuşturulmasını talep etmiştir.  Bu konudaki tartışmalarda zaman zaman tansiyon yükselse de genelde bu yıla dek kitlesel nitelik kazanamamıştır. Yine de Ayasofya siyasal islamın romantik kızıl elmasıydı.

Siyasal islamın 2017 referandumu öncesi sevimli bir organizasyonu

Ayasofya ile ilgili son hukuki karar 2018 yılında Anayasa mahkemesine aitti ve bir derneğin başvurusunu reddetti.  

Peki defalarca Ayasofya konusundaki başvuruları reddedilmişken ve 2020 yılındaki son davada Danıştay savcısı 1934 tarihli Bakanlar kurulu kararının yasal, imzaların gerçek olduğunu ve konu hakkında karar merciinin yürütme erki yani Cumhurbaşkanlığı olduğunu söyleyip davanın reddedilmesi yönünde görüş bildirmişken Ayasofya kararı niye Danıştay eliyle alındı? Karardan sonra olup biteni izleyip gerekirse geri adım atabilmek ve bunu yargı erkine ihale etme şansı var ama esas konu Danıştay kararı, cumhuriyet döneminde çıkarılan kanunları ve alınan kararları “hukuki denetim” kisvesinde “siyaseten” tasfiye kapısını da açıyor.

Bir de Milli Egemenlik iddiası var. Yargı, egemenliği sınırlama, yürütmenin faaliyetlerini denetleme işlevini görebilir fakat egemenin yerine geçemez. Hele bugünkü iktidarın kendi döneminde yasalaşan konularda bile hukuku  hiçe sayan iş ve eylemlerine uzaktan bakan yargı erkinin, fiilen yok olmuş ve hukuken tasfiye edilerek malı-mülkü millete devredilmiş Osmanlı ailesinin kararlarını hukuki gerekçeler yaratarak yeniden yürürlüğe sokma girişimindeki garabet komik tekerlemelere benziyor.  Hukuk-guguk falan derken yıl olmuş 2020!

Fetheden egemen Sultan II.Mehmet şahsi iradesiyle ve kılıcının kudretiyle; düşman işgalinden memleketi kurtaran Mustafa Kemal Paşa hükümetinin kararı ve kurucu lider anlayışıyla bu egemenlik hakkını kullanmıştır. Biri koruyucusu kalmamış kiliseyi camiye çevirmiştir, öteki kaderine terk edilmiş camiyi müzeye.. Dilediği takdirde tek yetkili, süper etkili, sonsuz iktidarın sahibi R.Tayyip Erdoğan da dilediği dönüşümü yapabilirdi ama o manevra alanı bulmak için yargı kartını oynamayı seçti.

Ayasofya önünde TOMA – Büyük açılış için hummalı çalışma 21/07/2020

Atatürk’ün imzası ve 1934 kabinesi hedef alınmış olsa da, hukuki dayanak haline getirilen vakıf senedi, Fatih’in iradesini içeren belge olarak, hilafetin kaldırılmasına dair 1924 tarihli kanunu tartışılabilir hale getiriyor!   Eğer Fatih Sultan Mehmet’in vakıf senedi üzerinden bir Cumhuriyet hükümetinin yürütme işlemi hukuken iptal edilebilirsa, önce o vakıfnamedeki “Osmanlı devleti yıkılınca…” ne olacağına dair hükme de bakmak gerekirdi.  Büyük Fatih buyurmuş ki, “Osmanlı yıkılacak olursa Ayasofya vakfımın mütevellisi yeni kurulacak devletin başındaki kimsedir”.  Yani Danıştay, 1934 tarihli bakanlar kurulu kararını Sultan’ın iradesine aykırı ilan etmekle aynı vakıfnamenin içindeki başka bir hükmü aynı iradeye aykırı biçimde yok sayıyor. Vakıfname geçersiz ise 1934 tarihli karara kulp takmak yargıya düşmez, yok geçerliyse mütevelli heyetinin fiili başkanı sayılacak Mustafa Kemal Atatürk’ün kararı ortadan kaldırılamaz.  “Biz böyle takdir ettik, yaptık oldu” bir hukuk işlemi değil, bir egemenlik işlemidir.  Ayasofya tamamen bir egemenlik alanıdır. Naçizane tahminim odur ki AKP’nin 2023 vizyonu Cumhuriyet ile son ve en büyük hesaplaşmanın olacağı tarihe işaret etmektedir, uygulama alanı kağıt üzerinde de kalsa laiklik ilkesinin anayasa metninden çıkarılması yeni bir kızıl elma olmasın mı?

2011 yılında Başbakan kararname ile Ermeni, Rum ve Musevi vakıfların mülk edinme yasağını kaldırırken, 1936 sonrası edindikleri ve el konmuş taşınmazlarının sahiplerine iadesi yolunu açtı.  O zaman hukuki karara ihtiyaç duyulmamıştı.  Kaldı ki siyasi etkisi ve iktisadi değeri açısından çok daha kritik bir karardı.

Erdoğan seçmenine AYASOFYA müjdesini verdiği 35 dakikalık konuşmasında 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını “tarihe ihanet” olarak nitelendirmiştir. Fatih’in Vakıfnamesi ile bedduasını bilhassa dile getirmiştir. Kabe ve Mescid-i Aksa vurgusu tamamen AKP seçmenine “ezilen müminlerin hiç bitmeyen mağduriyeti” üzerinden selam göndermektir. “Milletim değerlerine düşmanlık edenlerle bir daha sınanmasın” diyebilmiştir.  Müzeye dönüşme kararını utanç olarak nitelemiştir.  Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Türkün kapalı bahtı Ayasofya ile açılır” sözleri bakalım gerçek olacak mı?  İkinci bir Fetih, basübadelmevt, prangalar, zincirler, tekbirler, secdeler ile din sömürüsünde süreli doz aşımını seçmiştir.  Kısacası özenle hazırlanmış bu hitabında siyasi hamasetin dibine vurmuştur. TV dizilerinden tarih öğrenenlerin gözyaşlarına gark olduğuna eminim. Düne dek Atatürk’e laf edemeyenlerin yokluktan İsmet İnönü’ye sallama zarureti de artık bitmiş olabilir. Bugüne dek en çok “iki ayyaş” diye yaklaşılan eleştiri sınırı artık çok daha ileri gidecektir. “Vakıf dokunanı yakar, çiğneyen lanete uğrar” çığlıkları ile artık hedef net biçimde irade sahibi Mustafa Kemal’dir. Sormak lazım, vakıfnameye sadık kalan Osmanlı’nın Dersaadeti 4 yıl 10 ay düşman işgali altında kaldı. Anadolu ve Trakya paramparça edildi! Daha büyük zillet, daha kallavi lanet var mıdır? Bu milleti o zilletten kimler kurtarmıştır? Bugün AKP mescidi gibi protokol namazıyla açılan Ayasofya’nın bulunduğu İstanbul’u düşmandan kim kurtarmıştır?

Erdoğan’ın anketlerde sürekli kan kaybeden partisinin geleceğine ve kendisinden uzaklaşma ihtimali olan ultra islamcı kitlelere göre pozisyon aldığı hatta siyaseten çaresiz olduğu iddia edilmektedir. Daha geçen yıl söyledikleri hatırlanınca bu iddialar yabana atılamaz. İlk kez 16 Mart 2019’daki Tekirdağ mitinginde bir vatandaşın Ayasofya’nın cami yapılması çağrısına Erdoğan, “Büyük Çamlıca Cami’ni yaptık. 4 tane 5 tane Ayasofya eder, o kadar büyük. Anadolu yakasında, tüm İstanbul ve Türkiye’de en büyük camii. Mesele o değil, bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, Ayasofya’yı dolduralım… Bu oyunlara gelmeyelim, bunların hepsi tezgah. Biz ne zaman neyin nasıl yapılacağını çok iyi biliyoruz. Bu namussuzlar böyle dedi diye biz adım atmayız” demişti.  Üç gün sonra katıldığı TV programında ise  60 bin kişi alan Büyük Çamlıca camii ile övündükten ve Selâtin camiler konusundaki bilgisizliğini sergiledikten sonra “Ayasofya’nın ibadete açılmasının bir faturası var, onun faturası bizim için çok daha ağırdır” dedikten sonra başka ülkelerdeki islam eserlerin ve camilerin başına neler gelebileceğini anlatmıştır.  Sonraki cümle ise şahane “Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar İSTİKAMETİMİ kaybetmedim” 

Ne oldu ki pusula şaştı, rotadan kopuldu, istikamet değişti, onu yakında öğreniriz.

