Cumhuriyet 100 yaşında?

Takvimler yalan söylemez, 29 Ekim 1923’ten bu yana 100 yıl geçmiş. 

Bir asır önce Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetin TBMM’de ilanıyla, kaçınılmaz sonu engellenemediğinden kaderini yabancılara terk etmiş bir imparatorluktan; tarih sahnesine çok hızlı giriş yapacak yepyeni, bağımsız bir ülke doğuyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa

Bugün Cumhuriyetin 100.yılı kimilerine göre sönük, kimilerine göre olduğu kadar kutlanıyor ama bu yazının ana fikri acaba Cumhuriyet gerçekten 100 yaşında mı ya da yüzüncü yaşını görebildi mi, onu tartışmak…

Tarih yalnız kronolojiden ibaret değildir, takvimler yalan söylemese de bağlamından koparılan kavramlar ya da geçmişi unutan insanlar ile tarihin akışı başka yöne evrilir.  İsimler aynı kalır, geleneklere sözde bağlılık vardır ama elde kalan boş bir kutuyu andırır.  Herkes içinde kendince bir şeyler olduğunu iddia etse de kutunun esas muhteviyatı zamana yenilmiş yahut kaybolmuştur.

Cumhuriyet kavramının ne olduğu kurucusunun sözleri ve eylemleri üzerinden okumak en doğrusudur zira Cumhuriyet başka Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bir avuç cesur, idealist, fedakâr, vatanperver ve iyi eğitimli subayın muasır medeniyet tahayyülü olarak ortaya çıktı.  Burada sözü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bırakmak en doğrusudur:

Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.”

Yukarıdaki satırlarda şahsi menfaatlerinin peşinde koşarak servet ve şöhret edinmeye çalışan standart bir politikacıya değil, ömründen uzun ideallere tutunmuş bir devrimcinin zihin haritasına bakıyoruz.  Dolayısıyla Atatürk’ün yalnızca 57 yaşında ve son iki yılı ağır hastalıkla boğuşarak geçirdiği 15 yıl sonunda vefatı Cumhuriyetin ilk kaybıdır.  Fani bedeninin toprak olacağını bilerek, ilelebet payidar kalacağına inandığı Türkiye Cumhuriyeti’ni başta gençler olmak üzere aziz milletine emanet eden liderin ölümü neden bu kadar önemli peki?

Sözü yine Ulu Önder’e bırakalım:

Ben zannediyorum ki, millet fertlerinin hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası teşkil etmemiş olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara bırakan anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden doğuyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir şahsın menfaatlerini ve arzularını tatmine yönelmiş idi. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu hâl mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü idarenin niteliğindedir. Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.

Sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet vermek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun meselelerinin aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir şahsiyetinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki lâzım değildir.”

Şüpheye yer bırakmayacak şekilde Atatürk madden, manen, fikren lokomotifi olduğu Cumhuriyet idealini kendi şahsının ürünü saymıyor, başarı ve itibarı milletiyle paylaşıyor, görünürde TEK ADAM olarak sürüklediği kuruluş dönemine rağmen iktidarın bir tek kişiye dayalı olduğu sistemin ülkeye fayda getirmeyeceğini ortaya koyuyor.

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerini de içine alacak şekilde asırlardır Türklerin tarih sahnesinde meclis, istişare, şura geleneğiyle öne çıktığını iyi bellemiş Mustafa Kemal daima Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisinden öne koymuştur. 

Bunun en büyük delili ise Kurtuluş Savaşı’nın kaderinin değiştiği 5 Ağustos 1921 tarihli TBMM toplantısıdır.  TBMM oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa’ya Başkumandanlık Kanunu gereği olağanüstü yetkiler verdi.  Her sözü emir telakki edilecek, koşulsuz ve derhal uygulanacaktı. Gazi Mustafa Kemal her kulu yoldan çıkaracak bu olağanüstü yetkilerin üç ay ile sınırlı olmasını talep etmişti. Çulu, çarığı, atı, silahı olmayan ve kaçaklar nedeniyle mevcudu azalmış bir orduyu her türlü acil tedbiri alarak düşmanın karşısına çıkarma vazifesi ona aitti.   Her ne kadar o gün Paşa lehine kürsüden ateşli destek konuşmaları vardıysa da, girilen bu yolun sonu belirsizdi.

Mustafa Kemal’e tanınan olağanüstü geniş yetkiler üçer aylık sürelerle üç kez uzatıldı. Dördüncü uzatma konusu 20 Temmuz 1922’de TBMM’de görüşüldü. Orduyu sevk ve idare konusunda isabetli kararlarına rağmen Mustafa Kemal’in bir tür askeri diktatör, yerli Napoléon Bonaparte olacağını düşünenler dahi vardı.

Başkomutan

Mustafa Kemal TBMM kürsüsünde kendisine duyulan itimat için mebuslara teşekkür ettikten sonra sözlerine devam etti: “Kemal-i iftiharla ve büyük bir memnuniyetle arz ederim ki, bugün ordumuzun kuvve-i mâneviyesi en âli derecededir… Bu sebeple artık böyle bir salâhiyeti idame etmeye lüzum ve ihtiyaç kalmadığı kanaatindeyim” 

Başkomutan ordusunun manen en üst seviyede, madden düşmana denk olduğunu ilan ederek Tekâlif-i Milliye’den tam 11 ay sonra hedefe ulaşmış olarak olağanüstü yetkilerini iade etmeyi kendi önermiştir.

Her sözü emir telakki edilen, çevresinde “vur de vuralım, öl de ölelim” sadakat duygusunda güçlü figürler varken Türklerin en büyük mareşali neden elindeki olağanüstü yetkileri artık ihtiyaç kalmadığı için TBMM’ye iade etmiş olabilir.  Sözü yine Gazi Paşa’ya bırakmak lazım gelir:

Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî şahsiyetine atfediniz. Ben, milletin bu yüksek, manevî şahsiyeti içinde bir naçiz fert olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir şahıs halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.”

Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir neticeye götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat ilim ve bilhassa sosyal ilim sahasına dahil işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana alimler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi ilminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal ilmin güzel yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.”

Buraya kadar yazılanın özeti şu:   Mustafa Kemal ATATÜRK hükümdar, padişah, askeri diktatör olmasını bekleyenlerin aksine her şeye vakıf ve hakim kadir-i mutlak olmadığını, milletin çalışkan ve faydalı bir ferdi olmaktan öte bir paye aramadığını, kendisinden önde Meclis bulunduğunu, her ne başarmışsa HEP BİRLİKTE kotarıldığını anlatmış ve hayatını idealleri doğrultusunda halkına armağan etmiştir.

Henüz Cumhuriyetin 15.yaşında, 10 Kasım 1938’de hayata gözlerini yumar Ulu Önder, eserini tamamlayamamış her büyük sanatkârın talihsizliği onu da bulmuştur.  Eseri onu sevdiğini söyleyenlerin elinde eğilip bükülmüş, daha sonra onu sevmediklerini saklama gereği duymayanların insafına terk olunmuştur. 

Atatürk’ün cenazesi top arabası üzerinde

Kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası – CHF (bugünkü CHP ile uzaktan yakından alakası olmayan kurucu irade temsilcisi) 1 Haziran 1939’da yeni Tüzüğünü kabul eder.  Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi Kemal ATATÜRK ebedi başkan, İsmet İnönü ise değişmez genel başkan olarak belirlenir.  Değişmez(?) genel başkan ancak vefatı, vazife ifa edemeyecek ağır hastalığı ya da istifası ile inhilal edilebilirdi.  Atatürk’ü TABU haline getiren ve hayatında arzu etmediği kutsal baba rolünü ona ilk biçen güya onu en çok sevenlerdi.  Peki ATATÜRK 1939 Kurultayı’nda olsa ne derdi, daha önce dediklerini hatırlayalım mı?

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”

Dolayısıyla CHF Atatürk’ü yaşayan bir ilericilik ve devrimcilik pusulası olarak kullanmak yerine aziz hatırasını mumyalayıp dolaba kaldırarak ilk büyük gaflete imza atmıştı.  Bugünkü CHP’nin o partiyle yalnızca isim benzerliğinden nasiplenmeye çalışan acayip bir organizasyon olduğunu hatta CHP kısaltmasındaki C harfinin artık Cumhuriyete tekabül etmediğini de bilvesile not düşmüş olalım.

Atatürk’ün yeri doldurulamaz boşluğunda II. Dünya Savaşı belasından İsmet Paşa’nın usta manevralarıyla uzak durmayı başaran ülke, maalesef başka sahalarda Cumhuriyet ikliminden uzaklaşıyordu.  1942’de Varlık Vergisi ile Türkiye gayrimüslim vatandaşlarına ağır ve haksız bir iktisadi ayrımcılık dayatıyor, sermayenin Türkleştirilmesi adı altında yeni salınan ağır vergileri ödeyemeyenler Erzurum-Aşkale çalışma kampına sürülüyordu. Cumhuriyet idaresinde demek ki herkese yer yoktu, sınıfsız toplum ideali makbul vatandaş sayılmayanları dışlama sevdasına dönüşmüştü.

1946’da Türkiye’de genel seçim yapıldı.  Daha önce çok partili hayata geçme denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı.  1946’da seçimler akla, mantığa ve vicdana aykırı biçimde AÇIK OY & GİZLİ SAYIM esasına göre yapıldı ve tek parti olan CHF seçimi kazandığını ilan etti.  Oysa halk (seçmen) bu sonuçları asla içine sindiremeyecekti, Cumhuriyet fikrinin eşitlik ve adalet iddiası ağır zarar görmüştü.

