Cumhuriyet 100 yaşında?

Takvimler yalan söylemez, 29 Ekim 1923’ten bu yana 100 yıl geçmiş. 

Bir asır önce Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetin TBMM’de ilanıyla, kaçınılmaz sonu engellenemediğinden kaderini yabancılara terk etmiş bir imparatorluktan; tarih sahnesine çok hızlı giriş yapacak yepyeni, bağımsız bir ülke doğuyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa

Bugün Cumhuriyetin 100.yılı kimilerine göre sönük, kimilerine göre olduğu kadar kutlanıyor ama bu yazının ana fikri acaba Cumhuriyet gerçekten 100 yaşında mı ya da yüzüncü yaşını görebildi mi, onu tartışmak…

Tarih yalnız kronolojiden ibaret değildir, takvimler yalan söylemese de bağlamından koparılan kavramlar ya da geçmişi unutan insanlar ile tarihin akışı başka yöne evrilir.  İsimler aynı kalır, geleneklere sözde bağlılık vardır ama elde kalan boş bir kutuyu andırır.  Herkes içinde kendince bir şeyler olduğunu iddia etse de kutunun esas muhteviyatı zamana yenilmiş yahut kaybolmuştur.

Cumhuriyet kavramının ne olduğu kurucusunun sözleri ve eylemleri üzerinden okumak en doğrusudur zira Cumhuriyet başka Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bir avuç cesur, idealist, fedakâr, vatanperver ve iyi eğitimli subayın muasır medeniyet tahayyülü olarak ortaya çıktı.  Burada sözü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bırakmak en doğrusudur:

Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.”

Yukarıdaki satırlarda şahsi menfaatlerinin peşinde koşarak servet ve şöhret edinmeye çalışan standart bir politikacıya değil, ömründen uzun ideallere tutunmuş bir devrimcinin zihin haritasına bakıyoruz.  Dolayısıyla Atatürk’ün yalnızca 57 yaşında ve son iki yılı ağır hastalıkla boğuşarak geçirdiği 15 yıl sonunda vefatı Cumhuriyetin ilk kaybıdır.  Fani bedeninin toprak olacağını bilerek, ilelebet payidar kalacağına inandığı Türkiye Cumhuriyeti’ni başta gençler olmak üzere aziz milletine emanet eden liderin ölümü neden bu kadar önemli peki?

Sözü yine Ulu Önder’e bırakalım:

Ben zannediyorum ki, millet fertlerinin hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası teşkil etmemiş olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara bırakan anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden doğuyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir şahsın menfaatlerini ve arzularını tatmine yönelmiş idi. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu hâl mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü idarenin niteliğindedir. Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.

Sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet vermek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun meselelerinin aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir şahsiyetinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki lâzım değildir.”

Şüpheye yer bırakmayacak şekilde Atatürk madden, manen, fikren lokomotifi olduğu Cumhuriyet idealini kendi şahsının ürünü saymıyor, başarı ve itibarı milletiyle paylaşıyor, görünürde TEK ADAM olarak sürüklediği kuruluş dönemine rağmen iktidarın bir tek kişiye dayalı olduğu sistemin ülkeye fayda getirmeyeceğini ortaya koyuyor.

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerini de içine alacak şekilde asırlardır Türklerin tarih sahnesinde meclis, istişare, şura geleneğiyle öne çıktığını iyi bellemiş Mustafa Kemal daima Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisinden öne koymuştur. 

Bunun en büyük delili ise Kurtuluş Savaşı’nın kaderinin değiştiği 5 Ağustos 1921 tarihli TBMM toplantısıdır.  TBMM oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa’ya Başkumandanlık Kanunu gereği olağanüstü yetkiler verdi.  Her sözü emir telakki edilecek, koşulsuz ve derhal uygulanacaktı. Gazi Mustafa Kemal her kulu yoldan çıkaracak bu olağanüstü yetkilerin üç ay ile sınırlı olmasını talep etmişti. Çulu, çarığı, atı, silahı olmayan ve kaçaklar nedeniyle mevcudu azalmış bir orduyu her türlü acil tedbiri alarak düşmanın karşısına çıkarma vazifesi ona aitti.   Her ne kadar o gün Paşa lehine kürsüden ateşli destek konuşmaları vardıysa da, girilen bu yolun sonu belirsizdi.