Çaresiz muhalefete gelince en sık duyduklarımız “Kutuplaşma fırsatı vermeyelim” ve “oyuna gelmeyeceğiz”.  Muhalefetin en büyük parçası CHP’nin siyasi bir kutup oluşturma kapasitesi olmadığı gibi, muhalefetin tamamı “oyuna gelmeyelim” derken aslında Erdoğan’ın kurduğu oyunun parçaları olmaktadır.  Bilhassa “bu iktidarın Milli Egemenlik hususunda Cumhuriyetin kurucu kadrolarına laf söyleme hakkı yoktur, onlara öğretebileceği bir şey de asla olamaz” diyememişlerdir. Asla belirleyemedikleri gündemde rolleri belirlenmiş figüran gibi davranmaları da Erdoğan’ın yurt içinde canı ne isterse yapabilecek kadar sınırsız güce sahip olduğunu gösterir bir vaziyettir.  Türk tipi başkanlık sisteminde Erdoğan’ın karşısında denge & denetleme mekanizması olacak kim kalmıştır? Hiç kimse!! Bugün de alana kurduracağı dev ekranda şovunu yapacak, belki minberdeki siyasi hitabıyla duygusallaşan seçmeninin gönül telini titretmekten geri durmayacaktır.

Bitmeyen fetih, sürekli fetih, döne döne benzer cümlelerle aynı bayat hamasetin bir sebebi var. İstanbul’un fethedildiğine inanamışlar sanki, kendi vatanında fethe çıkan şaşkınların vatan bilinci de tartışılır ya… Türkiye’de siyasi hevesi olanların tamamı Erdoğan’a göre kendini hizaya çektiğine göre, bu hamasetin siyasi faydaya tahvil edilmesi ancak dış düşmanla mümkün olabilir. Zırvalamaya meyyal Yunanistan dahil hiçbir ülke Türkiye’deki bir müzenin ya da caminin kullanımına karışamayacağına göre, yeni şeytan belki UNESCO olur. Türkiye, UNESCO tarafından 1972 yılında kabul edilen Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunması Hakkında Sözleşmesi’ni (Convention Concerning the Protection of the World Cultural and Natural Heritage) 1983 yılında imzalamıştır. Tarihi yarımadada yer alan Ayasofya eğer “Dünya Mirası Listesi” dışında bırakılırsa bu durum hükümete aradığı dış mevziyi kazandırır. Dilerim UNESCO böyle bir hata yapmaz, ha yapsa bile özgünlüğü doğru muhafaza edildiği sürece AYASOFYA –eller ne derse desin– emsalsiz bir kültür mirasıdır. https://whc.unesco.org/en/statesparties/tr

Peki Ayasofya ne olsun?  Evvela Ayasofya’nın üç yıldan kısa olmamak kaydıyla kapatılması, içerideki iskelenin tamamen kaldırılması maksadıyla tüm restorasyonların bihakkın tamamlanması ve yorgun Ayasofya’nın başta deprem olarak tüm risklere karşı güçlendirilmesi gerekir.  Ayasofya 1934 yılındaki iradeye uygun olarak müze olarak kalmalıdır ama ziyaretçi sayısı da sınırlandırılmalıdır.  En pik günlerde 15.000 kişinin girip çıkması yapı için risktir.  Atatürk tarafından tapusu CAMİ olarak çıkarılsa da Ayasofya bu yorgun haliyle bugün cami olarak kullanılmamalıdır. Bölgede müminler için ibadethane eksiği olmadığı da aşikardır. Cami olarak kullanıldığı takdirde zarar görmesi engellenemeyecektir. Altında galeriler ve sarnıç olan, yer yer çatlamış mermer zemin ve mozaikler korunamaz. Ayrıca bugünkü durumu göz önüne alındığında bir ısıtma, aydınlatma ve ses sistemi eklenecektir. Bunların da olumsuz etkileri düşünüldüğünde müze olarak korunmayan tarihi camilerin günlük kullanımdan ötürü yıpranması kaçınılmazdır. İznik ve Trabzon Ayasofyalarının hazin hali ise maalesef “sui misal” olarak önümüzdedir.

Yakında güncellenmesi gereken bir işaret – Sirkeci sahil yolu

Bu çok uzun yazının son sözünü Fatih’in Patrik ilan ettiği ve eski günlerin hasretiyle konuşan keşiş Gennadios’a bırakalım.

Ah kentlerimizin en iyisi, sevgili çocukların, bizler senin kaybınla nasıl yaşarız ve sen bizsiz olmaya nasıl dayanırsın? Daha da beteri, insanlar sana erişemezken, biz yaşamaya nasıl tahammül edebiliriz? Görünüşte hâlâ burada durmakla birlikte, aslında sonsuza dek yok oldun

Gennadios’un özlediği içi boşalmış, fikren tükenmiş Bizans idi. Bizans tarihe gömülen bir seraptır. Bugün neo-emperyal hayallerin peşine düşüp diriltmeye uğraşanlar olsa bile Osmanlı da artık o serabın parçasıdır. Bize kalan İstanbul şehri olup, 40 yaş üzerinde olanlar için bile çocukluklarındaki İstanbul yok olmaktadır.  Zamana bağlı doğal dönüşüm değil giderek hızlanan bir yozlaşmanın eseridir bu kayboluş. Etleri dökülen, kemikleri görünen bir cesedi andırmakta İstanbul… Hadi Ayasofya’yı da gözden çıkardık diyelim, madem egemenler öyle irade buyurmuş, eh varsın cami de oluversin ama İstanbul’un değeri ve derinliği çok geniş ve korumacı perspektifte ele alınmalıydı! Hele ki ince zevkleri olan, kültür ve sanat tarihiyle ilgilenen insanlar için bu kentte dolaşmak yürekleri tüketen bir azaba dönüşmüştür.

Keşke bu kadim şehri hakkıyla muhafaza edebilseydik, keşke bu şehri kan dökerek fethedenlere, canı pahasına koruyanlara, işgal ve istiladan kurtaranlara layık olabilseydik, keşke İstanbul’a ihanet ettiklerini söyleyenlerin biraz utanması olsaydı, keşke din üzerine siyaset yapılmasa ve memleketin geleceğine dair hiçbir sözü olmayan bu kof siyasetin peşine yüzbinler takılmasaydı…

Kendi yolunu çizen Serdar-ı EKREM

Birkaç asır önce yaşansaydı bu son iki ay, vak’a-nüvisler sanırım şöyle kayıt düşerdi tarihe: “Dersaadet’in şehremini olmasına türlü hile ve desise ile müsaade edilmedi. İmdi o zat cümle Osmanlı mülkünün serdar-ı ekremi olmak üzre terfiye namzettir

Dün mazbatasını ikinci kez alan Sayın Ekrem İMAMOĞLU kıtaların buluştuğu kentte umudun lideri oldu. Kamuoyu tarafından yeterince tanınmıyorken adaylığı ilan edilen, “kenar ilçenin belediye başkanı” diye küçümsenen, proje olmakla itham edilen, soyadından etnik kimliğine türlü çirkin saldırıya maruz kalan, ekseriyetle medyanın görmezden geldiği, sokakların ise bağrına bastığı “yeni nesil siyasetçi” Sayın Ekrem İMAMOĞLU 31 Mart yerel seçimlerinde 13.729 oy farkla büyükşehir belediye başkanı seçilmişti.  Bu sonuç 25 yıldır İstanbul’un üzerinde oturan siyasal islamcı geleneğin koltuğu devretmesi anlamına geliyordu ki, birilerinin işine gelmedi. Ne hukukla ne mantıkla izah edilemeyen YSK darbesiyle gasp edilen mazbatayı takiben tekrarlanan seçimde bu kez Ekrem İmamoğlu her ilçede hatta neredeyse her mahallede oyunu artırarak farklı kazandı.  31 Mart’ta baltayı taşa vuran AKP’nin üzerine 23 Haziran’da ağaç devrildi.  Şehre yıldırım düşmesini bekliyorlardı, Karadeniz’den tsunami geldi.