1946 Seçimleri

1950’de Demokrat Parti %53,5 oy alarak tek başına iktidara geldi. İsmet İnönü liderliğindeki CHP %39,9 oy alabilmişti.  Oy farkının aksine TBMM temsilinde devasa fark vardı.  Demokrat Parti 416 sandalye kazanırken, kurucu iktidarın devamı CHP yalnızca 69 vekil ile temsil edilecekti.  Atatürk’e tesir etmeyen iktidar zehri Aydınlı toprak ağasını kolayca  yoldan çıkardı. Öyle bir ötekileştirme başladı ki, seçim kampanyalarında İsmet İnönü’nün asker kaçağı olduğu bile Anadolu’da kulaktan kulağa yayılacaktı?  1903 Kara Harp Okulu dönem birincisi topçu teğmen, 1906 Harbiye dönem birincisi yüzbaşı, Kurtuluş Savaşı Garp Cephesinin muzaffer Kumandanı Ferik (Korgeneral) rütbeli İsmet Paşa asker kaçağı ha?  Görülüyor ki Anadolu’daki cehalet ve yobazlık şeytanını Atatürk bile yenememişti.

İsmet İNÖNÜ

Yıllar içinde Başvekil Adnan Menderes rövanş için sırasını bekleyen bilenmişlerin temsilcisine dönüşecekti, öyle ki devlet radyolarında isim isim okunan Vatan Cephesi rezilliğine de imza atacaktı.  DP döneminin bir unutulmaz olayı da 6-7 Eylül 1955 saldırılardır.  Atatürk’ün Selanik’teki evine karşı düzmece bombalı saldırının kasıtlı olarak bir gazeteye servis edilmesiyle tetiklenen olaylarda İstanbul dışından da takviye edilen vandal sürüsü İstanbul’daki gayrimüslimlerin kiliselerine ve mezarlarına kadar saldırarak korkunç bir pogrom tezgahlamışlardı.  Sonuç olarak Rumlar, Yahudiler, Ermeniler kaç asırdır burada yaşamış olurlarsa olsunlar, ellerindeki nüfus kağıdı ne olursa olsun bu ülkede kendilerine yer olmadığını anladılar.  Çoğu gitti, giderken İstanbul yaşam kültürünü de yanlarında götürdüler, bize bugünkü garabet kaldı.  Cumhuriyet her vatandaşının can ve mal güvenliğini sağlayamıyordu, Sünni müslüman, Türk ve devletine sadık olmayanın evine yas girerdi.

Halk Demokrat Parti’den yaka silkmişti ve muhtemelen 1961 seçimlerinde iktidar el değiştirecekti ama Türk Silahlı Kuvvetleri beklemedi, 27 Mayıs 1960’da yönetime el koydu.  Temsil ettiği sağ siyaseti güdük bırakan muhteris Adnan bey olarak tarihe geçecekken, idam edildiği için kült bir kahramana dönüşen demokrasi şehidi Menderes efsanesi böyle doğdu.  Cumhuriyet halkın idaresiydi ama asker müsaade ettiği kadar oluyordu demek ki…

Siyasi partiler fikir ve düşünceyi temsil eden organizasyonlar olmayı bırakıp sandıklarda blok oy almak için aşiretlerle pazarlık ederken, Cumhuriyetin hür irade kavramı ayaklar altına alınıyordu.

En kötü ve başarısız memurlar sürgün yeri olarak Doğu Anadolu’ya gönderildiğinde, Cumhuriyetin üvey evlatları olduğu yöre halkının yüzüne vurulmuş oluyordu.

Kanun gereği kapatılmış tekke ve zaviyelerin bakiyesi konumundaki tarikat ve cemaat yapılanmaları siyasetin manevi yönlendiricisine dönüşürken, Laiklik ilkesi kağıt üzerinde bir teferruata dönüşüyordu.  Cemaat yurtlarında kimi çocuklar intihar ederken, kimileri diri diri yanarken, bazıları taciz ve tecavüze uğrarken adaletin kör, toplumun sağır oluşu Cumhuriyet idaresinin başka bir yönü olan sosyal devlete güveni yıktı.

Süleyman Demirel’in deyimiyle “mütedeyyin vatandaşlar çocuklarını okula göndersin” diye açılan İmam Hatipler sayı olarak arttıkça, ihtiyacın çok ötesine geçtiğinde hem Tevhid-i Tedrisat Kanunu çiğneniyor hem de belli bir siyasi görüşün arka bahçesine dönüşmelerinin yolu açılıyordu.  28 Şubat kafasıyla başını örten kızların akademik özgürlük alanı olan üniversitelere alınmaması yeni bir yarılmaya yol açıyor, hem eğitim hürriyeti çiğneniyor hem de kızların mağduriyetinden ekmek yemek isteyenlere fırsat doğuyordu.

İzmir İktisat Kongresi’nde devletçilik ağırlıklı, hür teşebbüse kapıyı kapatmayan, eksikleri gidermek üzere üretim ve verimlilik hedefinden bahseden ekonomik yapı ithal ikameci ve köşe dönmeci modele evrilirken gelir dağılımı bozuluyor, alım gücü düşüyor, stratejik sektörler terk edilerek ekonomik bağımsızlık ideali yok ediliyordu.  Onca imkansızlığa rağmen Osmanlı’dan kalan 107,5 milyon altın lira borç milli borç 1928-1954 arası dek taksit taksit ödenirken bugün Cumhuriyetin pek çok kazanımı üç otuz paraya satılmasına rağmen bugün 475 milyar dolar dış borcumuz var.

12 Eylül 1980 askeri darbesi Türkiye’de filizlenen bazı düşünce akımlarını ve sivil toplum örgütlerini tamamen yok etti.  Kenan Evren liderliğindeki askeri cunta sağ siyaseti epey biçerken, sol çizginin üzerinden adeta buldozerle geçti.  Bir tek siyasal islamcı akımlar neredeyse hasarsız atlattılar bu süreci ve siyasal islamcılığın iktidar yürüyüşü aslında 1980’de başladı.

“Cumhuriyet fazilettir” idealizminden “Benim memurum işini bilir” sırıtkanlığına 1983 seçimleriyle geçtik.  Köşe dönmeci, iş bitirici zihniyet Cumhuriyet’in devlet adabını epey törpüledi.  Tüketim toplumu olmanın yeni erdem kabul edilmesi, toplumdaki hırs ve hasedi farklı açılardan körükledi.  Vazifesini hakkıyla yapan namuslu insanların alay konusu olduğu bir dönemin kapıları ardına dek açıldı.

Bir zamanlar “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” döneminde Almanca, Fransızca, İngilizce ve Macarca konuşan 14 yaşındaki Nermin Budapeşte’deki Türk Büyükelçiliği’nin kapısına dayanıp “Benim babam Türk’tü. Ben Türkçe bilmiyorum. Türkiye’de okumak istiyorum. Param yok. Beni Türkiye’ye gönderin” diyebiliyordu.  Yıl 1935, Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi kıza tren bileti alıyor, cebine para koyup Ankara’ya gönderiyordu. Sahip çıkılan kızdan hocaların hocası Prof. Nermin Abadan Unat çıkıyordu mesela.  Hasan Âli Yücel önderliğinde 1948 yılında Harika Çocuk kanunu ile en yetenekli gençler Avrupa’daki en iyi imkanlara devlet eliyle ulaştırılıyordu çünkü Atatürk öyle yapmıştı.

Prof. Nermin ABADAN UNAT

Daha Cumhuriyet resmen ilan edilmeden 1923’te Avrupa’ya devlet bursuyla gönderilen genç Sadi’ye (Ord. Prof. Sadi Irmak) tren istasyonunda ulaştırılan telgrafında ne diyordu Gazi Paşa?:
Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz!”

Ağır çalışma şartları, hastanelerdeki şiddet olayları ve yetersiz gelir nedeniyle yurt dışına gitme yolları arayan genç doktorlarına ne dedi bu ülkenin lideri, “Giderlerse gitsinler”! KPSS sınavından yüksek not alan, mülakat tuzaklarında eleniyordu.  Kamu kurumlarında yasal staj yapmak için bile partinin tavsiye ettiği gençlerin şansı vardı.  Cumhuriyet liyakat üzerine kurulmuştu ancak yıllar içinde layık olan değil yandaş ve yalaka olanlara talih kuşu kondu.

Cumhuriyet artık kimsesizlerin kimsesi, genç yeteneklerin hamisi de değildi.  Cumhuriyet adamına göre muamelenin resmi adı olmuştu.

“Köylü milletin efendisidir” sözü hızla unutuldu.  “Tütün ekmeyin, haşhaş yasak” türevi dış baskılar, özelleştirme hamlesi ile gelen çöküş, topraksızlaştırılan çifti, emeğinin karşılığını alamayan hayvan sahipleri, kaybolan doğal kaynaklar derken bugün çiftçilerin çocukları topraktan uzak duruyor.  Atatürk Orman Çiftliği arazisindeki deneysel tarım ve hayvancılık pratikleri “bu araziyi nasıl yağmalarız” fırsatçılığına yenildi.  Köyden kente göçü başarı hikayesi olarak anlatan iktidarlar, Türkiye’deki şehirleşmenin büyük kentlere adapte olamamış çeperde mega köyler yarattığını hep inkar etti.

“Ankara’da hakimler var” diyebilme idealiyle yola çıkan Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında hukuk sistemi adaletten ayrıldı, kamu vicdanını tatmin etmeyen kararlar alındı.  Mahkemelerin iş yükü arttı, dava süreleri uzadı.  Adalet Sarayı inşa edenler Anayasa’daki şekliyle hukuk devletini bir türlü hatırlayamadı.  Yargı bağımsızlığı bitti, “Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyorum, saygı da duymuyorum” diyenler asrın lideri oldular.

Cumhuriyet kulların hanedana tabi olduğu dönemi bitirdi, yurttaşlık kavramını getirdi. Soy sop değil hak edenin ilerleyeceği rejimdi, Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğiydi.  İslamköylü çoban Süleyman Demirel İTÜ’de mühendislik tahsili görüyor, Robert College mezunu Bülent Ecevit ile siyasette yarışabiliyordu.  Cumhuriyet olmasa Kayseri’de esnaflık yapmaktan öteye gidemeyecek Abdullah Gül beyefendi Exeter’de okuyup devletin en tepesine yürüyebiliyordu.  Cumhuriyet olmasa muhtemelen babasının dizinin dibinde Rize’den bile çıkamayacak R.Tayyip Erdoğan büyük dedesinin hayal bile edemeyeceği her makama gelebiliyordu. 

