Cumhuriyet 100 yaşında?

Takvimler yalan söylemez, 29 Ekim 1923’ten bu yana 100 yıl geçmiş. 

Bir asır önce Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetin TBMM’de ilanıyla, kaçınılmaz sonu engellenemediğinden kaderini yabancılara terk etmiş bir imparatorluktan; tarih sahnesine çok hızlı giriş yapacak yepyeni, bağımsız bir ülke doğuyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa

Bugün Cumhuriyetin 100.yılı kimilerine göre sönük, kimilerine göre olduğu kadar kutlanıyor ama bu yazının ana fikri acaba Cumhuriyet gerçekten 100 yaşında mı ya da yüzüncü yaşını görebildi mi, onu tartışmak…

Tarih yalnız kronolojiden ibaret değildir, takvimler yalan söylemese de bağlamından koparılan kavramlar ya da geçmişi unutan insanlar ile tarihin akışı başka yöne evrilir.  İsimler aynı kalır, geleneklere sözde bağlılık vardır ama elde kalan boş bir kutuyu andırır.  Herkes içinde kendince bir şeyler olduğunu iddia etse de kutunun esas muhteviyatı zamana yenilmiş yahut kaybolmuştur.

Cumhuriyet kavramının ne olduğu kurucusunun sözleri ve eylemleri üzerinden okumak en doğrusudur zira Cumhuriyet başka Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bir avuç cesur, idealist, fedakâr, vatanperver ve iyi eğitimli subayın muasır medeniyet tahayyülü olarak ortaya çıktı.  Burada sözü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bırakmak en doğrusudur:

Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.”

Yukarıdaki satırlarda şahsi menfaatlerinin peşinde koşarak servet ve şöhret edinmeye çalışan standart bir politikacıya değil, ömründen uzun ideallere tutunmuş bir devrimcinin zihin haritasına bakıyoruz.  Dolayısıyla Atatürk’ün yalnızca 57 yaşında ve son iki yılı ağır hastalıkla boğuşarak geçirdiği 15 yıl sonunda vefatı Cumhuriyetin ilk kaybıdır.  Fani bedeninin toprak olacağını bilerek, ilelebet payidar kalacağına inandığı Türkiye Cumhuriyeti’ni başta gençler olmak üzere aziz milletine emanet eden liderin ölümü neden bu kadar önemli peki?

Sözü yine Ulu Önder’e bırakalım:

Ben zannediyorum ki, millet fertlerinin hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası teşkil etmemiş olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara bırakan anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden doğuyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir şahsın menfaatlerini ve arzularını tatmine yönelmiş idi. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu hâl mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü idarenin niteliğindedir. Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.

Sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet vermek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun meselelerinin aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir şahsiyetinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki lâzım değildir.”

Şüpheye yer bırakmayacak şekilde Atatürk madden, manen, fikren lokomotifi olduğu Cumhuriyet idealini kendi şahsının ürünü saymıyor, başarı ve itibarı milletiyle paylaşıyor, görünürde TEK ADAM olarak sürüklediği kuruluş dönemine rağmen iktidarın bir tek kişiye dayalı olduğu sistemin ülkeye fayda getirmeyeceğini ortaya koyuyor.

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerini de içine alacak şekilde asırlardır Türklerin tarih sahnesinde meclis, istişare, şura geleneğiyle öne çıktığını iyi bellemiş Mustafa Kemal daima Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisinden öne koymuştur. 

Bunun en büyük delili ise Kurtuluş Savaşı’nın kaderinin değiştiği 5 Ağustos 1921 tarihli TBMM toplantısıdır.  TBMM oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa’ya Başkumandanlık Kanunu gereği olağanüstü yetkiler verdi.  Her sözü emir telakki edilecek, koşulsuz ve derhal uygulanacaktı. Gazi Mustafa Kemal her kulu yoldan çıkaracak bu olağanüstü yetkilerin üç ay ile sınırlı olmasını talep etmişti. Çulu, çarığı, atı, silahı olmayan ve kaçaklar nedeniyle mevcudu azalmış bir orduyu her türlü acil tedbiri alarak düşmanın karşısına çıkarma vazifesi ona aitti.   Her ne kadar o gün Paşa lehine kürsüden ateşli destek konuşmaları vardıysa da, girilen bu yolun sonu belirsizdi.

Mustafa Kemal’e tanınan olağanüstü geniş yetkiler üçer aylık sürelerle üç kez uzatıldı. Dördüncü uzatma konusu 20 Temmuz 1922’de TBMM’de görüşüldü. Orduyu sevk ve idare konusunda isabetli kararlarına rağmen Mustafa Kemal’in bir tür askeri diktatör, yerli Napoléon Bonaparte olacağını düşünenler dahi vardı.

Başkomutan

Mustafa Kemal TBMM kürsüsünde kendisine duyulan itimat için mebuslara teşekkür ettikten sonra sözlerine devam etti: “Kemal-i iftiharla ve büyük bir memnuniyetle arz ederim ki, bugün ordumuzun kuvve-i mâneviyesi en âli derecededir… Bu sebeple artık böyle bir salâhiyeti idame etmeye lüzum ve ihtiyaç kalmadığı kanaatindeyim” 

Başkomutan ordusunun manen en üst seviyede, madden düşmana denk olduğunu ilan ederek Tekâlif-i Milliye’den tam 11 ay sonra hedefe ulaşmış olarak olağanüstü yetkilerini iade etmeyi kendi önermiştir.

Her sözü emir telakki edilen, çevresinde “vur de vuralım, öl de ölelim” sadakat duygusunda güçlü figürler varken Türklerin en büyük mareşali neden elindeki olağanüstü yetkileri artık ihtiyaç kalmadığı için TBMM’ye iade etmiş olabilir.  Sözü yine Gazi Paşa’ya bırakmak lazım gelir:

Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî şahsiyetine atfediniz. Ben, milletin bu yüksek, manevî şahsiyeti içinde bir naçiz fert olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir şahıs halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.”

Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir neticeye götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat ilim ve bilhassa sosyal ilim sahasına dahil işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana alimler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi ilminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal ilmin güzel yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.”

Buraya kadar yazılanın özeti şu:   Mustafa Kemal ATATÜRK hükümdar, padişah, askeri diktatör olmasını bekleyenlerin aksine her şeye vakıf ve hakim kadir-i mutlak olmadığını, milletin çalışkan ve faydalı bir ferdi olmaktan öte bir paye aramadığını, kendisinden önde Meclis bulunduğunu, her ne başarmışsa HEP BİRLİKTE kotarıldığını anlatmış ve hayatını idealleri doğrultusunda halkına armağan etmiştir.

Henüz Cumhuriyetin 15.yaşında, 10 Kasım 1938’de hayata gözlerini yumar Ulu Önder, eserini tamamlayamamış her büyük sanatkârın talihsizliği onu da bulmuştur.  Eseri onu sevdiğini söyleyenlerin elinde eğilip bükülmüş, daha sonra onu sevmediklerini saklama gereği duymayanların insafına terk olunmuştur. 

Atatürk’ün cenazesi top arabası üzerinde

Kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası – CHF (bugünkü CHP ile uzaktan yakından alakası olmayan kurucu irade temsilcisi) 1 Haziran 1939’da yeni Tüzüğünü kabul eder.  Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi Kemal ATATÜRK ebedi başkan, İsmet İnönü ise değişmez genel başkan olarak belirlenir.  Değişmez(?) genel başkan ancak vefatı, vazife ifa edemeyecek ağır hastalığı ya da istifası ile inhilal edilebilirdi.  Atatürk’ü TABU haline getiren ve hayatında arzu etmediği kutsal baba rolünü ona ilk biçen güya onu en çok sevenlerdi.  Peki ATATÜRK 1939 Kurultayı’nda olsa ne derdi, daha önce dediklerini hatırlayalım mı?

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”

Dolayısıyla CHF Atatürk’ü yaşayan bir ilericilik ve devrimcilik pusulası olarak kullanmak yerine aziz hatırasını mumyalayıp dolaba kaldırarak ilk büyük gaflete imza atmıştı.  Bugünkü CHP’nin o partiyle yalnızca isim benzerliğinden nasiplenmeye çalışan acayip bir organizasyon olduğunu hatta CHP kısaltmasındaki C harfinin artık Cumhuriyete tekabül etmediğini de bilvesile not düşmüş olalım.

Atatürk’ün yeri doldurulamaz boşluğunda II. Dünya Savaşı belasından İsmet Paşa’nın usta manevralarıyla uzak durmayı başaran ülke, maalesef başka sahalarda Cumhuriyet ikliminden uzaklaşıyordu.  1942’de Varlık Vergisi ile Türkiye gayrimüslim vatandaşlarına ağır ve haksız bir iktisadi ayrımcılık dayatıyor, sermayenin Türkleştirilmesi adı altında yeni salınan ağır vergileri ödeyemeyenler Erzurum-Aşkale çalışma kampına sürülüyordu. Cumhuriyet idaresinde demek ki herkese yer yoktu, sınıfsız toplum ideali makbul vatandaş sayılmayanları dışlama sevdasına dönüşmüştü.