Mustafa Kemal’e tanınan olağanüstü geniş yetkiler üçer aylık sürelerle üç kez uzatıldı. Dördüncü uzatma konusu 20 Temmuz 1922’de TBMM’de görüşüldü. Orduyu sevk ve idare konusunda isabetli kararlarına rağmen Mustafa Kemal’in bir tür askeri diktatör, yerli Napoléon Bonaparte olacağını düşünenler dahi vardı.

Başkomutan

Mustafa Kemal TBMM kürsüsünde kendisine duyulan itimat için mebuslara teşekkür ettikten sonra sözlerine devam etti: “Kemal-i iftiharla ve büyük bir memnuniyetle arz ederim ki, bugün ordumuzun kuvve-i mâneviyesi en âli derecededir… Bu sebeple artık böyle bir salâhiyeti idame etmeye lüzum ve ihtiyaç kalmadığı kanaatindeyim” 

Başkomutan ordusunun manen en üst seviyede, madden düşmana denk olduğunu ilan ederek Tekâlif-i Milliye’den tam 11 ay sonra hedefe ulaşmış olarak olağanüstü yetkilerini iade etmeyi kendi önermiştir.

Her sözü emir telakki edilen, çevresinde “vur de vuralım, öl de ölelim” sadakat duygusunda güçlü figürler varken Türklerin en büyük mareşali neden elindeki olağanüstü yetkileri artık ihtiyaç kalmadığı için TBMM’ye iade etmiş olabilir.  Sözü yine Gazi Paşa’ya bırakmak lazım gelir:

Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî şahsiyetine atfediniz. Ben, milletin bu yüksek, manevî şahsiyeti içinde bir naçiz fert olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir şahıs halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.”

Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir neticeye götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat ilim ve bilhassa sosyal ilim sahasına dahil işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana alimler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi ilminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal ilmin güzel yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.”

Buraya kadar yazılanın özeti şu:   Mustafa Kemal ATATÜRK hükümdar, padişah, askeri diktatör olmasını bekleyenlerin aksine her şeye vakıf ve hakim kadir-i mutlak olmadığını, milletin çalışkan ve faydalı bir ferdi olmaktan öte bir paye aramadığını, kendisinden önde Meclis bulunduğunu, her ne başarmışsa HEP BİRLİKTE kotarıldığını anlatmış ve hayatını idealleri doğrultusunda halkına armağan etmiştir.

Henüz Cumhuriyetin 15.yaşında, 10 Kasım 1938’de hayata gözlerini yumar Ulu Önder, eserini tamamlayamamış her büyük sanatkârın talihsizliği onu da bulmuştur.  Eseri onu sevdiğini söyleyenlerin elinde eğilip bükülmüş, daha sonra onu sevmediklerini saklama gereği duymayanların insafına terk olunmuştur. 

Atatürk’ün cenazesi top arabası üzerinde

Kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası – CHF (bugünkü CHP ile uzaktan yakından alakası olmayan kurucu irade temsilcisi) 1 Haziran 1939’da yeni Tüzüğünü kabul eder.  Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi Kemal ATATÜRK ebedi başkan, İsmet İnönü ise değişmez genel başkan olarak belirlenir.  Değişmez(?) genel başkan ancak vefatı, vazife ifa edemeyecek ağır hastalığı ya da istifası ile inhilal edilebilirdi.  Atatürk’ü TABU haline getiren ve hayatında arzu etmediği kutsal baba rolünü ona ilk biçen güya onu en çok sevenlerdi.  Peki ATATÜRK 1939 Kurultayı’nda olsa ne derdi, daha önce dediklerini hatırlayalım mı?

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”

Dolayısıyla CHF Atatürk’ü yaşayan bir ilericilik ve devrimcilik pusulası olarak kullanmak yerine aziz hatırasını mumyalayıp dolaba kaldırarak ilk büyük gaflete imza atmıştı.  Bugünkü CHP’nin o partiyle yalnızca isim benzerliğinden nasiplenmeye çalışan acayip bir organizasyon olduğunu hatta CHP kısaltmasındaki C harfinin artık Cumhuriyete tekabül etmediğini de bilvesile not düşmüş olalım.