ERDOĞAN ve GÜL

Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğinden uzaklaştı, bugün ailenizin parası yoksa iyi bir eğitim alamazsınız.  Bugün partide tanıdığınız yoksa kamuda istihdam edilmeniz istisnai bir durumdur. Bugün artık doğduğunuz mahalleyi aşmanız, anne babanızdan daha iyi bir yaşam standardına kavuşmanız pek ufak bir ihtimaldir.

Anayasanın 2.maddesine göre TÜRKİYE demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.  Hangisinden geriye ne kaldı? Yargı mensuplarının işaret ettiği ve rahatsızlık duyduğu rüşvet çarkı, sümüklü vaizin peşine takılıp yarım yamalak darbeye kalkışan üniformalı hainler, keyfe keder iptal edilen seçimler, kayyım atanan belediyeler, karma eğitimin bile günah diye tartışılmaya açılması, milletvekili seçilenin keyfi olarak hapishaneden salıverilmemesi, atanamayan öğretmenin inşaatta öldüğü sosyal devlet… Hangisini söyleyelim.

Bir cumhuriyet düşünün ki vatandaşları ülkelerinde neler döndüğünü mafya liderinden dinledi aylar boyunca. Siyasetçileri, gazetecileri alenen tehdit etti çünkü herkesin birbirine karşı açığı vardı. Başka devletlerden ricacı olundu botokslu mafyayı susturmak için. Bu mudur hukuk devleti?

İçişleri bakanı değişince birden daha önce dokunulmaz olan çetelerin üzerine gidiliyor, her yerden bir çete lideri fırlıyor, çete liderleriyle herkesin fotoğrafı çıkıyor, bazıları çetecilere “dava arkadaşımız” demekten utanmıyor. 

Yemin töreni ertesinde oy verenlerin unutulduğu milletvekilliği mesleğe dönüşmüş vaziyette.  Kiminin yalısı yatı, kiminin ihalesi fabrikası olabiliyor.  Bir bakan yönettiği kuruma kocasının şirketinden fahiş fiyatla mal satıyor ve yargılanmak şöyle dursun, makamından çiçeklerle uğurlanıyor.

2002-2022 yılları arasında Türkiye’de 2 trilyon 563 milyar Amerikan doları vergi toplanmış, 63,5 milyar dolar değerinde özelleştirme yapılmış.  Bu kadar devasa bir kaynak adil, ahlaklı ve akılcı kullanılsa ilkokul öğrencilerinin velilerinden çamaşır suyu ya da tuvalet kağıdı için bağış toplanır mıydı, SMA hastası çocukların aileleri üst geçitlerde bağış dilenmek zorunda kalır mıydı, devlet üniversite öğrencilerinin yurt ihtiyacını çözemez miydi?  Oysa deprem vergileri nerede diye sorgulandığında “bizim bunların hesabına vermeye vaktimiz yok” diyen zihniyet artık revaçta!

YURTTA SULH CİHANDA SULH ilkesi ve genç Türkiye’nin dış politikası nedense çekingenlik ve zaaf zannedildi.  Bu ülke komşusu Suriye’deki iç savaşı açıkça tahrik etti, diktatör Esad karşısında birtakım kılıksız adamları destekledi, ateş büyüdü ve sonunda milyonlarca çaresiz insan güney sınırlarımıza akın etti.  “Şam’daki Emevi camiinde namaz kılacağız” diye çıkılan yolun sonunda bugün sayısı bilinmeyen bir sığınmacı kitlesi Türkiye sınırları içinde ve onları Avrupa Birliği karşısında pazarlık kozu olarak kullanma hevesindeyiz. Kayıt dışı istihdamı seven patronların sömüreceği bir kitle olarak da elimizin altında tutuyoruz ama nasıl bir sosyal patlama riskinin üzerinde oturduğumuzu kimse bilmiyor.

Tüm bu laçkalaşma, gevşeme, gerileme ve çürüme bu uzun yazının en başında ATATÜRK’ün dile getirdiği ve kaçınmaya çalıştığı TEK ADAM düzeninde ivme kazanmaktadır. 

1920’lerde “Tek benim sözüm muteberdir, şahsım dışında makam yoktur” dese binlerce kişinin “emrindeyiz Paşam” diyeceği Mustafa Kemal’in milli iradeyi TBMM’de topladığı, her kararı tartışarak aldığı, olağanüstü başkumandanlık yetkilerini dahi üçer aylık onayla kullandığı unutuldu. 

Tarihimizde şura, istişare, meşveret, meclis… türlü adlarla maruf tüm siyasi katılım mekanizmaları terk edildi. Yeni saltanat tesis edilirken, tüm denge / denetleme mekanizmaları yok edildi. Saltanatta ULUSAL EGEMENLİK modeline geçmiş ülke, 16 Nisan 2017’de mühürsüz zarflar ve işbirlikçi çapsız muhalefet eşliğinde başka bir saltanata dümen kırdı!

Türkiye TBMM’de doğmuşken şimdilerde yürütme üzerindeki kontrolü tamamen kalkan, kanun yapma yetkisi kararnamelerle çalınan, bütçe bile onaylayamayan göstermelik bir parlamento var artık.. Bugün TBMM 600 vekile ve yüzlerce memura boşa maaş ödenen, millete derman olamayan kuru bir binadan ibarettir.

23 Nisan 1920’de halkı sömürenler milli iradenin tecelli edeceği MECLİS’le tasfiye edildi. Şimdi hilafet kokulu yeni neo-Osmanlıcılığı meşru göstermek dışında vasfı olmayan meclis var.

TÜRKİYE bir dönem ekonomik çıkarları ve askeri güç dengeleri gereği BATI bloku yanında saf tutarken, bugün ümmetçi hayaller, şahsi servetler ve dış baskılar ile nereye savrulacağına karar vermeye çalışıyor.  “Bu can bu bedende oldukça….” diye başlayan her cümle öyle ya da böyle sonunda boşa düşüyor.   Mukayeseleri sevmem ama ATATÜRK cumhurbaşkanı iken Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki konsolosluk binasında vahşi bir cinayet işlense ve cesedi yok etseler ne olurdu?  Meseleyi mesele etmeyip üzerini mi kapatırdık, yoksa Vahhabinin ipliğini pazara çıkarıp bedel mi ödetirdik?

Sözün özü, Atatürk’ün fani bedeninin toprak altına girmesiyle birlikte aşınmaya ve ilkeleri sulandırılmaya başlayan Cumhuriyet 1950’ler ile birlikte rövanşist zihniyetin taarruzuna maruz kalmış ve özellikle son 20 senede kurucu değerlerinden ve rotasından tamamen uzaklaşarak şahsa münhasır tanımsız bir idareye dönüşmüştür.

1923 yılından bu yana 100 sene geçmiştir ama Cumhuriyet’in 100 yaşına ulaştığı dev bir soru işaretidir.

Bugün Cumhuriyet’in 100. Yılını kutlamamak için her bahaneye sığınılmaktadır ve şunu da tespit edelim AKP epey talihli bir organizasyondur.   Bir zamanlar içtikleri su ayrı gitmeyen The Cemaat ile dershane rantı üzerinden kapıştıktan sonra Pensilvanya’da yuvalanan alçakları önce Paralel Devlet sonra FETÖ olarak ilan ettiler.  Başkanlık sistemi yeterli kamuoyu desteğini alamamışken 15 Temmuz 2016 ihaneti birden ülkedeki iklimi değiştirdi. 15 Temmuz siyasette kartların yeniden karılmasına sebep olmuş ve Cumhur ittifakının temelleri atılmıştır.  Hemen ardından Nisan 2017 referandumu ve 9 Temmuz 2018’de ilk Cumhurbaşkanlığı kabinesi…

2019 yılında ekonomide alarm zilleri çalarken 2020 yılı başında Coronavirus mazereti yetişmiştir. Ekonomi toparlanamazken 6 Şubat depremi 100 milyar dolarlık zarar bütçesiyle yeni bir mazeret olmuş, yeni vergilerin de kapısını açmıştır.  29 Ekim 2023 kutlamak içlerinden gelmezken, Hamas’ın İsrail’deki sivillere saldırısı, karşılığında İsrail’in ölçüsüz devlet terörü ile Gazze’deki masumlara ölüm yağdırması ile yeni bir mazeret daha elde edilmiştir.

Fakat her türlü HAMAS’et ardında Cumhuriyetin nimetlerinden sonuna dek faydalanmış ama Devrimsiz Atatürk / Atatürksüz Cumhuriyet hedefine uygun çalıştığını hiç de gizleme ihtiyacı duymayan bir iktidar vardır. 

100 yıllık reklam arası da diyen çıkar mı acaba ???

Cumhuriyetçilik değil sandıkçılık, Milliyetçilik değil ümmetçilik, Laiklik değil İslamcılık, Devrimcilik değil emperyal hayalcilik, Halkçılık değil “biz ve onlar kamplaşması” artık geçer akçe olmuştur. Dahası 80 yılın ziyan edildiği ve tüm kazanımların son 20 yıldaki olağanüstü başarılara dayalı olduğunu iddia eden sahte, boş ama bir kısım seçmeni tavlayan anlatı söz konusu… Propaganda makinesi öyle büyük ki, başka bir ülkede ayıbın büyüğü olarak nitelenecek hikayeleştirme bizde seçim malzemesi oluyor.

https://www.yuzuncuyil.gov.tr/YirmiYil

Türk milletinin Cumhuriyet idealine ve kurucu değerlere ne kadar sahip çıktığı, dahası bunları ne kadar anlayıp içselleştirdiği ise ayrı bir tartışma konusudur. Kanımca -sarı saçlım mavi gözlüm- seviyesindeki basmakalıp Atatürkçülük de, sebebi belirsiz, boş ezbere ve fitneye dayalı Cumhuriyet karşıtlığı da aynı bilgisizlikten doğmaktadır.

