Özhan CANAYDIN ve insanlık halleri

Bu yazının kaleme alındığı gün, Galatasaray Spor Kulübü başkanı Sayın Özhan Canaydın’ın altıncı ölüm yıldönümüdür.  Köklü bir kulübün başkanı, geniş bir camianın lideri olarak yaptıkları ve yapamadıklarıyla onu en iyi tarih yargılayacaktır, ki kendisinden sonra ülke sporunda yaşanan bazı olaylar en azından rahmetli Özhan Canaydın’ın kıymetli bir sportmen olduğunu defalarca ispatlamıştır.

Ozhan Canaydın

Bu yazının amacı herkesin bildiği ve/veya hatırladığı geçmişi analiz etmek değil, iki insan ( Canaydın ve ben) üzerinden temel insanlık hallerine bakmaktır.

Pişmanlık hissi insana dair temel bir duygu olup, kökeninde yarım kalmış olmanın burukluğu varsa çok da uzun sürebilir.

Galatasaray hakkında atıp tutmayı pek sevdiğim yıllarda bana ayar vermek suretiyle meydan okuyan kulüp başkanı “madem çok biliyorsun, gel işin ucundan tut” demişti.  Böyle bir teklifi geri çevirmek olmazdı.  Pazarlama ve iletişim konularında bilabedel hizmet etmek üzere o zaman Mecidiyeköy’de bulunan kulüp merkezinde haftada bir-iki akşam mesai vermeye başladım.  Uzaktan tanıştığım Özhan ağabey ile yakınlaşmamız o döneme rastlar.  ( NotBen kendisine dil sürçmeleri dışında hiç “abi” demedim, hep “başkanım” derdim, arada takılırdı bana.  “Oğlum ben senin abinim, kimse yokken rahat ol” derdi.  Olamadım.  Ali Sami YEN’in koltuğunda oturan birine “abi” demek garip geliyordu, o vefat ettikten sonra ise sürekli “abi” diyorum)

Aradan uzun zaman geçip de, yakalandığı uğursuz hastalığın adı konduğunda, internetteki arama motorlarında epey vakit geçirdim, okuduğumu anlamak için tıp doktoru olmaya gerek yoktu, kaçınılmaz son mutlak kaderdi ve çok yakın olabilirdi.

Uzun boylu, gösterişli bir adam olan Özhan ağabeyin yavaş yavaş güçten düştüğüne şahit oldum.  Üzüldüğümü de hep sakladım, o ise iyimser tavrını hep korudu, başına geleceklerden korkmuyordu veya yeterince iyi bir yaşam sürdüğüne inanıyordu.

İstanbul’daki son görüşmemiz, ne acayiptir ki, Levent trafiğinde ikimiz de farklı araçlardayken gerçekleşti.  34 GSL 16 plakalı bordo renkli sedan otomobilin arka sağ koltuğundaydı, başı geriye yaslanmış, gözleri kapalıydı.  Ben kullandığım aracın camını açtım ama uyuduğu belliydi, “başkanım nasılsınız?” diye bağıramadım.  Yanındaki eşi Asuman abla bana her zamanki zarif edasıyla bir an gülümsedi, yolumuza gittik ikimiz de.

Birkaç hafta sonra, Bursalı Özhan Canaydın, çok sevdiği kentteki özel bir hastaneye yatmıştı.  Durumunun giderek tatsızlaştığı haberleri geliyordu, mutlak sonu bilen ben nedense konduramıyordum.

27 Şubat 2010’da kulübümüzde olağan genel kurul toplantısı vardı.  Kürsüde konuşurken Özhan başkanıma geçmiş olsun dileklerimi iletip, yakın zamanda hizmete girmesini umduğumuz yeni stadyumdaki locasında nice maçları keyifle izlemesini dilediğimi salondakilerle paylaştım.

27 02 2010

Hasta yatağında genel kurulu takip ettiğini adım gibi biliyordum, Serdar Eder notu iletti bana “Özhan abi güzel dileklerinden ötürü teşekkür ediyor, konuşmanın tamamını da ilgiyle dinlemiş” dedi. Sevindim.

Bursa’ya gitme zamanı gelmişti, bir ya da iki sonraki hafta sonu için organize olabilirdim.  O sırada durumunun biraz ağırlaştığı, aile yakınları dışında ziyaretçilerin gelmemesinin rica edildiğini duydum.  Ben hem ailedendim, hem de değildim. Arada kaldım.  Hastane odasında zayıf, yorgun, takatsiz haliyle herkese görünmek istemeyeceğini ve bundan sıkılacağını bildiğim için de gitmedim.

Sonra bir gün telefonum çaldı, “İlker sen bilirsin, Özhan başkanı kaybetmişiz, doğru mu?” dedi ahizedeki üzgün ve kaygılı ses.  İçim o an öyle cızz etti ki, haberin gerçek olduğunu hissettim.  Bu dünyadaki hukukumuz buraya kadardı.

Neden onca şey paylaşıp da, hâl-i hayatında ve güzel günlerde bir kare fotoğraf çektirmedik bilemiyorum.  Bilgim dahilinde olmayıp da biri bizi fotoğraflamış olsa ve şimdi bana getirse ne hissederim, kestiremiyorum bile.   Esasen ben fotoğraf çektirmeyi sevmem, poz vermeyi hiç bilmem, objektifin önünde değil de, deklanşöre basan olmayı her daim tercih ederim.   Bilgim dahilinde Özhan başkanım ile birlikte görüntülendiğimiz tek kare budur ve çok hazindir.  Bursa’daki cami avlusu ve onun başucunda üzgün kardeşi 🙁

Canaydın Funeral

Rahmetli anneannemde de böyle olmuştu.  Seksen yaşını devirdiği halde iğneyi ipliğe gözlüksüz geçiren, takribi 800 metrekare bahçesini tek başına ekip biçip sulayan, sadece aileyi değil konu komşuyu da organik sebze meyveye doyuran, kümesindeki tavuklarından iyi verim alan anneannem için “hastaymış, yatıyormuş” dediğinde annem; “endişelenme annecim, o hepimizi gömer çünkü hayata tutkuyla bağlı, kafası zehir gibi ve emeğiyle ayakta duracak kadar üretken” demiştim.  Yine de hafta sonu ziyaretine gitmek için feribot bileti almıştım.  Ertesi gün sabaha karşı ev telefonu çaldı ve ben niye arandığımızı biliyordum.  Anneannemi kaybetmiştim, ziyaretine değil cenazesine gittim, son kez elini öpemedim.

Anneannem de, Özhan ağabey de Bursa’da yaşıyorlardı.  İkisi de katıksız Arnavutturlar, ikisine de söylemek istediğim bazı şeyleri söyleyemeden onları kaybettim.

Siz siz olun, sevdiğiniz biri hastaysa yanında bulunmaya çalışın.  Büyüğünüzse elini öpün, -Allah esirgesin- küçüğünüzse başını okşayın ama illa ki zaman yaratın.  Ertelemeyin, ihmal etmeyin, sakın ola vazgeçmeyin.

Şimdi ben her ikisini de özlüyorum, her ikisinin de mekanı cennet olsun.  Elbet bir gün buluşacağız, ikisine de anlatacaklarım birikti.

Son söz; dediğimi yapın, yaptığımı yapmayın.