Atatürk’ün yeri doldurulamaz boşluğunda II. Dünya Savaşı belasından İsmet Paşa’nın usta manevralarıyla uzak durmayı başaran ülke, maalesef başka sahalarda Cumhuriyet ikliminden uzaklaşıyordu.  1942’de Varlık Vergisi ile Türkiye gayrimüslim vatandaşlarına ağır ve haksız bir iktisadi ayrımcılık dayatıyor, sermayenin Türkleştirilmesi adı altında yeni salınan ağır vergileri ödeyemeyenler Erzurum-Aşkale çalışma kampına sürülüyordu. Cumhuriyet idaresinde demek ki herkese yer yoktu, sınıfsız toplum ideali makbul vatandaş sayılmayanları dışlama sevdasına dönüşmüştü.

1946’da Türkiye’de genel seçim yapıldı.  Daha önce çok partili hayata geçme denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı.  1946’da seçimler akla, mantığa ve vicdana aykırı biçimde AÇIK OY & GİZLİ SAYIM esasına göre yapıldı ve tek parti olan CHF seçimi kazandığını ilan etti.  Oysa halk (seçmen) bu sonuçları asla içine sindiremeyecekti, Cumhuriyet fikrinin eşitlik ve adalet iddiası ağır zarar görmüştü.

1946 Seçimleri

1950’de Demokrat Parti %53,5 oy alarak tek başına iktidara geldi. İsmet İnönü liderliğindeki CHP %39,9 oy alabilmişti.  Oy farkının aksine TBMM temsilinde devasa fark vardı.  Demokrat Parti 416 sandalye kazanırken, kurucu iktidarın devamı CHP yalnızca 69 vekil ile temsil edilecekti.  Atatürk’e tesir etmeyen iktidar zehri Aydınlı toprak ağasını kolayca  yoldan çıkardı. Öyle bir ötekileştirme başladı ki, seçim kampanyalarında İsmet İnönü’nün asker kaçağı olduğu bile Anadolu’da kulaktan kulağa yayılacaktı?  1903 Kara Harp Okulu dönem birincisi topçu teğmen, 1906 Harbiye dönem birincisi yüzbaşı, Kurtuluş Savaşı Garp Cephesinin muzaffer Kumandanı Ferik (Korgeneral) rütbeli İsmet Paşa asker kaçağı ha?  Görülüyor ki Anadolu’daki cehalet ve yobazlık şeytanını Atatürk bile yenememişti.

İsmet İNÖNÜ

Yıllar içinde Başvekil Adnan Menderes rövanş için sırasını bekleyen bilenmişlerin temsilcisine dönüşecekti, öyle ki devlet radyolarında isim isim okunan Vatan Cephesi rezilliğine de imza atacaktı.  DP döneminin bir unutulmaz olayı da 6-7 Eylül 1955 saldırılardır.  Atatürk’ün Selanik’teki evine karşı düzmece bombalı saldırının kasıtlı olarak bir gazeteye servis edilmesiyle tetiklenen olaylarda İstanbul dışından da takviye edilen vandal sürüsü İstanbul’daki gayrimüslimlerin kiliselerine ve mezarlarına kadar saldırarak korkunç bir pogrom tezgahlamışlardı.  Sonuç olarak Rumlar, Yahudiler, Ermeniler kaç asırdır burada yaşamış olurlarsa olsunlar, ellerindeki nüfus kağıdı ne olursa olsun bu ülkede kendilerine yer olmadığını anladılar.  Çoğu gitti, giderken İstanbul yaşam kültürünü de yanlarında götürdüler, bize bugünkü garabet kaldı.  Cumhuriyet her vatandaşının can ve mal güvenliğini sağlayamıyordu, Sünni müslüman, Türk ve devletine sadık olmayanın evine yas girerdi.

Halk Demokrat Parti’den yaka silkmişti ve muhtemelen 1961 seçimlerinde iktidar el değiştirecekti ama Türk Silahlı Kuvvetleri beklemedi, 27 Mayıs 1960’da yönetime el koydu.  Temsil ettiği sağ siyaseti güdük bırakan muhteris Adnan bey olarak tarihe geçecekken, idam edildiği için kült bir kahramana dönüşen demokrasi şehidi Menderes efsanesi böyle doğdu.  Cumhuriyet halkın idaresiydi ama asker müsaade ettiği kadar oluyordu demek ki…

Siyasi partiler fikir ve düşünceyi temsil eden organizasyonlar olmayı bırakıp sandıklarda blok oy almak için aşiretlerle pazarlık ederken, Cumhuriyetin hür irade kavramı ayaklar altına alınıyordu.