1946’da Türkiye’de genel seçim yapıldı.  Daha önce çok partili hayata geçme denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı.  1946’da seçimler akla, mantığa ve vicdana aykırı biçimde AÇIK OY & GİZLİ SAYIM esasına göre yapıldı ve tek parti olan CHF seçimi kazandığını ilan etti.  Oysa halk (seçmen) bu sonuçları asla içine sindiremeyecekti, Cumhuriyet fikrinin eşitlik ve adalet iddiası ağır zarar görmüştü.

1946 Seçimleri

1950’de Demokrat Parti %53,5 oy alarak tek başına iktidara geldi. İsmet İnönü liderliğindeki CHP %39,9 oy alabilmişti.  Oy farkının aksine TBMM temsilinde devasa fark vardı.  Demokrat Parti 416 sandalye kazanırken, kurucu iktidarın devamı CHP yalnızca 69 vekil ile temsil edilecekti.  Atatürk’e tesir etmeyen iktidar zehri Aydınlı toprak ağasını kolayca  yoldan çıkardı. Öyle bir ötekileştirme başladı ki, seçim kampanyalarında İsmet İnönü’nün asker kaçağı olduğu bile Anadolu’da kulaktan kulağa yayılacaktı?  1903 Kara Harp Okulu dönem birincisi topçu teğmen, 1906 Harbiye dönem birincisi yüzbaşı, Kurtuluş Savaşı Garp Cephesinin muzaffer Kumandanı Ferik (Korgeneral) rütbeli İsmet Paşa asker kaçağı ha?  Görülüyor ki Anadolu’daki cehalet ve yobazlık şeytanını Atatürk bile yenememişti.

İsmet İNÖNÜ

Yıllar içinde Başvekil Adnan Menderes rövanş için sırasını bekleyen bilenmişlerin temsilcisine dönüşecekti, öyle ki devlet radyolarında isim isim okunan Vatan Cephesi rezilliğine de imza atacaktı.  DP döneminin bir unutulmaz olayı da 6-7 Eylül 1955 saldırılardır.  Atatürk’ün Selanik’teki evine karşı düzmece bombalı saldırının kasıtlı olarak bir gazeteye servis edilmesiyle tetiklenen olaylarda İstanbul dışından da takviye edilen vandal sürüsü İstanbul’daki gayrimüslimlerin kiliselerine ve mezarlarına kadar saldırarak korkunç bir pogrom tezgahlamışlardı.  Sonuç olarak Rumlar, Yahudiler, Ermeniler kaç asırdır burada yaşamış olurlarsa olsunlar, ellerindeki nüfus kağıdı ne olursa olsun bu ülkede kendilerine yer olmadığını anladılar.  Çoğu gitti, giderken İstanbul yaşam kültürünü de yanlarında götürdüler, bize bugünkü garabet kaldı.  Cumhuriyet her vatandaşının can ve mal güvenliğini sağlayamıyordu, Sünni müslüman, Türk ve devletine sadık olmayanın evine yas girerdi.

Halk Demokrat Parti’den yaka silkmişti ve muhtemelen 1961 seçimlerinde iktidar el değiştirecekti ama Türk Silahlı Kuvvetleri beklemedi, 27 Mayıs 1960’da yönetime el koydu.  Temsil ettiği sağ siyaseti güdük bırakan muhteris Adnan bey olarak tarihe geçecekken, idam edildiği için kült bir kahramana dönüşen demokrasi şehidi Menderes efsanesi böyle doğdu.  Cumhuriyet halkın idaresiydi ama asker müsaade ettiği kadar oluyordu demek ki…

Siyasi partiler fikir ve düşünceyi temsil eden organizasyonlar olmayı bırakıp sandıklarda blok oy almak için aşiretlerle pazarlık ederken, Cumhuriyetin hür irade kavramı ayaklar altına alınıyordu.

En kötü ve başarısız memurlar sürgün yeri olarak Doğu Anadolu’ya gönderildiğinde, Cumhuriyetin üvey evlatları olduğu yöre halkının yüzüne vurulmuş oluyordu.

Kanun gereği kapatılmış tekke ve zaviyelerin bakiyesi konumundaki tarikat ve cemaat yapılanmaları siyasetin manevi yönlendiricisine dönüşürken, Laiklik ilkesi kağıt üzerinde bir teferruata dönüşüyordu.  Cemaat yurtlarında kimi çocuklar intihar ederken, kimileri diri diri yanarken, bazıları taciz ve tecavüze uğrarken adaletin kör, toplumun sağır oluşu Cumhuriyet idaresinin başka bir yönü olan sosyal devlete güveni yıktı.

Süleyman Demirel’in deyimiyle “mütedeyyin vatandaşlar çocuklarını okula göndersin” diye açılan İmam Hatipler sayı olarak arttıkça, ihtiyacın çok ötesine geçtiğinde hem Tevhid-i Tedrisat Kanunu çiğneniyor hem de belli bir siyasi görüşün arka bahçesine dönüşmelerinin yolu açılıyordu.  28 Şubat kafasıyla başını örten kızların akademik özgürlük alanı olan üniversitelere alınmaması yeni bir yarılmaya yol açıyor, hem eğitim hürriyeti çiğneniyor hem de kızların mağduriyetinden ekmek yemek isteyenlere fırsat doğuyordu.

İzmir İktisat Kongresi’nde devletçilik ağırlıklı, hür teşebbüse kapıyı kapatmayan, eksikleri gidermek üzere üretim ve verimlilik hedefinden bahseden ekonomik yapı ithal ikameci ve köşe dönmeci modele evrilirken gelir dağılımı bozuluyor, alım gücü düşüyor, stratejik sektörler terk edilerek ekonomik bağımsızlık ideali yok ediliyordu.  Onca imkansızlığa rağmen Osmanlı’dan kalan 107,5 milyon altın lira borç milli borç 1928-1954 arası dek taksit taksit ödenirken bugün Cumhuriyetin pek çok kazanımı üç otuz paraya satılmasına rağmen bugün 475 milyar dolar dış borcumuz var.

12 Eylül 1980 askeri darbesi Türkiye’de filizlenen bazı düşünce akımlarını ve sivil toplum örgütlerini tamamen yok etti.  Kenan Evren liderliğindeki askeri cunta sağ siyaseti epey biçerken, sol çizginin üzerinden adeta buldozerle geçti.  Bir tek siyasal islamcı akımlar neredeyse hasarsız atlattılar bu süreci ve siyasal islamcılığın iktidar yürüyüşü aslında 1980’de başladı.

“Cumhuriyet fazilettir” idealizminden “Benim memurum işini bilir” sırıtkanlığına 1983 seçimleriyle geçtik.  Köşe dönmeci, iş bitirici zihniyet Cumhuriyet’in devlet adabını epey törpüledi.  Tüketim toplumu olmanın yeni erdem kabul edilmesi, toplumdaki hırs ve hasedi farklı açılardan körükledi.  Vazifesini hakkıyla yapan namuslu insanların alay konusu olduğu bir dönemin kapıları ardına dek açıldı.

Bir zamanlar “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” döneminde Almanca, Fransızca, İngilizce ve Macarca konuşan 14 yaşındaki Nermin Budapeşte’deki Türk Büyükelçiliği’nin kapısına dayanıp “Benim babam Türk’tü. Ben Türkçe bilmiyorum. Türkiye’de okumak istiyorum. Param yok. Beni Türkiye’ye gönderin” diyebiliyordu.  Yıl 1935, Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi kıza tren bileti alıyor, cebine para koyup Ankara’ya gönderiyordu. Sahip çıkılan kızdan hocaların hocası Prof. Nermin Abadan Unat çıkıyordu mesela.  Hasan Âli Yücel önderliğinde 1948 yılında Harika Çocuk kanunu ile en yetenekli gençler Avrupa’daki en iyi imkanlara devlet eliyle ulaştırılıyordu çünkü Atatürk öyle yapmıştı.

Prof. Nermin ABADAN UNAT

Daha Cumhuriyet resmen ilan edilmeden 1923’te Avrupa’ya devlet bursuyla gönderilen genç Sadi’ye (Ord. Prof. Sadi Irmak) tren istasyonunda ulaştırılan telgrafında ne diyordu Gazi Paşa?:
Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz!”

Ağır çalışma şartları, hastanelerdeki şiddet olayları ve yetersiz gelir nedeniyle yurt dışına gitme yolları arayan genç doktorlarına ne dedi bu ülkenin lideri, “Giderlerse gitsinler”! KPSS sınavından yüksek not alan, mülakat tuzaklarında eleniyordu.  Kamu kurumlarında yasal staj yapmak için bile partinin tavsiye ettiği gençlerin şansı vardı.  Cumhuriyet liyakat üzerine kurulmuştu ancak yıllar içinde layık olan değil yandaş ve yalaka olanlara talih kuşu kondu.

Cumhuriyet artık kimsesizlerin kimsesi, genç yeteneklerin hamisi de değildi.  Cumhuriyet adamına göre muamelenin resmi adı olmuştu.

“Köylü milletin efendisidir” sözü hızla unutuldu.  “Tütün ekmeyin, haşhaş yasak” türevi dış baskılar, özelleştirme hamlesi ile gelen çöküş, topraksızlaştırılan çifti, emeğinin karşılığını alamayan hayvan sahipleri, kaybolan doğal kaynaklar derken bugün çiftçilerin çocukları topraktan uzak duruyor.  Atatürk Orman Çiftliği arazisindeki deneysel tarım ve hayvancılık pratikleri “bu araziyi nasıl yağmalarız” fırsatçılığına yenildi.  Köyden kente göçü başarı hikayesi olarak anlatan iktidarlar, Türkiye’deki şehirleşmenin büyük kentlere adapte olamamış çeperde mega köyler yarattığını hep inkar etti.