Kimse 14 bin oyla seçimi kazandım demesin” diyenlere bugün sormak isterdim, “806 bin oy fark kafi geldi mi?” 

Kazananın 1, kaybedenin 0 olacağı tek dereceli seçimi boykot etmeyi önermiş olanlar da eminim “iyi ki bizim dediğimiz olmamış” noktasına gelmişlerdir.

31 Mart günü AKP’nin kulağını bükerek mührü iktidar partisinin elinden alan seçmen, kibre boğulmuş ve halktan kopmuş parti sandıkları devirince bu haksızlığı sessizce not etmiş, 23 Haziran’da ise AKP İstanbul il örgütünü adeta falakaya yatırmıştır.  2001’de kurulup 2002’de tek başına iktidara gelen AKP böylesini deneyimlememiş olsa da, sandıkta halkın eli ağırdır, hiddetinden ve sillesinden çekinmek gerekir. 

Seçim sonucu öncelikle AKP’nin başarısızlığıdır. Hezimeti şöyle tarif edelim.  Pontus laflarıyla kızdırılan Karadenizliler ile yediden yetmişe terörist ilan edilen HDP’ye yakın Kürt seçmenden aynı sandıklarda tokat yeme talihsizliği 23 Haziran’da gerçekleşmiştir.  Hatta neredeyse bu iki grup birbirlerine “elinize sağlık kardeşim” diyerek ayrılmıştır sandık başlarından.  Ekrem İmamoğlu “konuşacağız, uzlaşacağız, barışacağız” diyordu, hani nasıl desek tarif ettiği kardeşlik “hayaldi gerçek oldu”.

Hatırladığımız üzere 31 Mart öncesi kerameti kendinden menkul BEKA söylemiyle medyayı ve seçmenin zihnini işgal etmişti AKP.  Çöpümüzü kimin alacağı, çevre vergisinin hangi belediyeye ödeneceği, çocuk parklarındaki oyuncakları kimin tamir edeceği ile ilelebet payidar kalacağına inandığımız Türkiye Cumhuriyetinin kader çizgisi arasındaki gizemli bağ halen çözülebilmiş değil.

Ülkemiz kurucu liderinin namuslu mücadelesini ve çizdiği medeniyet vizyonunu terk etmedikçe beka sorunu yaşamayacaktır.

23 Haziran öncesi ise BEKA söylemi terk edildi, sağ olsunlar Cumhur ittifakı o işi arada çözüverdi herhalde.  Birdenbire zuhur eden huzur ve güven ortamı bizi rahatlatmış olacak ki, Doğu Akdeniz’de sular ısınırken ve Suriye’de sıcak çatışma sürerken ordunun neredeyse üçte birini erkenden terhis etme kararı alındı, teşekkürler Ak Parti!

BEKA sorunu şıp diye çözülünce AKP’nin nedense kanaat önderi muamelesi yaptığı İmralı mahkumu ile mektup arkadaşı olmaya zorlandı insanlar.  Ellerinde binlerce insanın kanı olan terör mahkumu HDP’ye tarafsızlık çağrısı yapıyordu.  Devletin ajansı bu çağrıyı kamuoyuna yaydı. Ülkemizin en lüzumsuz siyasetçisi Devlet Bahçeli “Öcalan’ın HDP’ye tarafsızlık çağrısını görmezden duymazdan gelemezdik” diyebildi!!  Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış, yalnızca avukatları ve yakın akrabaları görüşebilecek Abdullah Öcalan’ın kendisine övgüler düzen kılıksız bir akademisyen ile nasıl görüşebildiği halen muamma. Bu rezalet yetmemiş olacak ki, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kırmızı bültenle aradığı terörist kardeşi TRT Kürdi kanalına çıkarıldı.  Osman Öcalan da CHP’nin eksiklerini eleştirmiş o konuşmasında?  Yıllar yılı giderek eksilen devlet aklımız Öcalan ailesini Kürtlerin manevi önderi sanıyor korkarım ki.. Seçime birkaç gün kala yapılan bu utanç verici Öcalan Brothers hamlesi de milliyetçi hassasiyetleri yüksek bir kısım seçmenin Cumhur ittifakına çelme takmasına yol açmıştır.  Tüm bu saçmalamalara, yalpalamalara, akla ziyan tutarsızlıklara rağmen vaat şampiyonu Binali Yıldırım’ın %45 oy alması ayrı bir tartışma konusudur.   Elbette bu aralar “AKP hatalarından ders alır mı?” sorusu da zihinlerde, ben Türkiye’de tek başına iktidardayken hatalarından ders alarak değişen ve olgunlaşan siyasi parti görmedim.  AKP’de bu ağır mağlubiyetin henüz sağlıklı okunamadığı kanaatindeyim.  Dahası partiden seçmenin mesajını okuyabilecek  ferasette kimse kalmış mıdır, ondan da şüpheliyim.

Seçimin şifrelerinden bir diğeri de, Süleyman Demirel’in deyimiyle “tencere her hükümeti sallar” saptamasıdır.

“Neyse halin o çıksın falın” diye bakılan kahve fincanının siyasetteki karşılığı mutfaktaki tavadır, tenceredir. 31 Mart öncesi muhalefetin favori şarkısı Barış Manço’dan mülhem “domates biber patlıcan” idi. Onlar da 23 Haziran öncesi patates, soğan bahsini kapattılar çünkü mevsimin etkisiyle fiyatları düşmüştü ama beyaz et, kırmızı et, pek çok meyve, süt ürünleri, akaryakıt, elektrik, çocuklara alınacak karne hediyesi bisiklet neye bakarsanız bakın her şey ateş pahası.  Geçim sıkıntısı çekenler, işsiz kalanlar, vergisini ödeyemeyenler, siftah yapamayanlar İmamoğlu’na oy vererek Ankara’ya seslerini duyurmak istediler.

Sonuçta İstanbul kararını verdi, beş yıllığına başkanlık mührünü Ekrem İmamoğlu’na teslim etti. Bundan sonra ne olur?  Öncelikle “seçilmişleri atanmışlara ezdirmeyiz, halkın iradesi başımız üstüne” diyerek nutuk atanların, vitrin süsü olacağını ilan ettikleri Ekrem başkanın önünü yargı kararı ile kesme ihtimali?  O iş artık kolay değil… Açık farkla biten seçimin üzerine İmamoğlu’nu OR-Gİ havaalanında söyleyip söylemediği belli olmayan “it” lafı üzerinden kıstırmak ve makamından düşürmek çok riskli olacaktır. Canlı yayınlanacak belediye meclisi toplantılarında göz göre göre İmamoğlu’nun yolunu kesmek ve İstanbullunun hizmet almasını geciktirmek de iktidar bloku için anlamlı olmaz. İtibarsızlaştırmak yerine başarısızlığını beklemek ve başarısız olması için ince ince çalışmak AKP açısından daha tercih edilesi bir yol gibi görünüyor.

Başarının da başarısızlığın da ortak kriterlerinden biri finansman ya da maddi güç.  25 yıldır siyasal islamcılığın, 17 yıldır spesifik olarak AKP’nin elinde olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin durumu ise içler acısı.  İBB bütçesinde yıllık bütçe açığı 3,7 milyar TL dolayısıyla belediye hizmetini sürdürmek için dış kaynak bulmak ve borçlanmak zorunda. İBB’nin 2019’da 1 milyar TL’nin üzerinde borç faizi ödeyeceği tahmin ediliyor.  Toplam borç yükü 27 milyar TL’ye dayanmış. Bu koşullar altında yatırımlar, projeler, mali vaatler gerçeğe dönüşmek için sıraya girmek ve beklemek durumundadır.  Oysa başarılı seçim kampanyası nedeniyle Ekrem başkana yönelik pozitif beklentiler tavan yaptı.  Bu beklentilerin hızla hüsrana dönüşmemesi için İstanbul halkına mali durum açıkça anlatılmalı, her şeyin sırayla ele alınacağı, israfın önlenerek tasarruf döneminin başlayacağı ve sabırla adım adım her şeyin güzel olacağı izah edilmelidir.  Her gün ileri bir adım olursa, el atılan konular yavaş yavaş iyileşirse sonuçta İstanbul’da gülümseyen insanların sayısı artacaktır.  Ekrem İmamoğlu süper kahraman olmadığına göre sorunları tek başına çözemez.  Ekipleri oluşturacak insan kaynağı düşünüldüğünde İBB bünyesinde Ekrem başkanın deyimiyle “alın teri” dökerek çalışan nitelikli insanlar mutlaka muhafaza edilmeli ama yaptığı işin hesabını veremeyen, yetkinlikleri soru işareti ve birilerinin yakını olduğu için vaktinde istihdam edilmiş kişiler hızla ayıklanmalıdır.