En kötü ve başarısız memurlar sürgün yeri olarak Doğu Anadolu’ya gönderildiğinde, Cumhuriyetin üvey evlatları olduğu yöre halkının yüzüne vurulmuş oluyordu.

Kanun gereği kapatılmış tekke ve zaviyelerin bakiyesi konumundaki tarikat ve cemaat yapılanmaları siyasetin manevi yönlendiricisine dönüşürken, Laiklik ilkesi kağıt üzerinde bir teferruata dönüşüyordu.  Cemaat yurtlarında kimi çocuklar intihar ederken, kimileri diri diri yanarken, bazıları taciz ve tecavüze uğrarken adaletin kör, toplumun sağır oluşu Cumhuriyet idaresinin başka bir yönü olan sosyal devlete güveni yıktı.

Süleyman Demirel’in deyimiyle “mütedeyyin vatandaşlar çocuklarını okula göndersin” diye açılan İmam Hatipler sayı olarak arttıkça, ihtiyacın çok ötesine geçtiğinde hem Tevhid-i Tedrisat Kanunu çiğneniyor hem de belli bir siyasi görüşün arka bahçesine dönüşmelerinin yolu açılıyordu.  28 Şubat kafasıyla başını örten kızların akademik özgürlük alanı olan üniversitelere alınmaması yeni bir yarılmaya yol açıyor, hem eğitim hürriyeti çiğneniyor hem de kızların mağduriyetinden ekmek yemek isteyenlere fırsat doğuyordu.

İzmir İktisat Kongresi’nde devletçilik ağırlıklı, hür teşebbüse kapıyı kapatmayan, eksikleri gidermek üzere üretim ve verimlilik hedefinden bahseden ekonomik yapı ithal ikameci ve köşe dönmeci modele evrilirken gelir dağılımı bozuluyor, alım gücü düşüyor, stratejik sektörler terk edilerek ekonomik bağımsızlık ideali yok ediliyordu.  Onca imkansızlığa rağmen Osmanlı’dan kalan 107,5 milyon altın lira borç milli borç 1928-1954 arası dek taksit taksit ödenirken bugün Cumhuriyetin pek çok kazanımı üç otuz paraya satılmasına rağmen bugün 475 milyar dolar dış borcumuz var.

12 Eylül 1980 askeri darbesi Türkiye’de filizlenen bazı düşünce akımlarını ve sivil toplum örgütlerini tamamen yok etti.  Kenan Evren liderliğindeki askeri cunta sağ siyaseti epey biçerken, sol çizginin üzerinden adeta buldozerle geçti.  Bir tek siyasal islamcı akımlar neredeyse hasarsız atlattılar bu süreci ve siyasal islamcılığın iktidar yürüyüşü aslında 1980’de başladı.

“Cumhuriyet fazilettir” idealizminden “Benim memurum işini bilir” sırıtkanlığına 1983 seçimleriyle geçtik.  Köşe dönmeci, iş bitirici zihniyet Cumhuriyet’in devlet adabını epey törpüledi.  Tüketim toplumu olmanın yeni erdem kabul edilmesi, toplumdaki hırs ve hasedi farklı açılardan körükledi.  Vazifesini hakkıyla yapan namuslu insanların alay konusu olduğu bir dönemin kapıları ardına dek açıldı.

Bir zamanlar “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” döneminde Almanca, Fransızca, İngilizce ve Macarca konuşan 14 yaşındaki Nermin Budapeşte’deki Türk Büyükelçiliği’nin kapısına dayanıp “Benim babam Türk’tü. Ben Türkçe bilmiyorum. Türkiye’de okumak istiyorum. Param yok. Beni Türkiye’ye gönderin” diyebiliyordu.  Yıl 1935, Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi kıza tren bileti alıyor, cebine para koyup Ankara’ya gönderiyordu. Sahip çıkılan kızdan hocaların hocası Prof. Nermin Abadan Unat çıkıyordu mesela.  Hasan Âli Yücel önderliğinde 1948 yılında Harika Çocuk kanunu ile en yetenekli gençler Avrupa’daki en iyi imkanlara devlet eliyle ulaştırılıyordu çünkü Atatürk öyle yapmıştı.

Prof. Nermin ABADAN UNAT

Daha Cumhuriyet resmen ilan edilmeden 1923’te Avrupa’ya devlet bursuyla gönderilen genç Sadi’ye (Ord. Prof. Sadi Irmak) tren istasyonunda ulaştırılan telgrafında ne diyordu Gazi Paşa?:
Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz!”