Son sözü tarihin hep haklı çıkardığı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bir kez daha yanılmaması temennisiyle NUTUK’taki son sözlerine bırakalım.

Mustafa Kemal ATATÜRK askeri manevraları izlerken

“…Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk Milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türk’üm diyene!”

23 Haziran öncesi Ekrem İMAMOĞLU’na notlar

Çok değil beş ay önce Beylikdüzü’nde yaşayanlar dışında pek kimse tanımazken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı oldu Ekrem İMAMOĞLU. Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere pek çok kişi ona fazla şans tanımamıştı.

Ülkenin içine itildiği çıkmazın yarattığı hoşnutsuzluğa ek olarak, 31 Mart seçimlerine kadar sürdürdüğü başarılı kampanya sonucu, ülkede herkesin tanıdığı ve AKP’ye oy vermeyenlerin dahi antipati duymadığı son başbakan Sayın Binali Yıldırım’ı az farkla geride bırakarak büyükşehir belediye başkanı seçildi.

Takip edebildiğim kadarıyla seçim gecesinden itibaren başarılı kampanya yürüten yerel siyasetçi kabuğunu geride bırakarak büyük oynamaya başladı İmamoğlu.  AKP cenahından gelen üçbin küsür oy farkla seçimi aldıklarına dair zamansız açıklaması sonucunda standart bir CHP adayı “İstanbul için hayırlı olsun” diyerek Anadolu Ajansı eliyle manipüle edilen neticeyi kabullenir ya da kendine hakim olamayıp ahbabı gazeteciye “adamlar yine kazandı” diye mesaj atabilirdi.  Ekrem İmamoğlu ise elindeki sarih verilere güvenen bir lider olarak defalarca kameraların önüne çıkıp, insanları düzenli bilgilendirdi. Kelimelerine özen gösterdi ama çekinmeden “biz kazandık” dedi, bu sayede umut ayakta kaldı, sandıklar terk edilmedi. Bu sayede çuvallar kaybolmadı, çöplüklerden binlerce oy pusulası çıkmadı. İstanbul’a ve İstanbul seçmeninin iradesine sahip çıkıldı. Üstelik bu yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi (Sn.Canan Kaftancıoğlu) ya da İYİ Parti’nin (Sn. Buğra Kavuncu) başarısı değildi, bizzat İmamoğlu’nun kurup idare ettiği ekiplerin de çok emeği olduğu konuşuluyor. Ekrem başkanın organizasyon becerisi inkar edilemez. Kısacası İMAMOĞLU kimsenin hakkını yemedi ama hakkını da yedirmedi. 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece herkes onun yerleşik kalıplara uymayan biri olduğunu artık anlamıştı. Dolayısıyla yerel politikacı olarak başladığı yarışta emeğiyle sivrildi, siyasette bir üst lige çıkmış oldu.

Canan Kaftancıoğlu – Ekrem İMAMOĞLU – Buğra Kavuncu

İmamoğlu’nun çetin ceviz olduğu anlaşılınca, bu kez hak edilen mazbatayı vermemek için tam 17 gün ipe un serdi birileri. Caddeler, sokaklar, semt pazarları, stadlar “MAZBATAYI VER” çığlıklarıyla yankılandı. Akla ziyan geciktirme denemelerinin sonunda nihayet mazbata seçilmiş başkana takdim edildi ve Saraçhane’deki makama geçildi. Gel gelelim 19 gün sonra 6 Mayıs günü Yüksek Seçim Kurulu (YSK) darbesi ile artık yalnız kağıt üstünde hukuk devleti sayılabilecek ülkenin kanunlarına bir defa daha takla attırıldı, hakkaniyet hiçe sayıldı, aynı zarftan çıkan dört oydan üçü helal biri haram kılındı ve mazbata sahibinden (ç)alındı. Aynı şey AKP’nin başına gelse yani seçimin güvenliğini yüzlerce kez överek seçmene güven telkin etmiş olan YSK mazbatayı önce Binali Yıldırım’a verip sonra geri alsa bunun muhafazakar seçmenin zihnine ikinci 28 Şubat olarak kazınacağını, itinayla kabartılan mağduriyetin şarkılara, filmlere konu olacağını biliyoruz değil mi? Demokrasiye yaşatılan travma asla azımsanmamalıdır. Bu yapılan haksızlık hafife alınamayacağı gibi şaka, mizah kaldıracak bir konu da değildir.

Bu satırların yazıldığı andan 24 gün sonra 23 Haziran 2019 günü İstanbul yeniden sandığa gidecek. Bu kez sandığa tek bir oy atılacak.  Saadet Partisi adayı Necdet Gökçınar beyefendiye haksızlık etmek istemem ama gidişat belli ya İmamoğlu ya da en yakın rakibi seçimi kazanacak. Ekrem İmamoğlu siyaseten bir üst lige çıktığı için yeni rakibi daha güçlü, daha etkili ve daha cüretkar biridir. Onu iyi tanıyorsunuz, hepimiz çok iyi tanıyoruz.

Trabzonlu vs Rizeli: Karadeniz derbisi is loading ??

Bugün İstanbul seçimine dair kafamdaki notları derleyip toparlamak istedim.

Hatırlanacaktır, 1994’te Refah Partisi yerel seçimlerden zaferle çıktığında, genel başkan Prof.Necmettin Erbakan basının önüne iki prensiyle çıkmış ve Ankara’da galip gelen İ.Melih Gökçek’i TÜRKİYE Şampiyonu, İstanbul’da kazanan Recep Tayyip Erdoğan’ı ise DÜNYA Şampiyonu olarak ilan etmişti.   AKP genel başkanı Erdoğan siyasi kariyerinde adım adım yükselirken çıktığı semti, yetiştiği kenti, onu emsalsiz başarılara götüren İstanbul’u hiç unutmadı. Unutamadı.

Erdoğan / ERBAKAN / Gökçek – Mart 1994

Peki ya “İstanbul benim sevdam” diyen, Ankara’da makam sahibi olduğu halde İstanbul’a hasretini saklamayan, İstanbul’da her olan biteni, bilhassa doğan ve doğacak rantı gün gün takip eden Erdoğan 31 Mart seçimleri öncesi partililerine ne demişti?

“Unutmayın, İSTANBUL’DA TEKLERSEK TÜRKİYE’DE TÖKEZLERİZ. İstanbul’da metal yorgunluğu olursa Türkiye’de paslanırız”

Ya 31 Mart seçimlerine bir hafta kala Cumhur ittifakının ortaklaşa düzenlediği mitingde ne diyordu Devlet Bahçeli:

İstanbul cumhur ittifakının hassasiyet ve haysiyet merkezidir. İstanbul demek TÜRKİYE demektir. İstanbul sıradan bir şehir adı değildir. Bu SİPER düşerse Türkiyemiz gider, nice miras ve emanetler kararır

Yenikapı – 24 Mart 2019

Bu iddialı söylemler İstanbul’u kaybetmenin sindirilemediğini ve YSK’ya adeta sipariş verildiğini ispatlar nitelikte değil midir?  Elbette müjdelenmiş şehri kaybetmenin hissi tezahürü değildi bu geri alma çabası, sanırım ilk kez Watergate skandalının ortaya çıkarılışını konu eden 1976 yapımı  All the President’s Men filminde duymuştuk şu repliği: Always follow the money (her zaman parayı takip et)

Bilindiği üzere YSK sandık kurullarının teşkilinde kamu görevlisi (devlet memuru) olmayan kişilerin bulunmasını ana gerekçe olarak göstererek İstanbul seçimlerini iptal etti (2019-4219 sayılı YSK kararı).  Tek parti döneminde “hamili kart yakınımdır” referansı olmadan kamuda tayin ya da atama yapılamadığı, 16 Nisan referandumu sonrası rejim değişikliğiyle devlet ile hükümet arasındaki ayrımın iyice bulanıklaştığı, sürüden ayrılanı kurtların kaptığı dönemde pasaportu, kariyeri, aile şerefi hatta hayatı ve hürriyeti işvereni olan devletin (hükümetin) elinde olan kamu görevlilerinin seçimde görev alacak en tarafsız kişiler olduğuna kim karar veriyor? İlçe ve il seçim kurullarında görev alanlar ağırlaşan siyasi baskıyı ve haklarında açılabilecek soruşturmaları göğüsleyebilir mi?  Seçim yeniden itiraza konu olursa, aynı YSK’nın yine 7 üyesi marifetiyle acayip kararlar vermeyeceğine emin miyiz?  Josef Stalin oy verenlerin aslında bir şeye karar vermediğini, asıl kararın oyları sayanlara ait olduğunu söylerken tamamen haksız mıydı?  Çoğaltılabilecek sorularla karamsarlık yaymak ya da panik havası oluşturmak değil muradım ama bilelim ki aslında “her şey daha zor olacak”  Bu zorluğu bilerek hatta akla gelmeyen tuzakları da gözeterek umudu büyütmeli ve siyasi mücadele aynı şevkle devam ettirilmelidir.

Sayın Ekrem İmamoğlu az hata yapan ve kendi içinde tutarlı bir siyasi profil olarak öne çıkıyor ama ben müsaadesiyle şeytanın gör dediği üç detaya dikkat çekeceğim.