Lüks, şatafat, debdebe ve israf sona erdirilirken lüks makam araçlarının elden çıkarılması ya da ATM’den her ay maaşını çekip belediyeye tek gün uğramamışların ayıklanması yetmeyecektir. İBB ve bağlı şirketlerdeki tüm iş süreçlerinin kapsamlı analizinden sonra iyileştirilecek süreç adımları belirlenmeli, kaliteden ödün vermeden daha uygun maliyetlerle iş yapmanın yolları (görev tanımlarının birleştirilmesi, bürokrasinin azaltılması, yeni teknolojilerin kullanımı vb) uzmanlar tarafından belirlenmelidir.

Yirmibeş yıllık kadrolaşmanın neticesinde bulundukları konumu hak etmeyen kişiler olduğu gibi, güncel gelişmelerden biraz uzak kalmış ya da işletme körlüğünün etkisinde kadrolar da bulunabilir. Bu durumda tasarruf ve verimlilik artışına yönelik taze dış kaynak kullanımı ihtiyacı doğar ki, bu Ekrem başkanı yeni bir açmaza götürecektir.  Türkiye’de siyasetin yazılı olmayan kurallarından biri seçim kazanan başkanın başına üşüşen kalabalıktır.  Bilhassa üyesi olunan parti (CHP), ittifak ortağı parti (İYİ Parti), kampanya yönetiminde başarı gösteren çevreler ve yakınları, tüm bu kalabalık hep bir ağızdan “öyle yapalım, şöyle yapalım, falanca uzmanı getirelim, işi o şirkete verelim” benzeri telkinlerde bulunacaktır.  Böyle tavsiye ve telkinlere her “HAYIR” dendiğinde kırgınlıkların doğması muhtemeldir. Bunu önlemenin yolu ise kolay anlaşılır ve 16 milyon İstanbullunun lehine olacağına itiraz edilemeyecek kurallar koymaktır. Şeffaf ihale süreci, açık eksiltme gibi yöntemler yanında sabit bedeli olmayan ancak sağlanacak ölçülebilir fayda üzerinden yüzde pay ile ücretlendirilecek servis sağlayıcılarla öncelikli çalışma kararı ilan edilebilir.  Örneğin 11 milyon TL bedelle realize edilecek bir iş, aynı kalite ve benzer çalışma takvimi içinde %25 tasarrufla 8,25 milyon TL’ye yapılabiliyorsa, elde edilen 2.75 milyon TL tasarruftan belli bir % pay emek verenlere bedel olarak ödenebilir.  Böylelikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi bütçesine yeni maliyet yükü gelmeyecektir. Pek çok firma için bu ilk etapta tercih edilesi bir uygulama gibi görünmese de, referanslarına İBB logosunu eklemek isteyenler hiçbir ticari risk almadan bu ayrıcalığa erişilemeyeceğini öğrenmiş olur.

Teknik konuları burada bırakıp biraz da halkın beklentilerinden bahsedelim. “Adama, kişiye, kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet işi bitti” diyerek gönüllerde taht kurdu Ekrem başkan, bu vaadin mutlaka takipçisi olunacaktır.  Okçular Vakfı gibi mana ve önemi belirsiz kuruluşlar kendi ceplerinden diledikleri kadar yay çekip ok atabilirler ama İBB ile tüm finansal ilişkileri koparılmalıdır. Sayın başkanın isabetle belirttiği mültecilerin durumu ve deprem riski hem kafa yorulması hem de yatırım gerektiren konulardır. Her iki dosya da Ankara ile koordinasyon sağlanmadan somut neticelere bağlanamaz ve yürütmenin başı kendisine müstakbel rakip olarak gördüğü yeni nesil siyasetçiye nasıl davranır, yaşayıp göreceğiz.

Bugünlerde Fatih Sultan Mehmet köprüsündeki asfaltlama çalışmalarının da katkısıyla İstanbul trafiği yine çıldırtan bir noktaya geldi. Yeni metro hatları, toplu taşıma rutlarının rehabilite edilmesi, deniz ulaşımından daha çok yararlanılması gibi konular “çok acil” kategorisinde ve evvela planlama mesaisi gerektiriyor.

Duygulardan devam edersek #HerŞeyÇokGüzelOlacak sloganına vurulduk hepimiz ama akıl ve vicdan sahibi kimse mucize beklemiyordur. Daha yeşil, daha mavi, daha huzurlu, daha medeni, daha üretken bir İstanbul hasretimiz ve talebimiz bakidir elbet.  Yukarıda izah edildiği gibi kasada halka dağıtılacak milyarlarca Türk Lirası olmadığına göre, ilk etapta maddiyattan ziyade üslup ve yaklaşım farkını ortaya koyacak manevi konularda “devir değişti” algısını yaratmak gerekiyor.


Siyaset ofiste değil sokakta yapılıyor artık, hakkınızdaki kamuoyu algısını önünüze gelen anketlerden okumaktansa sık sık sokağa çıkın Ekrem başkanım.  Alışkanlığınızı yitirmeden arada semt pazarlarını gezin mesela, bu yaz açık hava konserlerine gidin Dilek hanım ile.. Spor karşılaşmalarını yerinde izleyin, Galatasaray’ın UEFA Şampiyonlar Ligi’nde oynayacağı grup maçlarına bekleriz mutlaka. Sürpriz yapın İstanbulluya bazen vapura, motora, metroya binin.  Belediye sarayının karşısında Kanuni Sultan Süleyman’ın genç yaşta ölen oğlu şehzade Mehmet için yaptırdığı, Mimar Sinan’ın erken dönem eserlerinden enfes Şehzadebaşı camii var. Bir hafta Cuma namazını orada kılarsınız, bir hafta Fatih Camii’nde. Bir hafta başka yerde, siyasi mitinge dönüştürmeden kameralardan uzak orada da halkla temas mümkündür.  Keza aynı şekilde Cemevi ziyaretleri yapabilir, Alevi yurttaşlarımızla hasbıhal edebilirsiniz. Bir Pazar günü mesela Beyoğlu Üç Horan Ermeni kilisesine, başka bir haftasonu Neve Şalom Sinagoguna ve tüm dinlerin mabetlerine uğrayıp İstanbullu ile selamlaşıp hal hatır sorabilirsiniz. Dediğim gibi kamera yok, basın yok…

Yol kenarında meyve yiyen bir çocuk gördünüz diyelim, hemen arkasında da uygun bir toprak parçası var, “çekirdeği yere atma, gel toprağa gömelim, belki seninle bir ağacımız olur” deyin o çocuğa.  Emin olunuz ki, o çocuk bunu en az 30 kişiye anlatacak ve herhalde bu güzel anıyı otuz yıl hatırlayacaktır.  “Çocuklar benim propagandamı yapıyorlar biliyorum” demiştiniz ya, doğrudur. Üsküdar Kısıklı’da ninesi ile oy verme kabinine giren 9-10 yaşlarındaki torunun “Ya ona değil, İmamoğlu daha iyiydi yaa” diyerek dile getirdiği serzenişi dışarıdan duyulmuş ve epey güldürmüştü insanları…