Ağır çalışma şartları, hastanelerdeki şiddet olayları ve yetersiz gelir nedeniyle yurt dışına gitme yolları arayan genç doktorlarına ne dedi bu ülkenin lideri, “Giderlerse gitsinler”! KPSS sınavından yüksek not alan, mülakat tuzaklarında eleniyordu.  Kamu kurumlarında yasal staj yapmak için bile partinin tavsiye ettiği gençlerin şansı vardı.  Cumhuriyet liyakat üzerine kurulmuştu ancak yıllar içinde layık olan değil yandaş ve yalaka olanlara talih kuşu kondu.

Cumhuriyet artık kimsesizlerin kimsesi, genç yeteneklerin hamisi de değildi.  Cumhuriyet adamına göre muamelenin resmi adı olmuştu.

“Köylü milletin efendisidir” sözü hızla unutuldu.  “Tütün ekmeyin, haşhaş yasak” türevi dış baskılar, özelleştirme hamlesi ile gelen çöküş, topraksızlaştırılan çifti, emeğinin karşılığını alamayan hayvan sahipleri, kaybolan doğal kaynaklar derken bugün çiftçilerin çocukları topraktan uzak duruyor.  Atatürk Orman Çiftliği arazisindeki deneysel tarım ve hayvancılık pratikleri “bu araziyi nasıl yağmalarız” fırsatçılığına yenildi.  Köyden kente göçü başarı hikayesi olarak anlatan iktidarlar, Türkiye’deki şehirleşmenin büyük kentlere adapte olamamış çeperde mega köyler yarattığını hep inkar etti.

“Ankara’da hakimler var” diyebilme idealiyle yola çıkan Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında hukuk sistemi adaletten ayrıldı, kamu vicdanını tatmin etmeyen kararlar alındı.  Mahkemelerin iş yükü arttı, dava süreleri uzadı.  Adalet Sarayı inşa edenler Anayasa’daki şekliyle hukuk devletini bir türlü hatırlayamadı.  Yargı bağımsızlığı bitti, “Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyorum, saygı da duymuyorum” diyenler asrın lideri oldular.

Cumhuriyet kulların hanedana tabi olduğu dönemi bitirdi, yurttaşlık kavramını getirdi. Soy sop değil hak edenin ilerleyeceği rejimdi, Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğiydi.  İslamköylü çoban Süleyman Demirel İTÜ’de mühendislik tahsili görüyor, Robert College mezunu Bülent Ecevit ile siyasette yarışabiliyordu.  Cumhuriyet olmasa Kayseri’de esnaflık yapmaktan öteye gidemeyecek Abdullah Gül beyefendi Exeter’de okuyup devletin en tepesine yürüyebiliyordu.  Cumhuriyet olmasa muhtemelen babasının dizinin dibinde Rize’den bile çıkamayacak R.Tayyip Erdoğan büyük dedesinin hayal bile edemeyeceği her makama gelebiliyordu. 

ERDOĞAN ve GÜL

Cumhuriyet en çok fırsat eşitliğinden uzaklaştı, bugün ailenizin parası yoksa iyi bir eğitim alamazsınız.  Bugün partide tanıdığınız yoksa kamuda istihdam edilmeniz istisnai bir durumdur. Bugün artık doğduğunuz mahalleyi aşmanız, anne babanızdan daha iyi bir yaşam standardına kavuşmanız pek ufak bir ihtimaldir.

Anayasanın 2.maddesine göre TÜRKİYE demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.  Hangisinden geriye ne kaldı? Yargı mensuplarının işaret ettiği ve rahatsızlık duyduğu rüşvet çarkı, sümüklü vaizin peşine takılıp yarım yamalak darbeye kalkışan üniformalı hainler, keyfe keder iptal edilen seçimler, kayyım atanan belediyeler, karma eğitimin bile günah diye tartışılmaya açılması, milletvekili seçilenin keyfi olarak hapishaneden salıverilmemesi, atanamayan öğretmenin inşaatta öldüğü sosyal devlet… Hangisini söyleyelim.