“Ankara’da hakimler var” diyebilme idealiyle yola çıkan Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında hukuk sistemi adaletten ayrıldı, kamu vicdanını tatmin etmeyen kararlar alındı.  Mahkemelerin iş yükü arttı, dava süreleri uzadı.  Adalet Sarayı inşa edenler Anayasa’daki şekliyle hukuk devletini bir türlü hatırlayamadı.  Yargı bağımsızlığı bitti, “Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyorum, saygı da duymuyorum” diyenler asrın lideri oldular.

Cumhuriyet kulların hanedana tabi olduğu dönemi bitirdi, yurttaşlık kavramını getirdi. Soy sop değil hak edenin ilerleyeceği rejimdi, Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğiydi.  İslamköylü çoban Süleyman Demirel İTÜ’de mühendislik tahsili görüyor, Robert College mezunu Bülent Ecevit ile siyasette yarışabiliyordu.  Cumhuriyet olmasa Kayseri’de esnaflık yapmaktan öteye gidemeyecek Abdullah Gül beyefendi Exeter’de okuyup devletin en tepesine yürüyebiliyordu.  Cumhuriyet olmasa muhtemelen babasının dizinin dibinde Rize’den bile çıkamayacak R.Tayyip Erdoğan büyük dedesinin hayal bile edemeyeceği her makama gelebiliyordu. 

ERDOĞAN ve GÜL

Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğinden uzaklaştı, bugün ailenizin parası yoksa iyi bir eğitim alamazsınız.  Bugün partide tanıdığınız yoksa kamuda istihdam edilmeniz istisnai bir durumdur. Bugün artık doğduğunuz mahalleyi aşmanız, anne babanızdan daha iyi bir yaşam standardına kavuşmanız pek ufak bir ihtimaldir.

Anayasanın 2.maddesine göre TÜRKİYE demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.  Hangisinden geriye ne kaldı? Yargı mensuplarının işaret ettiği ve rahatsızlık duyduğu rüşvet çarkı, sümüklü vaizin peşine takılıp yarım yamalak darbeye kalkışan üniformalı hainler, keyfe keder iptal edilen seçimler, kayyım atanan belediyeler, karma eğitimin bile günah diye tartışılmaya açılması, milletvekili seçilenin keyfi olarak hapishaneden salıverilmemesi, atanamayan öğretmenin inşaatta öldüğü sosyal devlet… Hangisini söyleyelim.

Bir cumhuriyet düşünün ki vatandaşları ülkelerinde neler döndüğünü mafya liderinden dinledi aylar boyunca. Siyasetçileri, gazetecileri alenen tehdit etti çünkü herkesin birbirine karşı açığı vardı. Başka devletlerden ricacı olundu botokslu mafyayı susturmak için. Bu mudur hukuk devleti?

İçişleri bakanı değişince birden daha önce dokunulmaz olan çetelerin üzerine gidiliyor, her yerden bir çete lideri fırlıyor, çete liderleriyle herkesin fotoğrafı çıkıyor, bazıları çetecilere “dava arkadaşımız” demekten utanmıyor. 

Yemin töreni ertesinde oy verenlerin unutulduğu milletvekilliği mesleğe dönüşmüş vaziyette.  Kiminin yalısı yatı, kiminin ihalesi fabrikası olabiliyor.  Bir bakan yönettiği kuruma kocasının şirketinden fahiş fiyatla mal satıyor ve yargılanmak şöyle dursun, makamından çiçeklerle uğurlanıyor.

2002-2022 yılları arasında Türkiye’de 2 trilyon 563 milyar Amerikan doları vergi toplanmış, 63,5 milyar dolar değerinde özelleştirme yapılmış.  Bu kadar devasa bir kaynak adil, ahlaklı ve akılcı kullanılsa ilkokul öğrencilerinin velilerinden çamaşır suyu ya da tuvalet kağıdı için bağış toplanır mıydı, SMA hastası çocukların aileleri üst geçitlerde bağış dilenmek zorunda kalır mıydı, devlet üniversite öğrencilerinin yurt ihtiyacını çözemez miydi?  Oysa deprem vergileri nerede diye sorgulandığında “bizim bunların hesabına vermeye vaktimiz yok” diyen zihniyet artık revaçta!

YURTTA SULH CİHANDA SULH ilkesi ve genç Türkiye’nin dış politikası nedense çekingenlik ve zaaf zannedildi.  Bu ülke komşusu Suriye’deki iç savaşı açıkça tahrik etti, diktatör Esad karşısında birtakım kılıksız adamları destekledi, ateş büyüdü ve sonunda milyonlarca çaresiz insan güney sınırlarımıza akın etti.  “Şam’daki Emevi camiinde namaz kılacağız” diye çıkılan yolun sonunda bugün sayısı bilinmeyen bir sığınmacı kitlesi Türkiye sınırları içinde ve onları Avrupa Birliği karşısında pazarlık kozu olarak kullanma hevesindeyiz. Kayıt dışı istihdamı seven patronların sömüreceği bir kitle olarak da elimizin altında tutuyoruz ama nasıl bir sosyal patlama riskinin üzerinde oturduğumuzu kimse bilmiyor.

Tüm bu laçkalaşma, gevşeme, gerileme ve çürüme bu uzun yazının en başında ATATÜRK’ün dile getirdiği ve kaçınmaya çalıştığı TEK ADAM düzeninde ivme kazanmaktadır. 

1920’lerde “Tek benim sözüm muteberdir, şahsım dışında makam yoktur” dese binlerce kişinin “emrindeyiz Paşam” diyeceği Mustafa Kemal’in milli iradeyi TBMM’de topladığı, her kararı tartışarak aldığı, olağanüstü başkumandanlık yetkilerini dahi üçer aylık onayla kullandığı unutuldu. 

Tarihimizde şura, istişare, meşveret, meclis… türlü adlarla maruf tüm siyasi katılım mekanizmaları terk edildi. Yeni saltanat tesis edilirken, tüm denge / denetleme mekanizmaları yok edildi. Saltanatta ULUSAL EGEMENLİK modeline geçmiş ülke, 16 Nisan 2017’de mühürsüz zarflar ve işbirlikçi çapsız muhalefet eşliğinde başka bir saltanata dümen kırdı!

Türkiye TBMM’de doğmuşken şimdilerde yürütme üzerindeki kontrolü tamamen kalkan, kanun yapma yetkisi kararnamelerle çalınan, bütçe bile onaylayamayan göstermelik bir parlamento var artık.. Bugün TBMM 600 vekile ve yüzlerce memura boşa maaş ödenen, millete derman olamayan kuru bir binadan ibarettir.

23 Nisan 1920’de halkı sömürenler milli iradenin tecelli edeceği MECLİS’le tasfiye edildi. Şimdi hilafet kokulu yeni neo-Osmanlıcılığı meşru göstermek dışında vasfı olmayan meclis var.

TÜRKİYE bir dönem ekonomik çıkarları ve askeri güç dengeleri gereği BATI bloku yanında saf tutarken, bugün ümmetçi hayaller, şahsi servetler ve dış baskılar ile nereye savrulacağına karar vermeye çalışıyor.  “Bu can bu bedende oldukça….” diye başlayan her cümle öyle ya da böyle sonunda boşa düşüyor.   Mukayeseleri sevmem ama ATATÜRK cumhurbaşkanı iken Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki konsolosluk binasında vahşi bir cinayet işlense ve cesedi yok etseler ne olurdu?  Meseleyi mesele etmeyip üzerini mi kapatırdık, yoksa Vahhabinin ipliğini pazara çıkarıp bedel mi ödetirdik?

Sözün özü, Atatürk’ün fani bedeninin toprak altına girmesiyle birlikte aşınmaya ve ilkeleri sulandırılmaya başlayan Cumhuriyet 1950’ler ile birlikte rövanşist zihniyetin taarruzuna maruz kalmış ve özellikle son 20 senede kurucu değerlerinden ve rotasından tamamen uzaklaşarak şahsa münhasır tanımsız bir idareye dönüşmüştür.

1923 yılından bu yana 100 sene geçmiştir ama Cumhuriyet’in 100 yaşına ulaştığı dev bir soru işaretidir.

Bugün Cumhuriyet’in 100. Yılını kutlamamak için her bahaneye sığınılmaktadır ve şunu da tespit edelim AKP epey talihli bir organizasyondur.   Bir zamanlar içtikleri su ayrı gitmeyen The Cemaat ile dershane rantı üzerinden kapıştıktan sonra Pensilvanya’da yuvalanan alçakları önce Paralel Devlet sonra FETÖ olarak ilan ettiler.  Başkanlık sistemi yeterli kamuoyu desteğini alamamışken 15 Temmuz 2016 ihaneti birden ülkedeki iklimi değiştirdi. 15 Temmuz siyasette kartların yeniden karılmasına sebep olmuş ve Cumhur ittifakının temelleri atılmıştır.  Hemen ardından Nisan 2017 referandumu ve 9 Temmuz 2018’de ilk Cumhurbaşkanlığı kabinesi…

2019 yılında ekonomide alarm zilleri çalarken 2020 yılı başında Coronavirus mazereti yetişmiştir. Ekonomi toparlanamazken 6 Şubat depremi 100 milyar dolarlık zarar bütçesiyle yeni bir mazeret olmuş, yeni vergilerin de kapısını açmıştır.  29 Ekim 2023 kutlamak içlerinden gelmezken, Hamas’ın İsrail’deki sivillere saldırısı, karşılığında İsrail’in ölçüsüz devlet terörü ile Gazze’deki masumlara ölüm yağdırması ile yeni bir mazeret daha elde edilmiştir.