İlk olarak 6 Mayıs 2019’da seçimin yenileneceği ve verilen mazbatanın iptaline karar verilmiş olduğu ilan edildiği andan itibaren İBB ve bağlı şirketlerinin sosyal medya hesaplarının tutumu ve dili anında 180 derece değişmişti. Örneğin aynı gün ikindi namazını müteakip gömülen fesli Kadir Mısıroğlu hakkında tek kelime edemeyenler, YSK kararından sayılı dakikalar sonra sözde tarihçiye övgüler düzüp rahmet dilediler. Buradan anlıyoruz ki, 19 günlük Saraçhane mesaisinde İBB sosyal medya hesaplarının admin panellerine ulaşılamamış ve tam yetkili kullanıcı şifreleri teslim alınamamış. Bir daha bu boşluğa düşülmemelidir.  Sayın İmamoğlu seçildikten sonra belediye çalışanlarına hitap ederken işini doğru yapanların endişelenmemesi gerektiğinin hep altını çizmişti. Kanımca bu kez seçim dönemlerinde siyasi kampanya neferi gibi çalışarak zehirli dile ortak olanların, geçmiş dönemin hesabını veremeyenlerin ve şaibeli işlere karışanların ipinin çekileceği ve hukuk çerçevesinde sonuna kadar iz sürüleceği üstüne basa basa vurgulanmalıdır.  İBB özel kalemine ait çok sayıda makam aracını Yenikapı meydanında sergileme vaadi benzeri hamlelerle akıl almaz israfın halka teşhir edilmesi son derece doğrudur.  Filipinler’i uzun yıllar yöneten Bayan Imelda Marcos’un binlerce çift fiyakalı ayakkabısının daha sonra kurulan bir müzede halka sergilenmesi, baskı ve yolsuzlukla hatırlanan karanlık Ferdinand Marcos dönemin unutulmaması adına dünyada akla gelen örneklerden biridir.

Imelda Marcos’un ayakkabılarının sergilendiği alan

Elbette işin esası tam tamına 26 milyar 760 milyon Türk Lirası gibi devasa borç yüküyle devralınacak büyükşehir belediyesinde geminin nasıl yüzdürüleceğidir. İsrafı önleyerek bu borcun faiz yükünü hafifletebilirsiniz ama İBB Meclisi ve Ankara tarafından yola taş konacağını bilerek ana paranın nasıl eritileceğini dikkatle planlamak gerekecektir. Ekrem başkanın yolu pek müşkül, yükü çok ağırdır. Seçildikten sonra devralınan manzarayı ve birikmiş dertleri nasıl çözeceğini doğru anlatması çok mühim…

İkinci örneğimiz muktedirle birlikte kalkınırken gazetecilik refleksini kaybeden ve Beştepe’nin halkla ilişkiler elemanına dönüşen kimi basın mensuplarının sordukları maksatlı sorulara cevap vermemek ya da cevap verirken onları “demokrasi, icraat ve İstanbul” düzlemine çekme gereksinimidir. 31 Mart öncesi Ekrem İmamoğlu’nu itibarsızlaştırmak için programına davet eden Turgay Güler’in kazdığı kuyuya düşerek stüdyoya adeta gömülmesini keyifle izlemiştik. Habertürk TV’deki son programda 2024’e dek kıtaların buluştuğu kutlu şehri yönetmeye namzet İBB belediye başkan adayına 1930’ların sonunda Dersim’de yaşananları soran Nagehan Alçı da hak ettiği cevabı aldı. Ancak aynı programda başka bir soruya verilen cevaptaki girizgah cümlesi cımbızlanarak bağlamından koparıldı ve kumpasa meyilli havuz medyası tarafından montajlanarak dört koldan servis edildi. Normal koşullarda “bu deli saçmasına kim inanır ki?” deyip önemsememek mümkün iken, hatların keskinleştiği, kutuplaşmanın zirve yaptığı, herkesin kendine benzerlerle birlikte yankı odalarında aynı sesleri dinlediği ortamda böyle umursamazlıklar risklidir.

Karikatürize ederek şöyle bir örnek verelim. Trabzonlu Ekrem İmamoğlu’na “Pontus” ya da “Rum” iması ile çok çirkin ve ırkçı yakıştırmalarda bulunan densizlerin varlığını biliyoruz. Diyelim ki bu soru tahrik edici bir üslupta tekraren yöneltildi, Ekrem başkan da: “Yok artık, daha neler.. Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağımı da söylüyor muymuş bu şaşkınlar?” deyip gülerek cevap verdi. Oldu ya, havuz medyası “Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağım” kısmını ustaca montajlasa şaşırır mısınız?  23 Haziran’a dek mizah, ima ve türlü söz sanatlarını bir süre kenara koyup her şeyi dosdoğru ve tek bir anlama gelecek biçimde net söylemek faydalı olacaktır.

Üçüncü konu, Ekrem İmamoğlu’nun güçlü yönlerinden biri olan kampanyayı sokağa, çarşıya, pazara taşıması ve halkla kucaklaşma anları..

Görece düşük oy aldığı ve AKP’nin ilçe belediye başkanlığını kazanmış olduğu bölgelere ağırlık verilmesi isabetli bir strateji. Kadıköy ya da Şişli’de propaganda yapmanın adaya moral destek dışında bir katma değeri olmayacağı açık. Son olarak Arnavutköy ilçesindeki esnaf ziyaretinde bir gençle İmamoğlu arasında yaşanan gerilim ve Süleyman Soylu’nun dahi dillendirildiği “Ukala Ekrem genç kardeşimize tokat attı” iddiası… Ekrem İmamoğlu’nu kızdırmak ve kışkırtmak için özel hazırlanmış izlenimi veren, tahsili ve bilgisi olmadığını itiraf eden ama beynine fikr-i sabit kazınmış genci ikna etmek şart mıydı? Peygamber sabrıyla tanınan, tebessümüyle sevilen, asabi Trabzonlu değil de mutlu Hollandalı gibi İstanbul sokaklarını gezerken takdir toplayan Ekrem başkana yönelik baskının artacağı, bu baskının rastlantısal değil planlı anlarda alevleneceği, yapay zeka taşıyan bir prototip olmadığına göre vatandaş Ekrem’in de öfkesine yenilebileceği pek muhtemeldir.

Mal bulmuş mağribi misali olayı çarpıtarak yansıtma gayretindeki havuz medyasından alıntıdır

Biliriz ki bize tepkili yaklaşan ön yargılı biriyle el/beden teması kurmak tatsız sonuçlara gebedir. Bu karşımızdaki insanı her zaman rahatlatmaz, bilakis saldırganlık eğilimi olarak algılanabilir. Gerginliği artırabilir. Şöyle düşünelim, siyaseten tamamen karşı olduğumuz ve zerre haz etmediğimiz biriyle tokalaşmaktan diyelim ki kaçamadık ama o şahıs kameraların önünde bize dinlemek istemediğimiz derdini anlatmaya çalışırken kolumuza, omzumuza, yanağımıza, başımıza dokunsa rahatsız olmaz mıyız?  Maalesef tek taraflı propagandaya maruz kalarak, illet/zillet/terörist/dörtlü çete martavallarını dinleyerek bugüne gelen insanların kalbinde buz tutmuş empatiyi iki dakika defrost etkisiyle çözemeyebilirsiniz.  Anton Çehov’un dediği gibi: “En tehlikeli insan tipi, az anlayan çok inanandır” ve bu tiplemeden yüzbinlercesi yaşıyor bu memlekette. Dolayısıyla bazen “canın sağolsun” deyip uzaklaşmak ya da “Allah ıslah etsin” diye nokta koymak tercih edilmelidir.  Ya da ortama göre şaka yollu meydan okunabilir.  Mesela ele aldığımız örnekte “delikanlı sen haklıysan ben haftasonu siyasi faaliyetime ara verip eski lokantacı olarak senin mutfağında tam zamanlı çalışacağım ama ben haklıysam dükkanın camına –bugün yemekler Ekrem İmamoğlu’nun sizlere armağanıdır- yazacaksın, her gelene de selamımı söyleyip bedava servis açacaksın. Var mısın?” deyip konuyu bir şekilde bağlayabilirsiniz.

Sözün özü herkesin sizi sevmesini, benimsemesini, kalbinizdeki anlamasını, iyi niyetinize inanmasını bekleyemezsiniz Ekrem başkanım. Siz 23 Haziran’da %51 oy hedefleyin, kalan İstanbullular da başkanlık performansınızı gördükçe, sizi tanıdıkça severler belki 🙂

Ne yazık ki Türkiye’de kimlik siyaseti ve mağduriyetlerin yarıştırılması politikanın ana unsuru haline getirildi.  Dünyadaki polarizasyon ve otoriterleşme rüzgarlarının fazlasıyla tesirinde kalan Türkiye’de seçim sistemi ve ülke barajı kutuplaşmanın artmasına vesile oldu.  Ekonomik darboğaz, kıstırılmışlıkla birlikte çaresizlik, sosyal yardıma muhtaç bırakılanlar, durmaksızın din sömürüsü, kültürel kodlardan koparak vasatlaşma, tekelleşen medya, toplumsal hafızanın kısırlaştırılması, her biri sırayla bu ateşe odun attı. Global ölçekte nitelikli akademisyenlerimizden siyaset bilimci Prof.Yılmaz Esmer’in cümleleriyle ifade etmek gerekirse “Aslında biz seçim yapmaktan ziyade –hangi kimlikte kaç kişi var?- diye sayım yapıyoruz.  Katılaşmış, kemikleşmiş kimlikler de akşamdan sabaha değişmiyor

31 Mart 2019’da İstanbul’un 39 ilçesinde kurulan 31.186 sandıkta 8.866.614 oy kullanıldı. Dolayısıyla seçime katılım oranı %83,88 oldu.  2014 yerel seçimlerinde ise katılım %89,2 olmuştu.

Yakın geleceğe dair tahmin yürütmek adına 23 Haziran’da katılım oranının %86 olarak gerçekleşeceğini varsayalım. Mevcut durumda iki aday arasındaki farkın 14 bin olduğunu düşünürsek, 31 Mart’a göre olası nispi artışın karşılığı 224 bin İstanbul seçmeni varsaydığımız senaryoda başkanın kim olacağını tek başına belirleyebilir. Şahsi mazeretler ve mücbir haller dışında, daha önce AKP’ye oy veren seçmen Ankara’da üretilen siyasete, genel gidişata ya da hayat pahalılığına kızdığı için sandığa gitmemiş olabilir. AKP muhalifi seçmen ise kaybetmekten yorulduğu, sandığın ülkenin kaderini değiştiremediği, yerel seçimi önemsemediği için sandığa gitmemiş olabilir. Elbette katılım oranı biraz bıkkınlık, biraz da yaz mevsiminin etkisiyle örneğin %81’e de inebilir, bu da başka bir bilinmeze kapı açar.  Yeri gelmişken AKP ve MHP’nın ısrarlı talepleriyle il genelinde yeniden sayılan 319 bin geçersiz oyda esrar perdesi arayanların, 2014 yerel seçimlerinde İstanbul’da 422 bin geçersiz oy kullanıldığını nedense hatırlayamadıklarını hatırlatmış olalım!