İstanbul’un tarihi dokusunu büyük ölçüde barındıran Suriçi’nin insan ve taşıt kalabalığından olabildiğince arındırarak gerçek değerine kavuşturmak bir hedef olsun. Suriçi bölgesinde bir bina mı yıkılacak, temel kazısına dikkat edilsin mesela, umulmadık arkeolojik bulgulara erişilebilir.  Ülkeye paralel olarak kent ekonomisinin daraldığı dönemde turizmin önemi tartışılmaz. Geçmişten bir örnek geldi aklıma. Türkiye 2020 Olimpiyatlarına aday olduğunda son ikiye kalmış ve rakibi Tokyo’nun belediye başkanı Buenos Aires’teki final sunumunda “dünyanın en güleryüzlü taksi şoförleri bizde” ve benzeri mesajlarla insana dokunan, Olimpik seyircileri / misafirleri ilglendiren şeyler anlatmıştı. Sonuçta da kazanan Japonlar oldu.  Bilhassa yabancı bir turistin İstanbul’a ilk vardığı andan itibaren tüm deneyimini ele alıp, “olabilecek en iyi izlenimle kentten ayrılması nasıl sağlanabilir” sorusu tüm sosyal paydaşlarla birlikte ele alınmalıdır. Japonlardan milletçe öğrenmemiz gereken diğer üç şey ise intizam, tertip ve tevazu sanırım…

Japon İmparatoru konuk kabul odasında itibardan tasarruf etmeyen ülkenin lideriyle görüşüyor!

İstanbul’da ekolojik denge giderek bozulacak çünkü üzüntüyle öğrendik ki İstanbul havalimanı ve Kuzey Marmara otoyolu için 13 milyon ağaç kesilmiş.  Şehrin akciğerleri kuzey ormanları ve sulak alanlar böylece yok edilmiş oldu.  Gidenlerin yerini tutmasa da, kesilenin iki katı 26 milyon ağacı hangi vadede nereye dikebileceğinizi planlayıp ilan edin.  Hatta bunu bir kampanya haline getirebilir, “küreğini kap gel, fidan ve can suyu bizden” diyerek İstanbulluyu çağırabilirsiniz. İstanbul’da her evlenen çift için iki, her doğan çocuk için beş tane fidan dikilebilir. Kısacası çevrenin korunması, doğal çeşitliliğin artması, deniz kirliliğinin azaltılması gibi gibi konularda insanlara önce sorumluluk aşılayın, onları vazifeye çağırın.  Her ne kadar seçim kampanyasında hemşehrilik vurgusu öne çıkarılsa da, bilhassa Binali Yıldırım Sivas, Diyarbakır ziyaretlerinde İstanbul için oy istese de bu kentte yaşayanların kente karşı mesuliyet hisseden İstanbullu kimliğine sahip olması için çalışılmalı, hatta bu kimlik özenle tasarlanmalı ve iletişimi yapılmalı. Yine yapılabileceklerden devamla, İstanbul’un çevresindeki 150 köyde tarımsal üretim yapılacağını söylemiştiniz. Mesela İSMEK çiftçi yetiştirebilir mi?  Organik tarım kursları düzenlediğini bildiğimiz İSMEK bu faaliyetini genişletebilir mi?  Mesela İstanbul-Kuzguncuk’taki bostana içi giderek bakanlar, el emeğine inananlar yeni tarım alanlarında seçecekleri birkaç haftasonu ikişer saat gönüllü çalışır mı, çıplak ayakla toprağa basıp çapa yapar mı?  Karşılığı var elbet, ne yetiştiyse göz hakkı saklı.  Kısacası betonu değil toprağı, rantı değil soluk almayı hatırlatabilir miyiz İstanbul’a ?

Sevgili Ekrem başkanım,

Serbest çağrışım gibidir bu şehir, bir konudan diğerine geçerken zihinde yeni kapılar açılır.

İstanbul büyük, derdi çok, kalabalığı tarifsiz, yükü ağır…  Çocukların gözlerinde, gençlerin dilinde güvenilir lider & samimi insan kimliğini perçinlediğiniz zaman bu kentte binlerce İstanbul Gönüllüsü bulacak ve zoru kolay kılacaksınız.

 

Size oy vermeyenler de duysun bilsin ki seçim neticesinde “azgın azınlık” Saraçhane’yi işgal etmedi.  Sisi kazanmadı, Mursi kaybetmedi, burası Kahire ya da İskenderiye değil İSTANBUL.. Kulaklardan beyne nüfuz eden zehirli dilden arınmalıyız.  Tıpkı sizin de ifade ettiğiniz gibi birbirimize karşı zafer kazanamayız. Zafer ancak sade bir semtini sevmenin bile ömre bedel olduğu aziz İstanbul’un olabilir.  Elbet bu ülkenin kaderi başkent Ankara’da çizilir ama biliriz ki İstanbul düzelirse, Türkiye ilerler.

Üstad Yahya Kemal Beyatlı’nın “Başka bir tepeden” adlı şiiri

Onlara ayıracağınız zaman kaçınılmaz olarak azalsa bile yine de en büyük destekçiniz olacak ailenize bilhassa teşekkür ediyor, üstlendiğiniz kutlu ama zorlu vazifenizde size ve ekip arkadaşlarınıza sonsuz başarılar diliyorum, Allah mahçup etmesin.

İnanıyoruz ki, güzel günler göreceğiz ve her şey sırayla rayına girecek, güzel olacak.  Olmaya başladı bile…

İlker Canalp, bir İSTANBUL gönüllüsü

23 Haziran öncesi Ekrem İMAMOĞLU’na notlar

Çok değil beş ay önce Beylikdüzü’nde yaşayanlar dışında pek kimse tanımazken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı oldu Ekrem İMAMOĞLU. Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere pek çok kişi ona fazla şans tanımamıştı.

Ülkenin içine itildiği çıkmazın yarattığı hoşnutsuzluğa ek olarak, 31 Mart seçimlerine kadar sürdürdüğü başarılı kampanya sonucu, ülkede herkesin tanıdığı ve AKP’ye oy vermeyenlerin dahi antipati duymadığı son başbakan Sayın Binali Yıldırım’ı az farkla geride bırakarak büyükşehir belediye başkanı seçildi.

Takip edebildiğim kadarıyla seçim gecesinden itibaren başarılı kampanya yürüten yerel siyasetçi kabuğunu geride bırakarak büyük oynamaya başladı İmamoğlu.  AKP cenahından gelen üçbin küsür oy farkla seçimi aldıklarına dair zamansız açıklaması sonucunda standart bir CHP adayı “İstanbul için hayırlı olsun” diyerek Anadolu Ajansı eliyle manipüle edilen neticeyi kabullenir ya da kendine hakim olamayıp ahbabı gazeteciye “adamlar yine kazandı” diye mesaj atabilirdi.  Ekrem İmamoğlu ise elindeki sarih verilere güvenen bir lider olarak defalarca kameraların önüne çıkıp, insanları düzenli bilgilendirdi. Kelimelerine özen gösterdi ama çekinmeden “biz kazandık” dedi, bu sayede umut ayakta kaldı, sandıklar terk edilmedi. Bu sayede çuvallar kaybolmadı, çöplüklerden binlerce oy pusulası çıkmadı. İstanbul’a ve İstanbul seçmeninin iradesine sahip çıkıldı. Üstelik bu yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi (Sn.Canan Kaftancıoğlu) ya da İYİ Parti’nin (Sn. Buğra Kavuncu) başarısı değildi, bizzat İmamoğlu’nun kurup idare ettiği ekiplerin de çok emeği olduğu konuşuluyor. Ekrem başkanın organizasyon becerisi inkar edilemez. Kısacası İMAMOĞLU kimsenin hakkını yemedi ama hakkını da yedirmedi. 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece herkes onun yerleşik kalıplara uymayan biri olduğunu artık anlamıştı. Dolayısıyla yerel politikacı olarak başladığı yarışta emeğiyle sivrildi, siyasette bir üst lige çıkmış oldu.