Bir cumhuriyet düşünün ki vatandaşları ülkelerinde neler döndüğünü mafya liderinden dinledi aylar boyunca. Siyasetçileri, gazetecileri alenen tehdit etti çünkü herkesin birbirine karşı açığı vardı. Başka devletlerden ricacı olundu botokslu mafyayı susturmak için. Bu mudur hukuk devleti?

İçişleri bakanı değişince birden daha önce dokunulmaz olan çetelerin üzerine gidiliyor, her yerden bir çete lideri fırlıyor, çete liderleriyle herkesin fotoğrafı çıkıyor, bazıları çetecilere “dava arkadaşımız” demekten utanmıyor. 

Yemin töreni ertesinde oy verenlerin unutulduğu milletvekilliği mesleğe dönüşmüş vaziyette.  Kiminin yalısı yatı, kiminin ihalesi fabrikası olabiliyor.  Bir bakan yönettiği kuruma kocasının şirketinden fahiş fiyatla mal satıyor ve yargılanmak şöyle dursun, makamından çiçeklerle uğurlanıyor.

2002-2022 yılları arasında Türkiye’de 2 trilyon 563 milyar Amerikan doları vergi toplanmış, 63,5 milyar dolar değerinde özelleştirme yapılmış.  Bu kadar devasa bir kaynak adil, ahlaklı ve akılcı kullanılsa ilkokul öğrencilerinin velilerinden çamaşır suyu ya da tuvalet kağıdı için bağış toplanır mıydı, SMA hastası çocukların aileleri üst geçitlerde bağış dilenmek zorunda kalır mıydı, devlet üniversite öğrencilerinin yurt ihtiyacını çözemez miydi?  Oysa deprem vergileri nerede diye sorgulandığında “bizim bunların hesabına vermeye vaktimiz yok” diyen zihniyet artık revaçta!

YURTTA SULH CİHANDA SULH ilkesi ve genç Türkiye’nin dış politikası nedense çekingenlik ve zaaf zannedildi.  Bu ülke komşusu Suriye’deki iç savaşı açıkça tahrik etti, diktatör Esad karşısında birtakım kılıksız adamları destekledi, ateş büyüdü ve sonunda milyonlarca çaresiz insan güney sınırlarımıza akın etti.  “Şam’daki Emevi camiinde namaz kılacağız” diye çıkılan yolun sonunda bugün sayısı bilinmeyen bir sığınmacı kitlesi Türkiye sınırları içinde ve onları Avrupa Birliği karşısında pazarlık kozu olarak kullanma hevesindeyiz. Kayıt dışı istihdamı seven patronların sömüreceği bir kitle olarak da elimizin altında tutuyoruz ama nasıl bir sosyal patlama riskinin üzerinde oturduğumuzu kimse bilmiyor.

Tüm bu laçkalaşma, gevşeme, gerileme ve çürüme bu uzun yazının en başında ATATÜRK’ün dile getirdiği ve kaçınmaya çalıştığı TEK ADAM düzeninde ivme kazanmaktadır. 

1920’lerde “Tek benim sözüm muteberdir, şahsım dışında makam yoktur” dese binlerce kişinin “emrindeyiz Paşam” diyeceği Mustafa Kemal’in milli iradeyi TBMM’de topladığı, her kararı tartışarak aldığı, olağanüstü başkumandanlık yetkilerini dahi üçer aylık onayla kullandığı unutuldu. 

Tarihimizde şura, istişare, meşveret, meclis… türlü adlarla maruf tüm siyasi katılım mekanizmaları terk edildi. Yeni saltanat tesis edilirken, tüm denge / denetleme mekanizmaları yok edildi. Saltanatta ULUSAL EGEMENLİK modeline geçmiş ülke, 16 Nisan 2017’de mühürsüz zarflar ve işbirlikçi çapsız muhalefet eşliğinde başka bir saltanata dümen kırdı!

Türkiye TBMM’de doğmuşken şimdilerde yürütme üzerindeki kontrolü tamamen kalkan, kanun yapma yetkisi kararnamelerle çalınan, bütçe bile onaylayamayan göstermelik bir parlamento var artık.. Bugün TBMM 600 vekile ve yüzlerce memura boşa maaş ödenen, millete derman olamayan kuru bir binadan ibarettir.

23 Nisan 1920’de halkı sömürenler milli iradenin tecelli edeceği MECLİS’le tasfiye edildi. Şimdi hilafet kokulu yeni neo-Osmanlıcılığı meşru göstermek dışında vasfı olmayan meclis var.