Fakat her türlü HAMAS’et ardında Cumhuriyetin nimetlerinden sonuna dek faydalanmış ama Devrimsiz Atatürk / Atatürksüz Cumhuriyet hedefine uygun çalıştığını hiç de gizleme ihtiyacı duymayan bir iktidar vardır. 

100 yıllık reklam arası da diyen çıkar mı acaba ???

Cumhuriyetçilik değil sandıkçılık, Milliyetçilik değil ümmetçilik, Laiklik değil İslamcılık, Devrimcilik değil emperyal hayalcilik, Halkçılık değil “biz ve onlar kamplaşması” artık geçer akçe olmuştur. Dahası 80 yılın ziyan edildiği ve tüm kazanımların son 20 yıldaki olağanüstü başarılara dayalı olduğunu iddia eden sahte, boş ama bir kısım seçmeni tavlayan anlatı söz konusu… Propaganda makinesi öyle büyük ki, başka bir ülkede ayıbın büyüğü olarak nitelenecek hikayeleştirme bizde seçim malzemesi oluyor.

https://www.yuzuncuyil.gov.tr/YirmiYil

Türk milletinin Cumhuriyet idealine ve kurucu değerlere ne kadar sahip çıktığı, dahası bunları ne kadar anlayıp içselleştirdiği ise ayrı bir tartışma konusudur. Kanımca -sarı saçlım mavi gözlüm- seviyesindeki basmakalıp Atatürkçülük de, sebebi belirsiz, boş ezbere ve fitneye dayalı Cumhuriyet karşıtlığı da aynı bilgisizlikten doğmaktadır.

Son sözü tarihin hep haklı çıkardığı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bir kez daha yanılmaması temennisiyle NUTUK’taki son sözlerine bırakalım.

Mustafa Kemal ATATÜRK askeri manevraları izlerken

“…Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk Milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türk’üm diyene!”

Temelsiz Çatı

Kulübümüz başkanlarından Prof. Duygun Yarsuvat’ın “çatı aday” temennisi veya arayışı basına yansıdı.

https://www.milliyet.com.tr/skorer/galeri/galatasarayda-duygun-yarsuvattan-baskan-adayi-aciklamasi-6337725/6

Çatı aday dönem dönem ortaya atılan “ara çözüm ” ya da bir tür “milli mutabakat hükümeti” modelidir. 

Çatı operasyonu temelde şöyle gerçekleşmekte: İktidara heves edenler ya da sıralarının geldiğini düşünenler kendi aralarında oy hesabı yapıp geçici ittifak kuracak, içlerinde en az itiraz edilecek isim tarumar haldeki çatıyı aktarmaya ehil başkan adayı olarak lanse edilecek.  Sonrası gelsin seçim ofisleri, ikramlar, hâzırûn listesine yönelik telefon zinciri, Mektebin koridorlarında seçmen kovalama, Tevfik Fikret salonunda ReReRe RaRaRa 🙂

Buraya kadar sorun yok, en güzel kiremitler onların olsun.

Cazip çatı örneği

Yakın geçmişe dönersek Duygun başkan bir tür çatı adaydı ve öyle seçilmişti. “Eş-dost-ahbap-sen-ben-bizim oğlan” diyerek bol malzemeli etli güvecin pişme süresi kadar zamanda hazırlanan alternatif listenin başına geçmesi rica edildi, o da ricayı kıramadı.  2014 seçimlerinin diğer başkan adayı Sayın Alp Yalman karşısında yarışa geriden başlayıp sandıktan zaferle çıktı. Hakkını da yemeyelim ona seçim kazandıran faktörlerden biri olan sözünü tuttu, yedi ay sonra Mayıs 2015’te seçime gitti. Tekrar aday olmayarak vazifesini tamamlamış adamların huzuruyla makamdan ayrıldı.

Prof. Duygun YARSUVAT

Çatıyı renkli kiremitlerle aktarınca sorunlarımız çözülecek mi, TEMELİ olmayan çatı havada mı duracak, bugünkü yazımızı buna ayırdık.

Önce denenmişin bizi nereye götürdüğüne bakalım.

Mayıs 2015’te Sn. Dursun Özbek başkan seçilmişti.  Sandıkta rakipleri Sn. Turgay Kıran ve Prof.Dr.Ahmet Özdoğan’dı. Sn. Yarsuvat’ın ardından resmen ilan edilmiş yedi aylık net hazırlık süresince yarışa girebilen adaylar bu bildik isimlerdi. Ne kırmızı pelerinli süper başkan ne de Berlin Filarmoni düzeyinde icra yetkinliği olan ekip falan çıkmadı.  

KIRAN – ÖZBEK – ÖZDOĞAN

Ocak 2018’de “erken seçim” yaşadık. Kulüp başkanı Dursun Özbek’in karşısına adaylığı sürpriz sayılabilecek Sayın Mustafa Cengiz çıktı ve kazanmaya muvaffak oldu.

Dursun Özbek – Mustafa Cengiz

Mustafa başkan da “dört ay sonra seçim” vaadini yerine getirdi ve Mayıs 2018’de sandıklar yeniden kuruldu. Ocak 2018’de yarışan iki aday yeniden mindere çıkarken, onlara genç aday Ozan Korkut ve 207 oy alabilen Fatinoğlu listesi eklendi. Hazırlanmak için yine iyi kötü vakit vardı ama herkesin hatırlayacağı üzere yine beyaz atlı prens misali başkan ya da yuvarlak masa şövalyeleri kıvamında yönetim çıkmadı.  Düşünmeden edemiyorum 2014’te deneyimi, dinginliği ve vakur tavrıyla bildiğimiz Sayın Alp Yalman başkan seçilseydi daha az çetrefil bir yola sapar mıydık diye?  Bunu hiç bilemeyeceğiz.

Duygun YARSUVAT & Alp YALMAN

Bildiğimiz ise şudur ki, hayatlarımız yoğun geçiyor, hepimizin pek çok sorumluluğu var.  Dünya hızlı değişiyor peşinden koşsak da çoğu zaman yetişemiyoruz.  Bu hız ve yoğunluk hafızalarımızdan bazı şeylerin erken silinmesine yol açıyor. Kulüp yönetimlerinin de en büyük şansı bu…  Mevcut yönetim tel tel dağılmış görüntüsü verince, hata üstüne hata yapınca, bilhassa parayla pulla çözülemeyecek incelikli konularda ısrarla çuvallayınca üç – beş – on sene önce aynı yollarda arabayı devirenler “wise man” olarak ortaya çıkıyor ve herkes onlara kulak kabartıyor. Fakat hiçbiri “benzer hataları biz de yapmış olabiliriz, bazı sözlerimizi tutamadık, dolayısıyla sizlere karşı biraz mahçubuz sevgili Galatasaraylılar” diye söze başlamıyor. Yazar Milan Kundera’ya hak vermeden yapamıyor insan, ne demişti usta: “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, belleğin unutmaya karşı verdiği mücadeledir.”

Bugün elimizde stratejisi olmadığından yolda kalmış, enerjisi tükenmiş ve tıkanmış bir yönetim heyeti var. Tüzük ile kavgalarını Asliye Hukuk Mahkemesi salonlarında sürdürmeye çalışıyorlar ama en geç Mayıs 2021’de sandık yine seçmenin önüne gelecek. Yine bugün Galatasaraylılar arasında kulübün temel sorunlarına dair köklü çözümler için net bir konsensüs olmadığını görüyoruz. Dahası sorunların adını koymakta ya da önem sırasına dizmekte bile hemfikir olunmadığını görüyorum. Eşyanın tabiatı gereği üslup ve görüş farklılıkları kadar tanışma / buluşma olanakları kısıtlanan üyelerin arasında artan sevgisizlik, samimiyetsizlik, çifte standart, maalesef artan fikri kutuplaşma ve muhtelif ön yargıların bu duruma sebep olduğu kanaatindeyim. Bu öyle berbat bir ruh halidir ki, Galatasaray SPOR Kulübünde en az konuşulan / tartışılan konu sporun bizatihi kendisidir. Ortada dönen yalancı gündemler, bu satırların yazarı dahil eminim pek çok Galatasaraylı için giderek artan “yabancılaşma” sebebidir.

İnşaat mühendisliğinden ilhamla, eğer bu statik hesaplar doğru ise gönüllerdeki hiçbir ÇATI yerçekimine karşı duramaz.

Divan kurulu başkanımız Sn. Eşref Hamamcıoğlu da kulübün acilen “fabrika ayarlarına döndürülmesi” ihtiyacını dile getirirken Kulübümüzün çaresiz olmadığının altını çiziyor. 