Canan Kaftancıoğlu – Ekrem İMAMOĞLU – Buğra Kavuncu

İmamoğlu’nun çetin ceviz olduğu anlaşılınca, bu kez hak edilen mazbatayı vermemek için tam 17 gün ipe un serdi birileri. Caddeler, sokaklar, semt pazarları, stadlar “MAZBATAYI VER” çığlıklarıyla yankılandı. Akla ziyan geciktirme denemelerinin sonunda nihayet mazbata seçilmiş başkana takdim edildi ve Saraçhane’deki makama geçildi. Gel gelelim 19 gün sonra 6 Mayıs günü Yüksek Seçim Kurulu (YSK) darbesi ile artık yalnız kağıt üstünde hukuk devleti sayılabilecek ülkenin kanunlarına bir defa daha takla attırıldı, hakkaniyet hiçe sayıldı, aynı zarftan çıkan dört oydan üçü helal biri haram kılındı ve mazbata sahibinden (ç)alındı. Aynı şey AKP’nin başına gelse yani seçimin güvenliğini yüzlerce kez överek seçmene güven telkin etmiş olan YSK mazbatayı önce Binali Yıldırım’a verip sonra geri alsa bunun muhafazakar seçmenin zihnine ikinci 28 Şubat olarak kazınacağını, itinayla kabartılan mağduriyetin şarkılara, filmlere konu olacağını biliyoruz değil mi? Demokrasiye yaşatılan travma asla azımsanmamalıdır. Bu yapılan haksızlık hafife alınamayacağı gibi şaka, mizah kaldıracak bir konu da değildir.

Bu satırların yazıldığı andan 24 gün sonra 23 Haziran 2019 günü İstanbul yeniden sandığa gidecek. Bu kez sandığa tek bir oy atılacak.  Saadet Partisi adayı Necdet Gökçınar beyefendiye haksızlık etmek istemem ama gidişat belli ya İmamoğlu ya da en yakın rakibi seçimi kazanacak. Ekrem İmamoğlu siyaseten bir üst lige çıktığı için yeni rakibi daha güçlü, daha etkili ve daha cüretkar biridir. Onu iyi tanıyorsunuz, hepimiz çok iyi tanıyoruz.

Trabzonlu vs Rizeli: Karadeniz derbisi is loading ??

Bugün İstanbul seçimine dair kafamdaki notları derleyip toparlamak istedim.

Hatırlanacaktır, 1994’te Refah Partisi yerel seçimlerden zaferle çıktığında, genel başkan Prof.Necmettin Erbakan basının önüne iki prensiyle çıkmış ve Ankara’da galip gelen İ.Melih Gökçek’i TÜRKİYE Şampiyonu, İstanbul’da kazanan Recep Tayyip Erdoğan’ı ise DÜNYA Şampiyonu olarak ilan etmişti.   AKP genel başkanı Erdoğan siyasi kariyerinde adım adım yükselirken çıktığı semti, yetiştiği kenti, onu emsalsiz başarılara götüren İstanbul’u hiç unutmadı. Unutamadı.

Erdoğan / ERBAKAN / Gökçek – Mart 1994

Peki ya “İstanbul benim sevdam” diyen, Ankara’da makam sahibi olduğu halde İstanbul’a hasretini saklamayan, İstanbul’da her olan biteni, bilhassa doğan ve doğacak rantı gün gün takip eden Erdoğan 31 Mart seçimleri öncesi partililerine ne demişti?

“Unutmayın, İSTANBUL’DA TEKLERSEK TÜRKİYE’DE TÖKEZLERİZ. İstanbul’da metal yorgunluğu olursa Türkiye’de paslanırız”

Ya 31 Mart seçimlerine bir hafta kala Cumhur ittifakının ortaklaşa düzenlediği mitingde ne diyordu Devlet Bahçeli:

İstanbul cumhur ittifakının hassasiyet ve haysiyet merkezidir. İstanbul demek TÜRKİYE demektir. İstanbul sıradan bir şehir adı değildir. Bu SİPER düşerse Türkiyemiz gider, nice miras ve emanetler kararır

Yenikapı – 24 Mart 2019

Bu iddialı söylemler İstanbul’u kaybetmenin sindirilemediğini ve YSK’ya adeta sipariş verildiğini ispatlar nitelikte değil midir?  Elbette müjdelenmiş şehri kaybetmenin hissi tezahürü değildi bu geri alma çabası, sanırım ilk kez Watergate skandalının ortaya çıkarılışını konu eden 1976 yapımı  All the President’s Men filminde duymuştuk şu repliği: Always follow the money (her zaman parayı takip et)

Bilindiği üzere YSK sandık kurullarının teşkilinde kamu görevlisi (devlet memuru) olmayan kişilerin bulunmasını ana gerekçe olarak göstererek İstanbul seçimlerini iptal etti (2019-4219 sayılı YSK kararı).  Tek parti döneminde “hamili kart yakınımdır” referansı olmadan kamuda tayin ya da atama yapılamadığı, 16 Nisan referandumu sonrası rejim değişikliğiyle devlet ile hükümet arasındaki ayrımın iyice bulanıklaştığı, sürüden ayrılanı kurtların kaptığı dönemde pasaportu, kariyeri, aile şerefi hatta hayatı ve hürriyeti işvereni olan devletin (hükümetin) elinde olan kamu görevlilerinin seçimde görev alacak en tarafsız kişiler olduğuna kim karar veriyor? İlçe ve il seçim kurullarında görev alanlar ağırlaşan siyasi baskıyı ve haklarında açılabilecek soruşturmaları göğüsleyebilir mi?  Seçim yeniden itiraza konu olursa, aynı YSK’nın yine 7 üyesi marifetiyle acayip kararlar vermeyeceğine emin miyiz?  Josef Stalin oy verenlerin aslında bir şeye karar vermediğini, asıl kararın oyları sayanlara ait olduğunu söylerken tamamen haksız mıydı?  Çoğaltılabilecek sorularla karamsarlık yaymak ya da panik havası oluşturmak değil muradım ama bilelim ki aslında “her şey daha zor olacak”  Bu zorluğu bilerek hatta akla gelmeyen tuzakları da gözeterek umudu büyütmeli ve siyasi mücadele aynı şevkle devam ettirilmelidir.

Sayın Ekrem İmamoğlu az hata yapan ve kendi içinde tutarlı bir siyasi profil olarak öne çıkıyor ama ben müsaadesiyle şeytanın gör dediği üç detaya dikkat çekeceğim.

İlk olarak 6 Mayıs 2019’da seçimin yenileneceği ve verilen mazbatanın iptaline karar verilmiş olduğu ilan edildiği andan itibaren İBB ve bağlı şirketlerinin sosyal medya hesaplarının tutumu ve dili anında 180 derece değişmişti. Örneğin aynı gün ikindi namazını müteakip gömülen fesli Kadir Mısıroğlu hakkında tek kelime edemeyenler, YSK kararından sayılı dakikalar sonra sözde tarihçiye övgüler düzüp rahmet dilediler. Buradan anlıyoruz ki, 19 günlük Saraçhane mesaisinde İBB sosyal medya hesaplarının admin panellerine ulaşılamamış ve tam yetkili kullanıcı şifreleri teslim alınamamış. Bir daha bu boşluğa düşülmemelidir.  Sayın İmamoğlu seçildikten sonra belediye çalışanlarına hitap ederken işini doğru yapanların endişelenmemesi gerektiğinin hep altını çizmişti. Kanımca bu kez seçim dönemlerinde siyasi kampanya neferi gibi çalışarak zehirli dile ortak olanların, geçmiş dönemin hesabını veremeyenlerin ve şaibeli işlere karışanların ipinin çekileceği ve hukuk çerçevesinde sonuna kadar iz sürüleceği üstüne basa basa vurgulanmalıdır.  İBB özel kalemine ait çok sayıda makam aracını Yenikapı meydanında sergileme vaadi benzeri hamlelerle akıl almaz israfın halka teşhir edilmesi son derece doğrudur.  Filipinler’i uzun yıllar yöneten Bayan Imelda Marcos’un binlerce çift fiyakalı ayakkabısının daha sonra kurulan bir müzede halka sergilenmesi, baskı ve yolsuzlukla hatırlanan karanlık Ferdinand Marcos dönemin unutulmaması adına dünyada akla gelen örneklerden biridir.