Normal şartlarda 23 Haziran’da AKP karşıtı seçmenin sandığa gitmek için motivasyonu daha güçlü görünüyor.  Mazbatanın seçilmiş başkanın elinden siyasi saikle alınmasıya yaratılan mağduriyet, bu sefer kazanan tarafta olmanın hazzı, AKP’nin gerileme dönemine damga vurma dürtüsü öne çıkabilir. İstanbul’daki AKP seçmeni ise “çaldılar” diye kodlanan kirli propagandadan, havuz medyasının F tipi montajlarından ne kadar etkilendiğine ve Erdoğan’ın “davamıza sahip çıkalım” çağrısına ne denli kulak verdiğine göre neticeye tesir edebilir.

Daha önce Ak Partili olduğunu ifade etmiş ve o istikamette oy kullanmış ama nobranlıktan, despotizmden, kibirden, adaletsizlikten yılmış hatta utanmış makul insanların 23 Haziran’daki vicdan sınavı da değerlidir. 31 Mart’ta il genel seçimi için oy pusulasında MHP’yi tercih etmiş ama şimdi İmamoğlu’na oy verecek seçmen de göz ardı edilmemeli. Bilhassa Erdoğan-Muharrem İnce seçimi sonrasında kırgınlık ve küskünlük yaşayarak artık oy vermekten vazgeçenlerin bu kez taze bir mücadele azmiyle sandığa gidip gitmeyeceğini de göreceğiz.

Öte yandan devlet-hükümet-parti üçgeninin düz bir çizgiyi andırdığı ülkede AKP’nin büyük bir avantajı 31 Mart’ta oy kullanmayan 1,7 milyon seçmenin detaylı listesine erişme ihtimalidir. Bu kitlenin yaklaşık yarısı oy verme hakkından gönüllü vazgeçmiş apolitik yurttaşlar olarak mütalaa edilebilir. Mevzuat gereği diğer partilerin ulaşamadığı bu değerli bilgiye AKP erişiyor ise, müthiş bir adam adama markajla skorbordu değiştirmesi mümkündür.  Düşünsenize titiz bir çalışmayla sandığa gitme konusunda mütereddit 70 bin kişi farklı yollarla motive edilir ve Binali bey’e oy vermesi için sandığa götürülürse bu 31 Mart’ta iki adayın arasındaki farkın tam beş katına tekabül edecektir.

Seçimden çekildiklerini ilan eden adaylara 31 Mart’ta oy vermiş seçmenin bu kez İmamoğlu’na oy vereceğine dair bir ön kabul de hatalı olacağına göre, yapılması gereken Ekrem başkana oy vermiş 4 milyon 171 bin kişinin birer kampanya gönüllüsü gibi harekete geçip, 31 Mart’ta oy kullanmamış hısım, akraba, dost, arkadaş, komşu kim varsa oy vermeye davet etmesidir. Siyasi mobilizasyonu zirveye çıkaracak bir tür ikna zinciri kurularak katılım oranı yükseltilirse İmamoğlu’nun ikinci zaferi mümkün olur.  Bu ikna zincirinin aynı zamanda 23 Haziran’da tatile çıkmamak ya da yakın çevredeki yazlıklardan bir gün önce dönmek şeklinde işlemesi de gerekir. Bu beklenti/talep/rica farklı tonlarda seslendirilmesi, katılımın özendirilmesine dair mesajların işlenmesi faydalı olacaktır.

Gelelim benim başkandan şahsi ricama.. Öyle ya, Dersaadet’in şehremini olmasına müsaade etmediler, artık kendi kahramanlık hikayesini ona inananlarla birlikte yazarak bir nevi Serdar-ı Ekrem olma yolu açıldı. Herkes de bu yükselişin farkında ve Ekrem abisinden, Ekrem oğlundan, Ekrem bey’den bir şeyler talep ediyor.  Benimki çok basit.. 

VERDİĞİNİZ SÖZLERİ HEP HATIRLAYIN, size o sözleri hatırlatacak insanlar olduğunu unutmayın.

Bu şehrin nimetlerini ganimet bilenlerin farklı yollar keşfetmesine, yeni alışkanlıklar edinmesine izin vermeyin. Şeffaflık, hesap verebilirlik, adalet, sorumluluk gibi ilkelerden vazgeçmeyin. Üyesi olduğunuz siyasi parti dahil olmak üzere hiçbir çıkar grubuna özel imtiyaz tanımayın. “Kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet dönemi bitti” diyerek 16 milyon hemşehrinize eşit muamele edeceğinizi söylemiştiniz, o sözün bilhassa takipçisiyiz. Koltuk ağırdır, makam baştan çıkarıcıdır, iktidar herkesi bir şekilde zehirlemeyi başarır. Hani şeyh dirayetli olsa da müritleri onu uçurmaya çalışır, aman ayaklarınız yerden kesilmesin. Hakikat ile, vicdan ile, halk ile bağınız kopmasın. Mesela 2017 yılı Ekim ayında İstanbul’u anlatırken:
Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” diyen Erdoğan gibi olmayın. İçinden geçen başka / prompter üzerinden okuduğu çok başka samimiyetsiz politikacılardan olmayın. “İhanet ettik” denen kentin 39 ilçesinde miting yaparak yeniden oy istenmesini ibretle takip edin. Siyasi günahlarını taşıyamayacak hale gelenlerin tövbe istiğfar etmeyi seçim sonucuna bağlamasını, tövbeye şart koşarak helak olmaktan çekinmediklerini, kul hakkı yediklerini bile bile iftar / sahur gezip vaatlerde bulunduklarını hatırlayın. Onlardan olmayın, onlara dönüşmeyin. İstanbul’a dair hayallerinizi, hedeflerinizi, bu güzel şehirde mukim İstanbulludan somut beklentinizi en samimi şekilde anlatmayı sürdürün. İnsanların daha iyi yaşaması için en verimli çözümleri yine insanlarda arayın, mümkün olduğunca çok sayıda İstanbulluyu karar alma süreçlerine katın. Ve her zaman gençlerle ve bilhassa çocuklarla bir araya gelip, onların gözlerinden icraat döneminizin karnesine bakın.

Çocukların en azından temel ihtiyaçlarını sorunsuz karşılayabildiği, küçük şeylerden mutlu olduğu, kahkaha attığı, güven içinde özgürce dolaştığı bir kent medeniyet yarışında rakiplerinin önüne geçecektir.  Dahası, pırıl pırıl zihinlerin öyle bir ortamda büyümesi ülkenin geleceğine dönük milli servettir.

Dilek – Ekrem İmamoğlu çifti ve çocukları

Bu vesileyle en büyük destekçiniz olacak zarif eşiniz Hanımefendi ve bilhassa çocuklarınızdan vazifeniz icabı çalacağınız zaman için, her biri İstanbullulara haklarını helal etsinler.  Yolunuz açık olsun, Allah mahçup etmesin.

İnanıyoruz ki #HerŞeyÇokGÜZELOLACAK ve bu eşsiz şehirde hep beraber yaşayacak, güzel günler göreceğiz !

İlker Canalp, bir İSTANBUL gönüllüsü

Altı yüzeysel soru üzerinden 24 Haziran – III

Yazı dizimizin ikinci halkasında muhalefet partilerinin erişmekte zorlandığı kitleyi tarif etmiş, onlarla temas kurulması gereğine değinmiştik. Şimdi de 24 Haziran 2018’de sandığa gidecek insanların sorduğu ve/veya muhatap olduğu en basit, en yüzeysel, altı sıradan soruyu biraz kurcalayalım.  Bunları ve ötesini düşündüğümüzde seçim kampanyasının adımları da şekillenmeye başlayacak.

İlk soru “ülkeyi kim yönetiyor?”

Buna “hükümet” veya “TBMM” cevabı veren neredeyse yok, hemen herkes ülkeyi tek bir kişinin (R.Tayyip Erdoğan) yönettiğini düşünüyor.  Dolayısıyla başkanlık sisteminin dezavantajı, ortalama seçmen gözünde “zaten tek kişinin ağzına bakıyor tüm sistem” olarak algılanıyor.  Yani değişen bir şey olmayacak, niteliği belirsiz değişimin korkutucu riski söz konusu değil.  Öte yandan muhafazakar seçmen Erdoğan dışında başka bir Ak Parti üyesine bu hükümranlığı vermek konusunda oldukça mütereddit, karşı cenah olarak gördüğü siyasi çizgiden birinin başa geçmesini ise felaket olarak niteliyor.  Erdoğan’ın ölümsüz olmadığını ve karizmatik liderlerin siyaset sahnesinden çekilmesini müteakip yaşananları işlemek düşünülebilir.

İkinci soru “milletvekillerinin etkisi & katkısı & faydası nedir?”

Milletvekilleri liderlerin işaret ettiği şekilde parmak kaldırıp indiren, yasama faaliyetinin edilgen figürleri, bağımlı değişkenleri olarak algılanıyor.  Özellikle son dönemde AKP’nin ülkenin önemli meseleleri TBMM’de genel görüşme konusu bile yaptırmaması, hayati anayasa değişikliği görüşmelerinin medyada canlı yayınlanmaması, milletvekillerinin türlü pazarlıklar içinde olduğu algısı bu kanaati pekiştirmiş durumda.  Dolayısıyla TBMM’nin pratikte devre dışı kalması vahim bir durum olarak algılanmıyor.  Buna rağmen AKP’nin “yasama güçlenecek, milletvekilleri kanun yaparken daha bağımsız olacak” söylemi, milletvekilleri istifa etmedikleri takdirde artık bakan olamayacağı için 16 Nisan referandum kampanyasında inandırıcı olmaya en yakın önerme olarak öne çıkmıştı.  Asgari müşterekler çerçevesinde elden kayıp giden ülkeye sahip çıkması umulan muhalefet partileri, 24 Haziran’da 600 vekile çıkacak TBMM’de salt çoğunluğu elde ettiklerinde Türkiye’nin huzuru, refahı ve iyileşmesi için ne yapacağını çok iyi anlatmak zorundadır.