Eşref HAMAMCIOĞLU

Fabrika ayarlarının, kurucu değerlerin, iyi yönetim ilkelerinin ve henüz tanımsız görünen “çarenin” SOMUT şekilde konuşulması gerekmiyor mu artık?

“İnşaat” alegorisinden devamla, bana göre Galatasaraylıların önlerindeki hedefe inancı ve duygudaşlığı çimentodur.

Cesaret, azim ve kararlılıkları inşaat demiridir.

Aralarına kattıkları her doğru profil, aldıkları her doğru karar tuğladır.

Vizyon, strateji ve bu bağlamda önceliklendirilmiş gerçekçi iş planları yapının temelidir.

Temelden başlamak suretiyle bu malzeme tamamsa ÇATIYI çözmek hiç zor olmayacaktır ama hiçbir “inşaat” çatıdan başlamaz. 

Gün olur da bir seçim kampanyasında hangi adayların kulübe önce “acı reçete” sonra da “sahip çıkılması gereken değerleri koruyarak somut bir dönüşüm planı” sunacağını henüz bilmiyoruz.  Bu zamana dek genelde düşük profilli kampanyalarda bol bol SMS’e, yuvarlak cümlelere, iyimser vaatlere ve bayatlamış söylemlere maruz kaldık. 

Galatasaray’da görev süresini tamamlayabilen son yönetim 2008-2010 arası Sayın Adnan Polat başkanlığındaydı. Dursun Özbek yönetiminden 4 üye istifa ederek ayrılmıştı, mevcut yönetimden de şu ana dek iki kişi ayrıldı.  Görev süresini tamamlayamayan, istifalarla eksilen yönetimler bunlar.  Kağıt üzerinde görevi sürdüğü halde çalışmalara düzenli katılmayanları, bir işin ucundan tutmayıp şeklen duranları saymıyorum bile.  Demek ki kulübümüzde yetkin ve muktedir yürütme gücü tesis etmekte 10 yılı aşkın süredir bir sorun var, çözmek için kafa yormak gerekiyor.  Bugünkü modelde X Y Z bir başkan adayı adını duyduğu, yaşını bildiği, tanıdığı, tanıdığını zannettiği ya da muhtelif dengeleri gözeterek oy potansiyeli olduğuna inandığı 15 kişiyi bir listede alt alta diziyor.

Bugüne dek ekip olarak uzun süre çalışan, bu çalışmalarını camia ile paylaşan yönetim olmadı. Onu da geçtim, seçilmeden önce görev dağılımını ya da kendi çalışma ilkelerini ilan edebilen bile olmadı. Bir dernekte 10 seneyi aşkın süredir yürütme erki sallanan çürük diş gibiyse, orada uzun vadeli hedefler kovalanacağını beklemek iyimserlik olur.  Sözün özü koltuğa oturmaya hevesli insanları asla ulaşamayacakları menzillere inandırma modeli iflas etmiştir. Ne şeyhler uçabiliyor, ne de müritlerin onları uçurmaya nefesi yeter.  Bu devrin kapanması lazım yoksa son 10 yıldır sürekli kat çıkılan çürük bina yerle yeksan olacak.

Dolayısıyla muktedir idare heyetini teşkil etmek üzere ortaklaşa belirlenmiş prensiplere ve önceliklere sahip olmak gerekiyor. Örneğin bu satırların yazarı için öncelik her zaman Kulübümüzün BEKASI, İTİBARI ve BAŞARISIDIR.  Diğer mevzular bu üçlünün çok arkasından gelir.

1- BEKA dersek, devamındaki öncelikler:

1.a) Kurumsal & iktisadi bağımsızlık yolunda atılacak adımlar

1.b) Galatasaraylıların birlikteliğini yani sosyal sermayemizi güçlendirmeye yönelik tavır ve eylemler

1.c) Kişilere bağlı yürütme erki ve şahsi hatalardan kurtulmak üzere iyi yönetim / etkin denetim hedefine dönük yeni ilke ve kurallar

2- İTİBAR

2.a) Liyakat

2.b) Tutarlılık

2.c) Şeffaflık

3- BAŞARI

3.a) Nitelikli insan / elit sporcu yetiştiren kulüp misyonunu devam ettirmek

3.b) Spordan değer üreterek mali hedefleri destekleyecek sürdürülebilir modele geçmek

3.c) Yerel ve global rekabette madalyalar, kupalar, şampiyonluklar…

Bu adımların her birinin alt kırılımlarını ve yapılması gerekenleri kendince sıralayabilenlerin zihninde bir yol haritası, bir hükümet programı, bir stratejik yönetim planı oluşur. Buna uygun isimlerden uyumlu çalışacak bir ekip kurmak ya da aynı istikamette kurulmuş ekip varsa destek olmak sonraki adımdır.

Yeni bir yol bulmak…

Somutlaştırmak adına yalnız yukarıdaki 1.c) şıkkından bazı olası iş adımlarını sıralamak isterim

1.c.I: Tüzük değişikliği ile denetleme, sicil ve disiplin kurulları anahtar liste dışından ve bağımsız seçilecektir. 

1.c.II: Tüzük değişikliği ile derneğin ve şirketlerin mali yılları sportif sezona endekslenerek birleştirilecektir. Böylelikle konsolide mali performansı izlemek kolaylaşacaktır.

1.c.III: Tüzük değişikliği ile görevdeki yönetim kurulu tarafından tek taraflı erken seçim kararı alındığında, Tüzük hükümleri gereği seçim takvimindeki süreler normalin iki katı olacak ve böylelikle baskın seçimle avantaj sağlama ihtimali minimize edilecektir.

1.c.IV: Yıllık muhammen bedeli 50.000 € karşılığı Türk Lirasını aşan tüm ürün ve hizmet alımları için kamuya açık ihale düzenlenecektir. Şartnameler titizlikle hazırlanacak ve teşebbüs hürriyetini aşırı sınırlayacak ölçüde “adrese teslim ihale” algısı yaratılmamasına dikkat edilecektir.  Bu bedelin altındaki alımlar için en az dört farklı tedarikçiden teklif alınmalıdır.  Tedarikçilerin birbiriyle sermaye bağı / alt yüklenici ilişkisi olmaması gözetilecektir.  Mevcut tüm tedarikçiler için scoring çalışması yapılacak, kalitatif beklentilere uygun olmayanlar değiştirilecektir. Bu iş yükünü karşılamak üzere merkezi satın alma departmanı yetersiz ise maaş + sağlanan tasarruf üzerinden performans primi ilkesine göre yeni istihdam yapılacaktır.

1.c.V:  Yeni istihdam edilen profesyoneller kulüp veya bağlı şirketlerdeki görevleri sona ermeden Galatasaray Spor Kulübü Derneğine üyelik başvurusunda bulunamazlar.

Yukarıdakilere benzer taahhütler ile tekrarlayan problemlere basit ama net çözümler getirmek mümkün olabilecektir.

Galatasaray’ın en önemli kadrosu kendilerinden bekleneni verebilirlerse Yönetim Kurulu takımıdır. Bilgili, becerikli, dirayetli insanlardan müteşekkil ve uyumlu çalışacak bir yönetim kurulu tesadüfen oluşmaz.  Bu insanları ancak bir VİZYON doğrultusunda bir araya getirebilirsiniz.  Bu vizyonun “Aslolan Galatasaray“, “her branşta şampiyonluk, “seneye sıfır borç” “eski arkadaşlar değil miyiz” gibisinden mugalata olamayacağı kesindir.  Sorunların ne olduğuna dair konsensüs ve temel yaklaşım konusunda asgari müşterekleri sağlamak umut verici başlangıç olur. Kalan kısmı sabır, özveri ve empati başta olmak üzere ekibin iç dinamikleri belirler.

Elbette bunların üzerine X Factor bir süper başkan bulmak şahane olurdu ama mucize aramıyoruz.  Bu ekibi uyum içinde idare edecek, fikir ayrılıklarını çatışmaya dönüşmeden sonuca bağlayacak ve stratejik plan doğrultusunda takımın aynı taktik tahtasına bakmasını sağlayacak özü sözü bir, dürüst, saygın, camiayı iyi tanıyan ve kurumsal iletişim hedeflerini çiğnemeyecek kadar “az konuşan” bir profil yeterlidir.  Altını çiziyorum, nerede susup nerede konuşacağını bilmesi çok çok önemli!

Yukarıda pek sevdiğimiz “Aslolan Galatasaray” sözünü mugalata kısmına koydum çünkü her kim bunu söylerse akabinde kulübün çıkarlarına aykırı olay ve kayıplar peş peşe geliyor çünkü her kimin diline pelesenk olursa bu motto yapılan hamle ya da korunmak istenen pozisyonun mührü haline geldi.  “Aslolan Galatasaray” dile kolay geliyor ama fiiliyatta samimiyet testinden geçmek zor.  Camiadaki güvensizlik ve şüpheler pek çok ortak ideali kemirecek hale geldi.  Her türlü anlaşmazlık ve çekişmede tüm tarafların haklı olduğu yanlar bulunabilir ama son tahlilde hep Galatasaraylılar üzülüyor ve Galatasaray zarar görüyorsa aslolan egolardır, kişisel hesaplardır.  Bütün dünyada popülizm yükseliyor olsa da, bu köklü kulüpte sloganlara ve duygusal ajitasyona dayanarak koltuk kovalamak ya da iktidarda kalmak gibi lükslerimiz olamaz.  Fazla hamaset eninde sonunda hamâkat getirir.