Imelda Marcos’un ayakkabılarının sergilendiği alan

Elbette işin esası tam tamına 26 milyar 760 milyon Türk Lirası gibi devasa borç yüküyle devralınacak büyükşehir belediyesinde geminin nasıl yüzdürüleceğidir. İsrafı önleyerek bu borcun faiz yükünü hafifletebilirsiniz ama İBB Meclisi ve Ankara tarafından yola taş konacağını bilerek ana paranın nasıl eritileceğini dikkatle planlamak gerekecektir. Ekrem başkanın yolu pek müşkül, yükü çok ağırdır. Seçildikten sonra devralınan manzarayı ve birikmiş dertleri nasıl çözeceğini doğru anlatması çok mühim…

İkinci örneğimiz muktedirle birlikte kalkınırken gazetecilik refleksini kaybeden ve Beştepe’nin halkla ilişkiler elemanına dönüşen kimi basın mensuplarının sordukları maksatlı sorulara cevap vermemek ya da cevap verirken onları “demokrasi, icraat ve İstanbul” düzlemine çekme gereksinimidir. 31 Mart öncesi Ekrem İmamoğlu’nu itibarsızlaştırmak için programına davet eden Turgay Güler’in kazdığı kuyuya düşerek stüdyoya adeta gömülmesini keyifle izlemiştik. Habertürk TV’deki son programda 2024’e dek kıtaların buluştuğu kutlu şehri yönetmeye namzet İBB belediye başkan adayına 1930’ların sonunda Dersim’de yaşananları soran Nagehan Alçı da hak ettiği cevabı aldı. Ancak aynı programda başka bir soruya verilen cevaptaki girizgah cümlesi cımbızlanarak bağlamından koparıldı ve kumpasa meyilli havuz medyası tarafından montajlanarak dört koldan servis edildi. Normal koşullarda “bu deli saçmasına kim inanır ki?” deyip önemsememek mümkün iken, hatların keskinleştiği, kutuplaşmanın zirve yaptığı, herkesin kendine benzerlerle birlikte yankı odalarında aynı sesleri dinlediği ortamda böyle umursamazlıklar risklidir.

Karikatürize ederek şöyle bir örnek verelim. Trabzonlu Ekrem İmamoğlu’na “Pontus” ya da “Rum” iması ile çok çirkin ve ırkçı yakıştırmalarda bulunan densizlerin varlığını biliyoruz. Diyelim ki bu soru tahrik edici bir üslupta tekraren yöneltildi, Ekrem başkan da: “Yok artık, daha neler.. Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağımı da söylüyor muymuş bu şaşkınlar?” deyip gülerek cevap verdi. Oldu ya, havuz medyası “Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağım” kısmını ustaca montajlasa şaşırır mısınız?  23 Haziran’a dek mizah, ima ve türlü söz sanatlarını bir süre kenara koyup her şeyi dosdoğru ve tek bir anlama gelecek biçimde net söylemek faydalı olacaktır.

Üçüncü konu, Ekrem İmamoğlu’nun güçlü yönlerinden biri olan kampanyayı sokağa, çarşıya, pazara taşıması ve halkla kucaklaşma anları..

Görece düşük oy aldığı ve AKP’nin ilçe belediye başkanlığını kazanmış olduğu bölgelere ağırlık verilmesi isabetli bir strateji. Kadıköy ya da Şişli’de propaganda yapmanın adaya moral destek dışında bir katma değeri olmayacağı açık. Son olarak Arnavutköy ilçesindeki esnaf ziyaretinde bir gençle İmamoğlu arasında yaşanan gerilim ve Süleyman Soylu’nun dahi dillendirildiği “Ukala Ekrem genç kardeşimize tokat attı” iddiası… Ekrem İmamoğlu’nu kızdırmak ve kışkırtmak için özel hazırlanmış izlenimi veren, tahsili ve bilgisi olmadığını itiraf eden ama beynine fikr-i sabit kazınmış genci ikna etmek şart mıydı? Peygamber sabrıyla tanınan, tebessümüyle sevilen, asabi Trabzonlu değil de mutlu Hollandalı gibi İstanbul sokaklarını gezerken takdir toplayan Ekrem başkana yönelik baskının artacağı, bu baskının rastlantısal değil planlı anlarda alevleneceği, yapay zeka taşıyan bir prototip olmadığına göre vatandaş Ekrem’in de öfkesine yenilebileceği pek muhtemeldir.

Mal bulmuş mağribi misali olayı çarpıtarak yansıtma gayretindeki havuz medyasından alıntıdır

Biliriz ki bize tepkili yaklaşan ön yargılı biriyle el/beden teması kurmak tatsız sonuçlara gebedir. Bu karşımızdaki insanı her zaman rahatlatmaz, bilakis saldırganlık eğilimi olarak algılanabilir. Gerginliği artırabilir. Şöyle düşünelim, siyaseten tamamen karşı olduğumuz ve zerre haz etmediğimiz biriyle tokalaşmaktan diyelim ki kaçamadık ama o şahıs kameraların önünde bize dinlemek istemediğimiz derdini anlatmaya çalışırken kolumuza, omzumuza, yanağımıza, başımıza dokunsa rahatsız olmaz mıyız?  Maalesef tek taraflı propagandaya maruz kalarak, illet/zillet/terörist/dörtlü çete martavallarını dinleyerek bugüne gelen insanların kalbinde buz tutmuş empatiyi iki dakika defrost etkisiyle çözemeyebilirsiniz.  Anton Çehov’un dediği gibi: “En tehlikeli insan tipi, az anlayan çok inanandır” ve bu tiplemeden yüzbinlercesi yaşıyor bu memlekette. Dolayısıyla bazen “canın sağolsun” deyip uzaklaşmak ya da “Allah ıslah etsin” diye nokta koymak tercih edilmelidir.  Ya da ortama göre şaka yollu meydan okunabilir.  Mesela ele aldığımız örnekte “delikanlı sen haklıysan ben haftasonu siyasi faaliyetime ara verip eski lokantacı olarak senin mutfağında tam zamanlı çalışacağım ama ben haklıysam dükkanın camına –bugün yemekler Ekrem İmamoğlu’nun sizlere armağanıdır- yazacaksın, her gelene de selamımı söyleyip bedava servis açacaksın. Var mısın?” deyip konuyu bir şekilde bağlayabilirsiniz.

Sözün özü herkesin sizi sevmesini, benimsemesini, kalbinizdeki anlamasını, iyi niyetinize inanmasını bekleyemezsiniz Ekrem başkanım. Siz 23 Haziran’da %51 oy hedefleyin, kalan İstanbullular da başkanlık performansınızı gördükçe, sizi tanıdıkça severler belki 🙂

Ne yazık ki Türkiye’de kimlik siyaseti ve mağduriyetlerin yarıştırılması politikanın ana unsuru haline getirildi.  Dünyadaki polarizasyon ve otoriterleşme rüzgarlarının fazlasıyla tesirinde kalan Türkiye’de seçim sistemi ve ülke barajı kutuplaşmanın artmasına vesile oldu.  Ekonomik darboğaz, kıstırılmışlıkla birlikte çaresizlik, sosyal yardıma muhtaç bırakılanlar, durmaksızın din sömürüsü, kültürel kodlardan koparak vasatlaşma, tekelleşen medya, toplumsal hafızanın kısırlaştırılması, her biri sırayla bu ateşe odun attı. Global ölçekte nitelikli akademisyenlerimizden siyaset bilimci Prof.Yılmaz Esmer’in cümleleriyle ifade etmek gerekirse “Aslında biz seçim yapmaktan ziyade –hangi kimlikte kaç kişi var?- diye sayım yapıyoruz.  Katılaşmış, kemikleşmiş kimlikler de akşamdan sabaha değişmiyor

31 Mart 2019’da İstanbul’un 39 ilçesinde kurulan 31.186 sandıkta 8.866.614 oy kullanıldı. Dolayısıyla seçime katılım oranı %83,88 oldu.  2014 yerel seçimlerinde ise katılım %89,2 olmuştu.