Üçüncü soru “muhalefet ne işe yarıyor ki?”

Tek parti iktidarlarında “kudret” tamamen aritmetik dengeye indirgeniyor.

CHP meclis araştırması istiyor, AKP oylarıyla reddediliyor.

HDP bir bakan hakkında gensoru istiyor, AKP oylarıyla reddediliyor.

MHP zaten ümidini ve ikbalini Erdoğan’a bağlamış dolayısıyla AKP ne isterse mecliste o görüşülüyor, sonunda onların dediği oluyor.

Ortalama seçmen; bağıran, çağıran, itiraz eden, durdurmaya gayret eden, muktediri yavaşlatarak hizmet ulaşmasını geciktiren faydasız bir muhalefetin varlığına inanmaya başlıyor.  Dolayısıyla yürütmenin denetimsiz & kontrolsüz güçlenmesini risk olarak görmüyor hatta işlerin hızlanacağını düşünüyor.

Muhalefet partileri somut hizmetlere yönelik önerilerini, zamanında yaptığı uyarıları yeniden hatırlatmalıdır.  Asla ideolojik değil ama gündelik yaşam pratiğine dönük daha kaliteli hizmet sunulması ve kamu kaynaklarının etkin kullanılması için geçmişteki çabalarını ve zamanın haklı çıkardığı argümanlarını kamuoyuna yeniden sunmalıdır.

Bunlara ek olarak sunulabilecek siyasi örneklere gelirsek; Fethullah Gülen’e, Ergenekon-Balyoz davalarına, samimiyetten uzak gizli pazarlıklarla yürüyen çözüm sürecine, BOP adı verilen ABD mahreçli projeye her zaman şüpheyle yaklaşmış, karşı çıkmış, iktidarı uyarmış kişiler ve partiler haklıydılar, zaman onların haklılığını tekrar tekrar ispatladı.

Dün EVET kampanyası yapanlar, bugün 24 Haziran oldu bittisine imza koyanlar, zamanında tüm bu hayati konularda yanıldılar, “bizzat savcısı” oldukları, “emri ben verdim” dedikleri konularda geri adım attılar, “yanılmışız Allah bizi affetsin” dediler.  Bugün seçilmek için herkese mavi boncuk dağıtırken yarın pişman olmayacaklarının, ülkeyi yeni bir çıkmaza sokmayacaklarının garantisi var mıdır?

Elbette yoktur.

Dördüncü soru “Türk tipi başkanlık sistemi iyi olacak, hem koalisyon dönemlerinde çok çekmedi mi bu millet?”

Biraz karikatürize edersek bu söylem şuna evriliyor:

1.köprüyü tek başına iktidar olan Demirel yaptı, solcular karşıydı. 2.köprüyü tek başına iktidar olan Özal yaptı, solcular karşıydı. 3.köprüyü tek başına iktidar olan Erdoğan yaptı, solcular yine karşıydı. Tek parti iktidarları büyük eserlere imza atarken, İstanbul’un ihtiyaçlarını bile anlamayan solcular sadece boşa kürek çekti.”

Koalisyon hükümetlerinin başarısız, yetersiz, beceriksiz olduğu ve ülkeyi kaosa sürükledikleri o kadar sık anlatıldı ki, sağ bir partide oyların konsolide edilmesi gereksinimi bir taraftan da başkanlık modelinin kapısını açtı.

Batı demokrasilerinde başarıyla yürüyen koalisyonların altında seçmene hesap verme zorunluluğu ve kökleşmiş demokrasi kültürü yatmaktadır.  Bu anlamda Türkiye’de eksik olan, seçmeni doğru bilgilendirmeyi vazife bilen ve yaptıklarının sorumluluğunu üstlenen nitelikli siyasetçilerin azlığıdır.   Hatasını kabul etmenin erdem değil zayıflık olarak görüldüğü, kimsenin istifa etmeyi aklından geçirmediği bir ülkede suçlu koalisyon ihtimalleri değil siyasi kültürdür.

Beşinci soru: “AK Parti bu millet için gece gündüz çalıştı, Türkiye nereden nereye geldi, yollar-köprüler-altyapı yatırımları, bunları görmüyor musunuz?”

Bu sorunun cevabı ülkedeki vatandaşlık bilinci ya da devlet – birey ilişkisinde gizli. Örneğin ABD’de “citizen” bile olmaktan önce “tax payer” olduğunu bilen seçmen ödediği vergilere karşılık alması gereken hizmeti lütuf gibi sunan siyasetçilere uzaylı görmüş gibi bakıyor.  Kabul edilmeli ki, liderini parlatmaktan sonra AKP’nin en büyük propaganda başarısı; fizibilitesi eksik, çevreyle uyumsuz, ekonomik model olarak kamu zararına olan icraatlarını bile “başarı hikayesi” olarak sunabilmesidir.  Burada halkın vergileriyle finanse edilen bu yatırımların kullanım ömürleri, çevresel etkileri ya da gerekliliklerinden ziyade “yandaş müteahhitleri” zengin etme maksadıyla kurgulanmış sakat finansman modellerini eleştirmek ve “ideal koşullarda nasıl yapılmalıydı, kaynak nereden yaratılmalıydı, biz daha iyisini yaparız çünkü…” konusunu işlemek daha çok ses getirecektir.  Başta CHP olmak üzere ülkeyi yönetme iddiasında olan tüm organizasyonlar, halka ulaşan ve bir şekilde memnuniyet yaratan hizmetlere sıradan cümlelerle burun kıvıran muhalefet partisi olmaktan çıkmalıdır.

Altıncı soru:  “Erdoğan terörle mücadele etme kararlılığına sahip, dış politikada dünyaya meydan okuyor, PKK + FETÖ’yü ancak o ve ekibi bitirir, zaten 16 yıldır Reis’in alternatifi yok, VAR diyebilir misiniz”

Gündemin çok hızlı değiştiği, ülkenin oradan oraya savrulduğu dönemde, gelişmeleri takip etmekten yorulan seçmenin kısa erimli hafızaya sahip olduğunu unutmamak gerekiyor.  Bölücü terörün Güneydoğu Anadolu’da her sokağa nüfuz etmesine, il ve ilçelerin savaş alanına dönmesine yol açan sahte barış süreci bir yanda; yıllar boyu Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi diye hürmet gören T.C. düşmanı emekli vaizin paylaşılamayan dersaneler rantı üzerine önce paralel devlet yapılanması, sonra da FETÖ olarak ilan edilmesi bir yanda…

Herkesin kolaylıkla ve yıllarca kandırabildiği birinin sergilediği kararlılık olamaz, o anki bıçkın (Kasımpaşalı) tavırları bir yerlerde gururunuzu okşuyordur, o kadar.  Bunu sıklıkla ve hiç çekinmeden anlatmak gerekiyor, AKP’nin dış politika ve iç güvenlik konularında hem tutarsız, hem mantıksız hatta bazı durumlarda ülkeye zarar veren illegal odaklara kör bakmış olduğunu tekrar tekrar müşahhas örneklerle aktarmak / hafızaları tazelemek şarttır.  Yenikapı ruhu diye pompalanan atmosferin, zeytinyağı gibi üste çıkmak çabası olduğu; bir zamanlar ülkeyi birlikte parselledikleri gizli ortaklarına hitaben söylenen “ne istediler de vermedik” cümlesinden bellidir.

Merhum Prof.Necmettin Erbakan’ın yıldızının bir türlü barışmadığı Fethullah Gülen adlı iblisin 28 Şubat post-modern darbesi ertesinde, yeterince nüfuz edemediği Refah Partisi yerine, partiden ayrılan gençlerin kurduğu Ak Parti’ye tüm desteğini vermesi acaba tesadüf müydü, yıllarca sorunsuz devam eden Pennsylvania – Söğütözü ortaklığının temeli ilk ne zaman atıldı ?

Irak ve Suriye politikalarında başarısızlığa uğrayan AKP’nin bir gün Rusya, bir gün ABD, bir gün Barzani, bir gün Körfez ülkelerindeki Vahhabi blokuyla birlikte oluşu Türkiye’nin çıkarlarını maksimize etme çabası mıdır yoksa mat olmadan önce yapılan son satranç hamleleri midir?

Beşar Esad’ı devirme hevesiyle sırtı sıvazlananların yangın yerine çevirdiği ülkeden kaçmak zorunda kalan 3,5 milyon Suriyelinin vebali kimdedir, bizzat ilgili bakanların ifade ettiği şekliyle %80’lik bölümü Türkiye’de kalmak isteyen bu insanların akıbeti ne olacaktır, yaratacakları bütçe yükü ve topluma çıkaracakları sosyal faturayı kim ödeyecektir ?

Samimiyetten uzak çözüm sürecinde “siz tetiğe basmazsanız biz de size hareket özgürlüğü sağlarız” pazarlıkları sonucu terör örgütü PKK il ve ilçelerde büyük bir alan hakimiyeti sağlamadı mı?  Yöre halkının çektiği acıların, ayaklanmaya dönüşen bu terör dalgasının bastırılması için canından olan güvenlik güçlerinin sorumlusu kimdir?  Hangi devlet kendi sınırları içinde illegal bir terör organizasyonunun yapılanmasına, yol kesmesine, vergi toplamasına, asfalt yolları tuzaklamasına bu kadar kayıtsız kalabilir ?