Galatasaray için kağıt üzerindeki seçenekler azalmışken bunlarla vakit harcayamayız.  Mağrur, Muktedir, Muzaffer ve her daim Muteber kulüp ideali çok çalışmayı, fedakarlıkta bulunmayı, bir adım geride durmayı, şöhret tutkusunu aşmayı gerektiriyor. Denenmişi deneyerek ziyan edecek kaç senemiz daha kalmış olabilir ki??

Elbette “damdaki kedi, çatıdaki aslan, gönüllerdeki başkan, Mayıs’a kadar X abi” türü siyasi hamlelerin hemen ortadan kalkmasını bekleyecek kadar iyimser değilim.  Camiada yaşadıklarımızdan ders alan ve akıllanan insan sayısı korkarım ki pek fazla değil o yüzden son sözü bizden çok daha zeki birine bıraktım:

24 Haziran yolunda Erdoğan: Bir lider portresi – IV

Çok partili demokrasilerde eşine pek az rastlanır bir performansa sahip Recep Tayyip Erdoğan.. Kaybetmek nedir bilmiyor, adeta “yenilmez” bir siyaset ustası.

Hem seçim kazanıyor, hem oy oranını artırıyor, hem de istediğini her defasında (öyle ya da böyle) almayı biliyor.

MGK merkezli askeri vesayeti bitiriyor, bürokratik baskıyı kırıyor, yanlışta ısrar etmek pahasına 40 yıllık doğrulara meydan okuyor. Gün oluyor Kürtleri, gün oluyor liberalleri kendi safına çekiyor.  Ekonomik krizlerle çökmüyor, Gezi protestolarıyla sallansa da yıkılmıyor, kanseri alt ediyor, 17-25 Aralık’ta ortalığa dökülenlerin “montaj-dublaj” olduğuna kitlesini inandırıyor, darbe girişimlerini atlatıp kahraman oluyor, aile efradının uluslararası ticari başarılarını(?)  rahatça anlatıyor, yasal ve geçerli bir üniversite diploması ibraz edememiş görünse de cumhurbaşkanı adayı olabiliyor. Dün “ak” dediğine, bugün “kara” diyor. Yarın “yeşil” ya da “gri” dese bile bunu satın alacak bir kitleyi peşinden sürüklüyor.  Mütemadiyen vaaz ettiği ve tarifi pek muğlak yeni Türkiye’nin kurucu lideri gibi hareket ediyor.  Peki bu nasıl mümkün oluyor ?  Yazı dizimizin dördüncü bölümünde Erdoğan kültünü incelemeye gayret edeceğiz.

Bu ülke yıllardır dediğim dedik, pek alttan almayan, rakiplerine mutlak üstünlük kuran ve duygulara hitap ederken popülizmi de sonuna dek kullanan lider figürüne hayran. Süleyman Demirel’in meydanlarda “düşün peşime” diye bağırdığı günlerden beri, Turgut Özal’ın siyasi rakipleriyle hınzırca alay ettiği günlerden beri iddiasını ortaya koyan, hikayesini iyi satan adamları seviyor.   Örneğin Prof. Erdal İnönü, Cem Boyner, Aydın Güven Gürkan, Mesut Yılmaz tercih edilmiyor, edilmedi.

Türkiye’de arzulanan lider figürüne en uygun isim de şu an R.Tayyip Erdoğan.  Bu iş için kurgulanmış gibi görünen çekici bir yaşam öyküsüne sahip ama aynı zamanda siyasete girmemiş olsa ortalama seçmenin alışveriş yaptığı esnaf, kapı komşusu ya da kıraathanedeki tavla arkadaşı olabilecek kadar özdeşleşilebilir “sıradan” biri aslında.

Geçmiş dönem liderlerinden bazılarını düşündüğünüzde Aydınlı zengin toprak ağasının muhteris oğlu Adnan Menderes, Fulbright bursuyla ABD’de eğitim almış parlak mühendis Süleyman Demirel, annesi ressam olan Robert College mezunu şair Bülent Ecevit, Yeniköy’de yalıda oturan Amerikalı Prof. Tansu Çiller her gün karşılaşabileceği ve/veya sosyalleşebileceği insanlar olamazdı sıradan seçmenin. Oysa Erdoğan siyasetçi değil de emekli İETT memuru olarak kalsaydı, halı sahada top oynanan Tayyip abi ya da yakıt parası yüzünden kavga edilen apartman yöneticisi Tayyip amca olabilirdi.

Öyle ki birebir dokunduğu insan sayısını artırabilse, oy oranını ve popülaritesini de artırabilecek bir tür tılsıma sahip sanki..

Ses tonu, hitabeti, yıllarca köşede iktidar sırasını beklemiş İslamcı geleneğin bir ferdi olması, boyu posu dışında Erdoğan imgesinde başka unsurlar da var.

Kanaatim odur ki, ülkemizin ATATÜRK döneminden beri aşmaya çalıştığı ama yanlış politikaların da katkısıyla sürekli kendini yeniden ürettiği için bir türlü aşılamayan iki sorunu var.

  • Cehalet
  • Yobazlık

Cehaleti sadece tahsil eksikliği olarak kullanmadığımı, yobazlık kelimesinin de sadece sünni islam üzerinden yorumlanmaması gerektiğinin önemle altını çizmek isterim.

Yukarıda tanımlamaya çalıştığım seçmen grubunda daha çok olmak üzerinde genelde Türk insanında üç baskın negatif duyguya da sıklıkla rastlanıyor.

  • Eziklik / güce tapınma
  • Haset
  • Gelecek endişesi

Erdoğan bu beş sıkıntının, sorunun, eksiğin tam ortasından kopup gelerek bu konuma yükseldi. Bu anlamda seçmenini açık ara en iyi tanıyan lider. Öyle ki bu insanların nabzı adeta Erdoğan’ın avuçlarında atıyor.  Kanımca yükselen dip dalganın farkında ve körüklediği neo-Osmanlı siyasal islamcılık ateşinin ülkeyi tümden kavurmasından da zaman zaman endişe ettiğini düşünüyorum.  Zira Erdoğan artık kendisi kadar akıllı ama %100 sadık, itaatkar ve çalışkan insanları çevresinde istiyor.  Türkiye Cumhuriyeti’nde taarruz ettiği bazı yerleşik değerlerin yerine koyduğu politik ve sosyo-kültürel iklim ise bir tür ahlaksızlık, riyakarlık ve aptallık sarmalı doğuruyor.  Bilhassa “dinine ve kinine sahip çıkan gençlik” yetiştirme ideali, milli eğitimi oyuncak haline getirip siyasi heveslere  göre nesiller tasarlama fantezisi çok tehlikeli bir saplantıdır.

Peki 24 Haziran’a doğru giderken Recep Tayyip Erdoğan’ın elinde neler var?  “Neler yok?” diye sorsak daha kolay olurdu zira 16 yıllık kesintisiz iktidarda sepetini fazlasıyla doldurdu Erdoğan.. Çok kısaca bakalım:

YÜRÜTME: Tamamen Erdoğan’ın elinde.. Bakanlardan, muhtarlara ondan habersiz neredeyse kuş uçmuyor.

YASAMA:  Anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu bulamasa da, 7 Haziran 2015 tökezlemesi hariç asla 276 sıkıntısı da yaşamadı.  AK Parti meclis grubu üzerinde tam bir hakimiyeti var, onun istemediği bir şeyin TBMM’den çıkması çok küçük bir ihtimal

YARGI:  HSYK’nın ismindeki Yüksek ibaresine bile tahammül edilemeyen dönemde siyaset kurumuna karşı bağımsızlığını koruyan savcı ve hakimlerin azınlıkta olduğunu söylesek inkar eden çıkar mı?  Bir dönem FETÖ’ye teslim edilen, sonra kadro olarak içi boşalan, şimdi de adalet dağıtma yetkinliği azalan ve nihai kararlarında standart bozulan yargı ülkenin en büyük sorunu haline geldi.

MEDYA:  Dördüncü kuvvet %90 Erdoğan’ın elinde ve emrinde… Havuz medyası ülkenin yalan jeneratörü konumunda.  Medyadaki kartelleşme eğilimi ve satın almalar / ortaklıklar tamamen Erdoğan’ın kontrolünde. İktidarı somut ve tutarlı biçimde eleştiren gazeteciler çalıştıkları kuruluşlarda barınamıyor, çeşitli baskılara maruz kalıyor hatta tutuklanabiliyor.  Basında kalem oynatan, ekranda kelam eskiten herkes bu şartlara göre otokontrol uyguluyor.  İfade edilmediği sürece düşünce özgürlüğü var ama düşündüklerini söyleyenlerin / yazanların başına ne geleceğini garanti edemiyoruz. mazallah…

YEREL YÖNETİMLER:  AKP’nin en güçlü olduğu alanlardan biri, hoşnutsuzluk yaratan belediyelere de ya kapıya müfettiş/kayyım gidiyor ya da haklarında soruşturma açılabiliyor.

İŞ DÜNYASI:  Erdoğan’ın uçağında yer bulmak için yarışanlar, tuzu kuru TÜSİAD’ın sade suya tirit cılız tepkileri, kamu ihaleleri ile semirtilen nevzuhur müteahhitler, kısacası büyük ticaret erbabı olanın Erdoğan muhalifi olması imkansız.