Yakın geleceğe dair tahmin yürütmek adına 23 Haziran’da katılım oranının %86 olarak gerçekleşeceğini varsayalım. Mevcut durumda iki aday arasındaki farkın 14 bin olduğunu düşünürsek, 31 Mart’a göre olası nispi artışın karşılığı 224 bin İstanbul seçmeni varsaydığımız senaryoda başkanın kim olacağını tek başına belirleyebilir. Şahsi mazeretler ve mücbir haller dışında, daha önce AKP’ye oy veren seçmen Ankara’da üretilen siyasete, genel gidişata ya da hayat pahalılığına kızdığı için sandığa gitmemiş olabilir. AKP muhalifi seçmen ise kaybetmekten yorulduğu, sandığın ülkenin kaderini değiştiremediği, yerel seçimi önemsemediği için sandığa gitmemiş olabilir. Elbette katılım oranı biraz bıkkınlık, biraz da yaz mevsiminin etkisiyle örneğin %81’e de inebilir, bu da başka bir bilinmeze kapı açar.  Yeri gelmişken AKP ve MHP’nın ısrarlı talepleriyle il genelinde yeniden sayılan 319 bin geçersiz oyda esrar perdesi arayanların, 2014 yerel seçimlerinde İstanbul’da 422 bin geçersiz oy kullanıldığını nedense hatırlayamadıklarını hatırlatmış olalım!

Normal şartlarda 23 Haziran’da AKP karşıtı seçmenin sandığa gitmek için motivasyonu daha güçlü görünüyor.  Mazbatanın seçilmiş başkanın elinden siyasi saikle alınmasıya yaratılan mağduriyet, bu sefer kazanan tarafta olmanın hazzı, AKP’nin gerileme dönemine damga vurma dürtüsü öne çıkabilir. İstanbul’daki AKP seçmeni ise “çaldılar” diye kodlanan kirli propagandadan, havuz medyasının F tipi montajlarından ne kadar etkilendiğine ve Erdoğan’ın “davamıza sahip çıkalım” çağrısına ne denli kulak verdiğine göre neticeye tesir edebilir.

Daha önce Ak Partili olduğunu ifade etmiş ve o istikamette oy kullanmış ama nobranlıktan, despotizmden, kibirden, adaletsizlikten yılmış hatta utanmış makul insanların 23 Haziran’daki vicdan sınavı da değerlidir. 31 Mart’ta il genel seçimi için oy pusulasında MHP’yi tercih etmiş ama şimdi İmamoğlu’na oy verecek seçmen de göz ardı edilmemeli. Bilhassa Erdoğan-Muharrem İnce seçimi sonrasında kırgınlık ve küskünlük yaşayarak artık oy vermekten vazgeçenlerin bu kez taze bir mücadele azmiyle sandığa gidip gitmeyeceğini de göreceğiz.

Öte yandan devlet-hükümet-parti üçgeninin düz bir çizgiyi andırdığı ülkede AKP’nin büyük bir avantajı 31 Mart’ta oy kullanmayan 1,7 milyon seçmenin detaylı listesine erişme ihtimalidir. Bu kitlenin yaklaşık yarısı oy verme hakkından gönüllü vazgeçmiş apolitik yurttaşlar olarak mütalaa edilebilir. Mevzuat gereği diğer partilerin ulaşamadığı bu değerli bilgiye AKP erişiyor ise, müthiş bir adam adama markajla skorbordu değiştirmesi mümkündür.  Düşünsenize titiz bir çalışmayla sandığa gitme konusunda mütereddit 70 bin kişi farklı yollarla motive edilir ve Binali bey’e oy vermesi için sandığa götürülürse bu 31 Mart’ta iki adayın arasındaki farkın tam beş katına tekabül edecektir.

Seçimden çekildiklerini ilan eden adaylara 31 Mart’ta oy vermiş seçmenin bu kez İmamoğlu’na oy vereceğine dair bir ön kabul de hatalı olacağına göre, yapılması gereken Ekrem başkana oy vermiş 4 milyon 171 bin kişinin birer kampanya gönüllüsü gibi harekete geçip, 31 Mart’ta oy kullanmamış hısım, akraba, dost, arkadaş, komşu kim varsa oy vermeye davet etmesidir. Siyasi mobilizasyonu zirveye çıkaracak bir tür ikna zinciri kurularak katılım oranı yükseltilirse İmamoğlu’nun ikinci zaferi mümkün olur.  Bu ikna zincirinin aynı zamanda 23 Haziran’da tatile çıkmamak ya da yakın çevredeki yazlıklardan bir gün önce dönmek şeklinde işlemesi de gerekir. Bu beklenti/talep/rica farklı tonlarda seslendirilmesi, katılımın özendirilmesine dair mesajların işlenmesi faydalı olacaktır.

Gelelim benim başkandan şahsi ricama.. Öyle ya, Dersaadet’in şehremini olmasına müsaade etmediler, artık kendi kahramanlık hikayesini ona inananlarla birlikte yazarak bir nevi Serdar-ı Ekrem olma yolu açıldı. Herkes de bu yükselişin farkında ve Ekrem abisinden, Ekrem oğlundan, Ekrem bey’den bir şeyler talep ediyor.  Benimki çok basit.. 

VERDİĞİNİZ SÖZLERİ HEP HATIRLAYIN, size o sözleri hatırlatacak insanlar olduğunu unutmayın.

Bu şehrin nimetlerini ganimet bilenlerin farklı yollar keşfetmesine, yeni alışkanlıklar edinmesine izin vermeyin. Şeffaflık, hesap verebilirlik, adalet, sorumluluk gibi ilkelerden vazgeçmeyin. Üyesi olduğunuz siyasi parti dahil olmak üzere hiçbir çıkar grubuna özel imtiyaz tanımayın. “Kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet dönemi bitti” diyerek 16 milyon hemşehrinize eşit muamele edeceğinizi söylemiştiniz, o sözün bilhassa takipçisiyiz. Koltuk ağırdır, makam baştan çıkarıcıdır, iktidar herkesi bir şekilde zehirlemeyi başarır. Hani şeyh dirayetli olsa da müritleri onu uçurmaya çalışır, aman ayaklarınız yerden kesilmesin. Hakikat ile, vicdan ile, halk ile bağınız kopmasın. Mesela 2017 yılı Ekim ayında İstanbul’u anlatırken:
Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” diyen Erdoğan gibi olmayın. İçinden geçen başka / prompter üzerinden okuduğu çok başka samimiyetsiz politikacılardan olmayın. “İhanet ettik” denen kentin 39 ilçesinde miting yaparak yeniden oy istenmesini ibretle takip edin. Siyasi günahlarını taşıyamayacak hale gelenlerin tövbe istiğfar etmeyi seçim sonucuna bağlamasını, tövbeye şart koşarak helak olmaktan çekinmediklerini, kul hakkı yediklerini bile bile iftar / sahur gezip vaatlerde bulunduklarını hatırlayın. Onlardan olmayın, onlara dönüşmeyin. İstanbul’a dair hayallerinizi, hedeflerinizi, bu güzel şehirde mukim İstanbulludan somut beklentinizi en samimi şekilde anlatmayı sürdürün. İnsanların daha iyi yaşaması için en verimli çözümleri yine insanlarda arayın, mümkün olduğunca çok sayıda İstanbulluyu karar alma süreçlerine katın. Ve her zaman gençlerle ve bilhassa çocuklarla bir araya gelip, onların gözlerinden icraat döneminizin karnesine bakın.

Çocukların en azından temel ihtiyaçlarını sorunsuz karşılayabildiği, küçük şeylerden mutlu olduğu, kahkaha attığı, güven içinde özgürce dolaştığı bir kent medeniyet yarışında rakiplerinin önüne geçecektir.  Dahası, pırıl pırıl zihinlerin öyle bir ortamda büyümesi ülkenin geleceğine dönük milli servettir.

Dilek – Ekrem İmamoğlu çifti ve çocukları

Bu vesileyle en büyük destekçiniz olacak zarif eşiniz Hanımefendi ve bilhassa çocuklarınızdan vazifeniz icabı çalacağınız zaman için, her biri İstanbullulara haklarını helal etsinler.  Yolunuz açık olsun, Allah mahçup etmesin.

İnanıyoruz ki #HerŞeyÇokGÜZELOLACAK ve bu eşsiz şehirde hep beraber yaşayacak, güzel günler göreceğiz !

İlker Canalp, bir İSTANBUL gönüllüsü