En son Afrin’e yönelik Zeytin Dalı harekatı sınırlarımızın düşman unsurlar tarafından çevrildiği kabulüne istinaden askeri bir zorunluluk muydu yoksa bizzat Erdoğan’ın deyimiyle partilerindeki metal yorgunluğunu atma vesilesi miydi?  Sınırlarımızın hemen ötesinde böyle büyük bir tehlike adım adım oluşurken, metre metre kazılırken akıllar neredeydi?  ABD-Büyük Britanya-Fransa troykasının Şam yönetimini hedef alan hava saldırısını T.C. Dışişleri Bakanlığı “insanlığın vicdanına tercüman olan ve memnuniyet verici” bulurken, üç gün sonra Erdoğan’ın “Gel vur burayı, ondan sonra barış de. Olmaz olsun böyle barış” demesindeki tutarsızlığın izahı nedir?  Bu hava saldırısına dek İran ve Rusya ile elele poz veren ülkenin, Tomahawk füzelerini gördükten sonra NATO üyesi olduğunu hatırlaması acıklı değil midir?  Afrin’e Moskova’nın oluru ile girenler artık Putin ile iş tutabilecek midir?

Bu ve bunun gibi yakıcı soruların “şahsiyetleri doğrudan hedef almadan” ama yanlış hesabın (mesela stratejik derinlik / değerli yalnızlık vs.) sadece Bağdat’tan değil her yerden döneceğini vurgulanarak tekrarlanması gerekiyor, bu hususta çekingenliğe mahal yoktur.

Başarılı belediyecilik geleneğinden doğan AKP’nin asfalt ve betonla hiç bitmeyen aşkı, ülkenin gerçek manada kalkınmasına, muasır medeniyet seviyesine yaklaşmasına, gelirin adil dağılımına, iç barışın sağlanmasına, dış politikada saygın bir tutum takınılmasına asla yetmemektedir.  Peyderpey tasfiye edilen Gülen müritlerinin yerine benzer deneyimde ama bu kez vatanperver & güvenilir kişiler yerleştirilememesi bu çıkmazı daha da derinleştirecektir.

Aslında bu altıncı soru gerçek hayatın içinde hakiki bir illüzyon yaşadığımızın göstergesi dolayısıyla bu sorunun alt kırılımlarına biraz daha vakit harcayıp Erdoğan kültünü iyi analiz etmek gerekiyor.

ERDOĞAN tipi liderlik konusu serinin dördüncü yazısında…

Bakış açını değiştir, yeni kitleye ulaş: 24 Haziran 2018 – II

24 Haziran 2018 seçimleri ile ilgili yazı dizimizin ilk halkasında önümüze konan ve içine sığmamız beklenen bir kutu yokmuş gibi hareket etmenin gerekliliğine değinilmişti.

Amerikalıların sık kullandığı deyimle “think out of the box

Siyaset dışından örnek vermek gerekirse, global şirketler marka vaatlerinin potansiyel müşterilerden evvel, kendi çalışanları tarafından benimsenmesini ve şirket çalışanlarının birer marka elçisine (brand ambassador) dönüşmesini stratejilerinde ideal hedeflerden biri olarak görürler. Daha sonra da müşterilerin aynı dönüşümü yaşaması ve çevrelerine markanın mesajını yayması beklenir.  Böylelikle inandırıcılık ve nesnellik barajını aşamayan pahalı reklamlar yerine, benimsedikleri markaları methetmeden duramayan insanların yarattığı kişisel etki alanları birbirine eklenerek sonunda geniş bir kitleye doğrudan mesaj gönderme olanağına kavuşulur.

Kolay anlaşılır argümanlar, geçmişle-gelecek arasındaki benzerlik ya da karşıtlık üzerinden üretilecek sorular, aceleye getirilmiş seçim öncesi belirsizlikler ve çıkmayan uyum yasalarının yaratacağı boşlukların yaratacağı riskler ama en önemlisi sıradan bir insanın hayatının olumlu / olumsuz yönde nasıl değişebileceğine dair örnekler kullanılırsa, 24 Haziran’da sandığa gitmek konusunda hevesli olmayanların Erdoğan dışındaki seçeneklere yönelmesi, Erdoğan’a yakın duran bazı seçmenlerin de şüpheye düşerek kendi tercihlerini sorgulaması mümkün olabilir.  Belli bir plan doğrultusunda ve seçili mesajları sürekli tekrarlamak suretiyle muhalefet partilerinin seçmeninin (bilhassa partilerin direkt iletişim kurduğu üyelerinin) bireysel kampanya temsilcisi şeklinde hareket edip yakın çevresine nüfuz etmesini sağlayacak zemin yaratılabilir.

Risklerin vurgulanması ya da olumsuz örneklerin hatırlatılması iktidar blokunun savunmaya geçmesine yol açacağı için her mesajın sonunda bardağın boş tarafını hep beraber doldurmaya duyulan inanç yer almalıdır.  İletişimde kullanılacak tonlama ortak gelecek, daha iyi bir hayat, umut ve pozitif beklentilerden feyz almak durumunda.  “Tehlikenin farkında mısınız?” tarzı öcüleri adresleyen cümleler yerine bu güzel ülkenin kendini yalnız hatta çaresiz hisseden insanlarına “birlikte daha güçlüyüz ve geleceği değiştirebiliriz” duygusu geçirilmelidir.

Ana muhalefet partisi üzerinden örneği ele alırsak, geleneksel CHP seçmeninin neredeyse %90 ve üzeri bir oranda CHP’nin belirleyeceği adaya oy vereceğini varsaymak yanlış olmayacağına göre (ikinci Ekmeleddin faciası yaşanmaması kaydıyla), safları sıklaştırma mantığıyla hareket etmenin istenen sonuca ulaşamayacağı ortadadır.  Safları sıklaştırmanın aritmetik gerçekliği de yoktur.   CHP %25 oy oranına saplanıp kalmış, oyunun yeni kurallarına göre %50+1’i bulması bugün imkansız olan bir organizasyondur.  Tüm muhalefet partileri bu seçimde arzuladıkları (ama aslında bugün pek inanmadıkları) sonucu alırsa hem ülkenin kaderini değiştirecek, hem de kendilerine yeni alan açabileceklerdir.  Yeni alan açmanın yolu da, daha önce ulaşılamamış geniş halk kitleleriyle temas kurmakla mümkün olabilir.  Tam tersi bir netice çıkarsa da, CHP başta olmak üzere müzmin muhalif partilerin siyaset sahnesindeki varlığı anlamsızlaşmaya başlayacaktır.  Zira demokrasi kültürünün olgunlaşmadığı, politikanın çıkar ortaklığı olarak algılandığı, sandığın tek kriter olduğu ülkelerde siyaset sadece KAZANMAK için yapılır.  Kazanan ata oynamayı sevenlerin diyarında, kaybedenler pek sevilmez ve iyi yarışmış olsalar bile yeterince saygı görmez.

AKP’nin önerdiği adaya sahip çıkan siyasi koalisyonun en büyük avantajları seçimi SAĞ / SOL siyaset çekişmesine dönüştürmek, insaftan yoksun bir sömürü anlayışıyla milliyetçilik rüzgarı estirmek ya da 15 Temmuz’da ülkeye yaşatılan kabusun tekrarını engelleme iddiası (istikrar söylemi) olacaktır.   Siyasal islamcılık akımının şiarı dini değerler üzerinden siyasi rant elde etmek olduğu için, o koza ayrıca değinmiyorum.  Bugüne kadar sürekli proje ve icraatları ile övünmüş, girdiği her seçimi kazanmış, bu başarısını “biz ve onlar” söylemi üzerinden kendi seçmen kitlesini konsolide etmeye borçlu, ülkeyi tek başına yönetme iddiasındaki çalışkan ve karizmatik lider de bu avantajları bizzat sahada kullanan başrol konumundadır.

Hem yoğun şekilde iktidar partisinin propagandasına maruz kalacak, hem de muhalefet partilerinin klasik çizgilerini değiştirerek ulaşması önem arz eden sağ ağırlıklı seçmen kitlesini aşağıdaki şekilde tarif edip, siyasal davranış açısından anlamlandırmaya çalışalım.

  • Ayakta kalmaya, hayata tutunmaya çalışan; daha iyi bir yaşam isteyen ya da yarınlarından emin olmayan sıradan insanlar için,

  • Partizan kimlikte olmayan, politikayla yoğun olarak ilgilenmeyen,
  • Siyasetin kendilerine bir şey kazandırmadığını bilen ama kaybettirdiklerini de zamana bağlı aşınma şeklinde kaybettiği için yeterince fark edemeyen,
  • Yüksek eğitimli olmayan, kitap okumayan, algıları güdümlü medya tarafından manipüle edilmeye çalışılan, eleştirel & sorgulayan bakış açısına mesafeli, geleneklerine bağlı, çetrefil konulara az kafa yorup kestirmeden çıkarsamalarda bulunan,
  • Anayasa değişiklik paketini detaylı okumamış olduğu halde 16 Nisan’da EVET diyen, bugün bile olan biteni sadece başbakanlık makamının ortadan kalkacağı ve Erdoğan’ın “BAŞKAN” olacağından ibaret sayan,
  • İyiden iyiye sağa yatmış siyasi yelpazenin ortasında veya sağında olan,
  • Bilhassa 34 yaş ve altında olup, seçmen olarak deneyimledikleri dönemin tamamı Recep Tayyip Erdoğan galibiyetleri, zaferleri, balkon konuşmaları ile geçmiş insanlar için,

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine düşmanlık beslemeyen, kendilerini “müslüman” veya “muhafazakar” olarak niteleyen, öte yandan günlük yaşam pratikleri yalnızca dine dayalı olmayan insanlar için,

24 Haziran seçimlerinin, mevcut parlamenter düzenin ve alaturka başkanlık sisteminin nasıl göründüğünü izah etmeye çalışacağım.  Elbette elimde bu amaca yönelik bilimsel veri ya da büyük bir örneklem yer almadığından ancak kendi deneyimlerimden, gözlemlerinden ve hatırladıklarımdan yola çıkıyorum.

Yola çıkarken konu bazında sınıflama ve gruplamaları akademik düzlemde değil, yukarıda tarif ettiğim insanlar tarafından en sık tekrarlanan basit sorular ve ilgili cevaplar üzerinden aktarmaya gayret edeceğim.

Devamı serinin üçüncü yazısında…