ÜNİVERSİTELER:  12 Eylül ile hesaplaşmak söylemini bol bol kullanarak iktidara gelen Erdoğan, YÖK’ü yok etmediği gibi sahip çıktı.  Bugün çoğu yüksek liseyi andıran, bilimsel üretimi yetersiz, özgürlük alanları kısıtlı üniversiteler var.  Seçilme kriterleri göz önüne alındığından ancak uslu dururlarsa şirin babayı göreceklerinin farkında olan rektörler tarafından yönetiliyor bu üniversiteler.

SENDİKALAR:  Sendikalı işçi sayısı düzenli olarak azalıyor, iş kazalarında dahi sesleri fazla çıkamıyor, kısacası “sarı sendika” revaçta.

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI:  Demokles’in kılıcı tepelerinde sallanıyor, kamunun hançeri sırtlarında, sokakta güvenlik güçleriyle burun buruna, seslerini duyurma imkanları kısıtlı… Zaten örgütlülük bu toprakların fıtratına ters!

BÜROKRASİ:  Maaşlarını AKP’den aldıklarını düşünen bürokratlar ve “hamili kart bizdendir” iteklemesi olmadan kadro alamayanlar, kısaca geçiniz!

Bunlara ek olarak, bize özel dört güç unsuru daha var

MGK / TSK:  Milli Güvenlik Kurulu son yıllarda sadece Erdoğan’ın tercihlerine uygun tavsiyelerde bulunuyor, Yüksek Askeri Şura kararlarında askerlerin neredeyse söz hakkı kalmadı.  Eskiden demokrasiye balans ayarı yaptığını zanneden generaller vardı, şimdi Tansu Çiller’in Tak-Şak paşası Orgeneral Doğan Güreş’i bile aşan profiller mevcut.  Bay Hilmi Özkök ile başlayan, Bay Necdet Özel ile boyut değiştiren, darbe girişimi sırasında tutsak alınmayı başardığı halde görevinde kalan Bay Hulusi Akar ile zirve yapan acayip bir üst komuta kademesi zuhur etti.  Elbette siyasete müdahil olmamaları çok güzel ama askeri konularda dahi savunma politikalarına yön verecek evsafta görünmemeleri trajik ve çok riskli…

Anayasa Mahkemesi / YÜKSEK YARGI:  Anayasal krizlerde dahi “benim görev alanım değil” diyebilen AYM, artık raporları TBMM’de gündem olmayan Sayıştay, Rize’de çay toplarken siyasete ısınan Danıştay ile durum pek iç açıcı değil “hukukun üstünlüğü” açısından…

TARİKAT ve CEMAATLER:  AKP Milli Görüş gömleğini çıkarmış olsa da dini referanslar çerçevesinde Erdoğan’a yakınlar.. İtikatla, tasavvufla, maneviyatla ilgilenmek yerine hemen hepsi ticaretin içinde, siyasetin göbeğinde ve oy verme davranışını kısmen etkileyecek boyutta.

En az 20 yıl boyunca Cumhuriyet karşıtı F tipi yapılanmanın adım adım getirdiği tehlikelere dikkat çekenlere dudak bükenler, eski iktidar ortaklarını bugün FETÖ olarak lanetleyip beş kıtada kırmızı bültenle izini sürenler, maalesef boşalan yerleri de vazgeçemedikleri menzile uygun tiplemelerle doldurmaktan vazgeçemiyor.  Erdoğan kabul etmek istemese de, siyasi ve ticari emellerine ulaşmak için her tür kirli pazarlığa girebilen tarikat ve cemaatler “din ve vicdan özgürlüğü” konusu değil, milli güvenlik sorunudur.

DİYANET İŞLERİ:  AKP’nin propaganda makinesi, muhalefet partilerinin en amansız rakibi.  Muazzam bir bütçe, devasa bir örgütlenme ve lidere tam bağlılık.  24 Haziran öncesi Ramazan ayında 4 Cuma namazı hutbesi, bir bayram namazı hutbesi, vaazlar ve teravih sohbetlerine dikkat etsin muhalefet, satır arası mesajlarla Erdoğan zaferini oralarda perçinleyebilir.

OHAL rejimini de hesaba kattığımızda hani neredeyse bir tek nükleer silahı yok Erdoğan’ın, onun dışında hemen her şeye sahip.  Muhalefet açısından gayet moral bozucu bu manzara, Erdoğan’ın yenilmezliğin sembolü Achilleus gibi görünmesine yol açıyor.  Antik Yunan’ın büyük savaşçısı, Truva fatihi Achilleus sadece topuğundan yaralanabilirdi ve o sayede durdurulabildi.  Peki Erdoğan’ın zayıf topuğu var mı?  O da yazı dizimizin devamında sırası geldikçe gündeme gelsin ama anahtar kelimeler şimdiden belli.. ADALET ve KALKINMA  (aradığınız kavramlara şu anda ulaşılamıyor)

Nevzuhur başkanlık sistemi ve banka şubesi

Biriktirdiğiniz parayı değerlendirmek üzere mahallenizdeki banka şubesine gittiniz, vadeli hesap açtırmaya niyetlisiniz.

Saat 09:30 ama şube daha açılmamış, az sonra banka personeli teker teker gelmeye başlıyor, kapı açılınca ilk müşteri olarak siz de içeri giriyorsunuz.

Neler olduğunu anlamak için banka memuruna soruyorsunuz haliyle:
– “Mesai çoktan başladı mı, bu sizin şube sabahları kaçta açılır?”
– “Müdür bey kaçta teşrif ederse o zaman açılır”
– “Peki saat kaçta kapanır?”
– “Müdür bey ne zaman lütfedip bizi eve yollarsa o vakit kapanır”
“Neyse ya sizin bileceğiniz iş, ben vadeli hesap açtıracaktım, faiz oranlarınız nedir?”
– “Döviz mi, Türk Lirası mı mevduatınız?”
“Dolar, Euro falan kim kaybetmiş biz bulalım, TL tabi ki”
– “Yerli ve milli bir müşterisiniz, müdür bey adına teşekkür ederiz”
“Sağ olsun da, varsayalım dolar getirsek ne diyecekti sizin müdür bey?”
– “Muhtemelen dış güçlerin maşası bir terörist olduğunuzu mahalle muhtarınıza ihbar ederdi”
“Yok daha neler, neyse bırakalım gevezeliği, TL mevduat faizi diyorduk”
– “Ha onu biz bilemeyiz, müdür bey tanzim ve takdir ederler”
– “Peki tamam faizde anlaştık diyelim, dilediğim zaman vadeyi bozup paramı çekebilir miyim?”
– “Valla müdür bey ile konuşursunuz, müsaade ederse çekebilirsiniz”
“Her şey müdürün ağzına bakıyor, yok mu sizin bankanın kuralı, yasası, yönetmeliği?”
– “Vardı ama biz onu beğenmedik, rafa kaldırdık, yeniden yazılacak ama biz itaat ettik, rahat ettik, müdür bey ne derse o şimdi”
“Öyle saçmalık olur mu, siz resmen tek bir adamın kölesi olmuşsunuz, buraya zırnık para yatırmayacağım gibi şikayet de edeceğim şubenizi!!”
– “Pek heyecanlısınız, peki kime şikayet edeceksiniz?”
“Mesela BDDK’ya dilekçe yazarım”
– “Çok iyi edersiniz ama BDDK başkanı müdür beyin İmam Hatip’ten sıra arkadaşı, oradan bir şey çıkmaz”
“Fark etmez, gerekirse bakanlığa gider anlatırım bu keyfi tavırları, böyle lakayt bankacılık olmaz”
– “Bakanımız müdür beyin damadı olur, müdür beyimizin sözünden çıkmaz”
“Maşallah müdür beyimizin eli kolu uzunmuş, mahkemeye veririm gerekirse, hukuk devleti burası”
– “HSYK başkanı kuzeni, Adalet bakanı ise yeğenidir, tavsiye etmem, başınıza dert açılır.  Ola ki bir yolunu bulup temyize kadar ulaştınız, Yargıtay başkanı eski komşusudur”
“Nedir bu saçmalık, dalga mı geçiyorsunuz?  Aman ya ben gidiyorum, ne haliniz varsa görün”
– “Bi dakka, yok öyle bedavadan tüymek… Hooop Burhanettin, kilitle oğlum kapıyı”
“Gündüz vakti adam alıkoymak ha? Telefonum elimde, 155’i arıyorum”
– “Haşa, alıkoymak demeyelim de, müdür bey karar verecek paranızla mı ayrılacaksınız yoksa seve seve bize mi yatıracaksınız?”
“Adamı hasta etmeyin kardeşim, bak arıyorum şimdi 155’i, derdinizi anlatırsınız polislere, sizi gidi ruh hastası manyaklar!”
– “Sakin olun beyefendi, bu arada ilçe emniyet amiri müdür beyin süt annesinin üvey oğludur, onu söylemiş miydik?”
– “??!!!???!!!!??????
– “Size de yaranılmıyor beyefendi, hizmet ayağınıza gelmiş, üstelik izah ediyoruz sistemin nasıl işlediğini, sürekli dırdır ve muhalefet.. Bir kere de EVET deyiverin, şikayet etmeyin de şükredin biraz ya… Hem düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür, MÜDÜR BEY her şeyi bizden iyi düşünür”
Not: Bu yazıda anlatılan banka tamamen hayal ürünü olup, gerçek kurumlarla hiçbir surette ilgisi yoktur.  Banka memuru, mağdur müşteri ve müdür bey ise sizin gerçek hayatınızdan acıklı kesitlere ve tekrarlayan yanlışlarınız sürdüğü müddetçe yakın geleceğinize işaret etmektedir.

Medeniyet tarikatının hakiki pusulası

YENİKAPI meydanında bugün mahşeri bir kalabalık toplanmışken, pek çok kişinin unutmuş göründüğü yalın gerçeği yeniden dile getirelim.
Sene 1925…
Efendiler
Yıllarca müsamaha gören, desteklenen, kamu kurum ve kuruluşlarına habis bir ur gibi yerleşmesine göz yumulan Fethullah Gülen cemaatinin üyeleri (moda deyimiyle FETÖ) hastalıklı zihniyetini 15 Temmuz gecesi darbe kalkışmasına dek vardırdı.
 
Dünün iyi çocukları, altın nesli, alnı secde gören müminleri bugün ezilmesi gereken hamam böceği muamelesi görüyorlar. Gülen’in sözünden çıkmayan ve iradesini Pennsylvania’daki iblise terk eden kimsenin saygı bekleme hakkı yoktur. Ne dün, ne de bugün..
Dini cehalet bir yana, hür iradesi olmayan insan “eşref-i mahlukat” olamaz.
 
Elbette Türkiye Cumhuriyeti’nde makam / yetki sahibi olup da onca ikaza rağmen bu cemaate (örgüte) yol veren kimsenin de mazur görülme şansı yoktur, özür dilemeleri falan da kendilerini kurtarmaz, üstlendikleri anayasal mesuliyetin hakkını verememiş olanlar bekler ve dileriz ki bir gün hür ve bağımsız yargıya hesap verirler.
 
Artık FETÖ devri bitmiştir, bundan sonra hayatları kaçarak, saklanarak ve 15 Temmuz gecesi ile mukayese edilemeyecek bazı eylemlere girişme hevesiyle geçecektir. İktidarla barışma, buzları eritme, tezgahlarını yeniden kurma şansları kalmamıştır.
 
Ne yazık ki bu devletin çeşitli kademelerinde yuvalanmış yegane dini organizasyon Fethullah Gülen cemaati değildir. Kendine korunaklı iktidar alanı yaratmak isteyen hiç bir cemaat, tarikat, tekke vs. inanç grubunun devlette barınmasına müsamaha gösterilemez.
Amirinden değil hocasından, müdüründen değil imamından, komutanından değil abisinden emir alan kamu görevlisi hayatın doğal akışına, devlet nizamına aykırıdır.  
Din özel hayatın parçası olup, devletin müdahil olmaması gereken mahremidir bireyin.. Kamu hizmetinin gereği olan ehliyet, liyakat ve sadakatin ölçüsü olamaz.
 
İşte o yüzden ister Nurcu, ister Kadiri, ister Süleymancı, Nakşibendi, Menzilci, İsmailağa, vs.. ne kadar tarikat, cemaat, fraksiyon, grup varsa hiç birinin bir diğerine devlet eliyle üstünlük kurmasına, kamu kaynaklarını sömürmesine, kilit pozisyonları ele geçirmesine, başkalarının hukukunu çiğnemesine izin verilemez. Fethullah Gülen’in siyasi boşluğunu doldurmak için çırpınan onca şarlatan varken, LAİKLİK ilkesi tavizsiz ve adil uygulanmazsa Yenikapı’dan pompalanan iyimserlik koca bir yalana dönüşür.
Laiklik tahtası 
Yenikapı ruhu da yalan olur, demokrasi de yalan olur, kendiniz, evlatlarınız ve torunlarınız için umduğunuz mutlu gelecek de yalan olur !
Ülkemizin bir türlü deva bulmayan dertleri, cehalet ve yobazlık, siyasal islam hevesleriyle daha da ağırlaşır, her bir ferdin hayatını çekilmez kılar.
 
Ortak geleceğimizi tehdit eden türlü riskin kavşak noktası olan bu coğrafyada, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmaktan başka çıkar yolu yoktur. Pusulayı kontrol edelim, rotayı düzeltelim yoksa bu yalancı baharın sonu uzun ve kanlı bir kış olacaktır.

Nasıl bir başkan isterim?

Ülkenin en güçlü sivil toplum kuruluşu olabilecek potansiyele sahip Galatasaray Spor Kulübü riyaset makamını işgal eden kişi, hayatı boyunca herhangi bir alanda vasatı aşamamış sıradan biri olabilir mi?

Çok yönlülüğü ve lider karakteriyle ilham veren rahmetli Ali Sami YEN’in yani Reis beyin 111 yıllık hayaline sahip çıkacak 1 numaranın nasıl biri olması gerektiğini düşünürken yazıldı bu satırlar.

Number 1 ASY

Kültür simgesi / Sporun beşiği kulübümüzün yakın geçmişine dair tüm verileri ve yaşadıklarımızı yakından takip etmiş, maddi ve manevi olarak bulunduğumuz noktayı doğru tahlil eden, camiayı-spora yön veren kurumları-medyayı-rekabet koşullarını-ülkenin ve dünyanın şartlarını tanıyan bir Galatasaraylı olsun isterim.

Olimpik ilkeleri özümsemiş; dayanışmanın değerini, takım ruhunun önemini, alın terinin kıymetini, taraftarın ruh halini bilen bir sportmen olsun isterim.

Liyakat ve niteliklerine göre birbirlerini tamamlayacak 15 kişilik yönetim kurulu listesini bizzat kendi belirlesin, tek adamlığa değil takım ruhuna inanan bir lider olsun isterim.

Galatasaray Spor Kulübü’nde seçimlerin kaderini belirledikleri iddiasıyla ortalıkta dolaşan, her seçim sonrası ya kendi yoluna bakan ya da inceden yolunu bulan siyaset esnafıyla yolu asla kesişmesin isterim.

Kısa vadeli kazanç umuduyla, uzun vadeli çıkarları ve müktesep hakları asla riske atmasın isterim.

Kulübümü her yerde, her zaman, herkesin nezdinde iyi temsil etsin hatta başkalarına iyi örnek diye parmakla gösterilsin isterim

Onca branşı, şirketi, projeyi tek başına yönetemeyeceğine göre, emaneti ehline versin isterim.

Delege ettiği sorumlulukları takip etsin, denetlesin, hesap sorsun isterim.

Galatasaray’ın küçülemeyecek kadar büyük, küçültülemeyecek kadar değerli olduğunu adı-soyadı gibi ezberine almış olsun isterim.

Ailesinden intikal serveti ya da bankadaki parasına değil, dünya ölçeğinde sürdürülebilir gelir modelleri kurgulama kapasitesine ve bu amaca uygun deneyimine, ticari ilişkiler kurma becerisine güvensin isterim.

Endüstriyel sporun çok pahalı bir uğraş olduğunun, harcamaların gelirlerden daha hızlı artma riski bulunduğunun, öte yandan salt parayla saadet olamayacağının da farkında olsun isterim.

Sportif başarıları satın almayı değil üretmeyi tercih etsin; bunun da ötesinde hikayesi olan, bu hikayenin çevresinde organizasyonu oluşturan, başarısızlık anlarında bile insanları gurur duyacakları o öykünün parçası yapabilsin isterim.

Dünyanın her yerinde adil rekabet ortamını zehirlediği için kınanmakta olan şike, teşvik primi, doping, ırkçılık, siyasi müdahale gibi eylemlere karşı net ve tutarlı tavır alsın isterim.

Çevresini saran “padişahım çok yaşa” kadrosuyla dünyaya tepeden bakan değil, Galatasaraylılar ile iç içe olan, onların sesini duyan, nabzını tutan ve onlara sahip çıkan mütevazı biri olsun isterim.

Egosunu dizginlemeyi becerebilen olgun bir insan kimliğiyle, başarı anlarında bir adım geri, zor zamanlarda bir adım öne çıksın isterim.

Galatasaraylılara asla yalan söylemeyen, saklaması gereken hassas bilgileri özenle koruyan, çevresindekileri ulaşılabilir hedeflere odaklayan, geniş kitlelere heyecan ve umut aşılayan, kısacası iletişim gücünün farkında olan biri olsun isterim.

Rating kaygısı, cehalet veya kötü niyetten kaynaklanan hırslarıyla, dedikodu şebekesi kuran hatta haysiyet cellatlığına soyunan skor medyasından itinayla uzak dursun isterim.

Demokrasiye, istişareye, şeffaflığa, sporun ruhuna, gönülleri kazanmaya inansın ama kuru gürültüye de pabuç bırakmasın, zorbalık ve baskı karşısında boyun eğmesin isterim.

Kulübün itibarını korumak ve tüm Galatasaraylıları gururlandırmaktan öte bir öncelik düşünmesin isterim.

Seçildiği andan son nefesini verene kadar, hayatındaki en önemli vazife ve payenin kulüp başkanlığı olduğunu bilerek ömrünü sürdürsün ve benden önce Hakk’a yürürse arkasından defalarca “HELAL OLSUN” diyebilmek isterim.