TÜRKİYE bir dönem ekonomik çıkarları ve askeri güç dengeleri gereği BATI bloku yanında saf tutarken, bugün ümmetçi hayaller, şahsi servetler ve dış baskılar ile nereye savrulacağına karar vermeye çalışıyor.  “Bu can bu bedende oldukça….” diye başlayan her cümle öyle ya da böyle sonunda boşa düşüyor.   Mukayeseleri sevmem ama ATATÜRK cumhurbaşkanı iken Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki konsolosluk binasında vahşi bir cinayet işlense ve cesedi yok etseler ne olurdu?  Meseleyi mesele etmeyip üzerini mi kapatırdık, yoksa Vahhabinin ipliğini pazara çıkarıp bedel mi ödetirdik?

Sözün özü, Atatürk’ün fani bedeninin toprak altına girmesiyle birlikte aşınmaya ve ilkeleri sulandırılmaya başlayan Cumhuriyet 1950’ler ile birlikte rövanşist zihniyetin taarruzuna maruz kalmış ve özellikle son 20 senede kurucu değerlerinden ve rotasından tamamen uzaklaşarak şahsa münhasır tanımsız bir idareye dönüşmüştür.

1923 yılından bu yana 100 sene geçmiştir ama Cumhuriyet’in 100 yaşına ulaştığı dev bir soru işaretidir.

Bugün Cumhuriyet’in 100. Yılını kutlamamak için her bahaneye sığınılmaktadır ve şunu da tespit edelim AKP epey talihli bir organizasyondur.   Bir zamanlar içtikleri su ayrı gitmeyen The Cemaat ile dershane rantı üzerinden kapıştıktan sonra Pensilvanya’da yuvalanan alçakları önce Paralel Devlet sonra FETÖ olarak ilan ettiler.  Başkanlık sistemi yeterli kamuoyu desteğini alamamışken 15 Temmuz 2016 ihaneti birden ülkedeki iklimi değiştirdi. 15 Temmuz siyasette kartların yeniden karılmasına sebep olmuş ve Cumhur ittifakının temelleri atılmıştır.  Hemen ardından Nisan 2017 referandumu ve 9 Temmuz 2018’de ilk Cumhurbaşkanlığı kabinesi…

2019 yılında ekonomide alarm zilleri çalarken 2020 yılı başında Coronavirus mazereti yetişmiştir. Ekonomi toparlanamazken 6 Şubat depremi 100 milyar dolarlık zarar bütçesiyle yeni bir mazeret olmuş, yeni vergilerin de kapısını açmıştır.  29 Ekim 2023 kutlamak içlerinden gelmezken, Hamas’ın İsrail’deki sivillere saldırısı, karşılığında İsrail’in ölçüsüz devlet terörü ile Gazze’deki masumlara ölüm yağdırması ile yeni bir mazeret daha elde edilmiştir.

Fakat her türlü HAMAS’et ardında Cumhuriyetin nimetlerinden sonuna dek faydalanmış ama Devrimsiz Atatürk / Atatürksüz Cumhuriyet hedefine uygun çalıştığını hiç de gizleme ihtiyacı duymayan bir iktidar vardır. 

100 yıllık reklam arası da diyen çıkar mı acaba ???

Cumhuriyetçilik değil sandıkçılık, Milliyetçilik değil ümmetçilik, Laiklik değil İslamcılık, Devrimcilik değil emperyal hayalcilik, Halkçılık değil “biz ve onlar kamplaşması” artık geçer akçe olmuştur. Dahası 80 yılın ziyan edildiği ve tüm kazanımların son 20 yıldaki olağanüstü başarılara dayalı olduğunu iddia eden sahte, boş ama bir kısım seçmeni tavlayan anlatı söz konusu… Propaganda makinesi öyle büyük ki, başka bir ülkede ayıbın büyüğü olarak nitelenecek hikayeleştirme bizde seçim malzemesi oluyor.

https://www.yuzuncuyil.gov.tr/YirmiYil

Türk milletinin Cumhuriyet idealine ve kurucu değerlere ne kadar sahip çıktığı, dahası bunları ne kadar anlayıp içselleştirdiği ise ayrı bir tartışma konusudur. Kanımca -sarı saçlım mavi gözlüm- seviyesindeki basmakalıp Atatürkçülük de, sebebi belirsiz, boş ezbere ve fitneye dayalı Cumhuriyet karşıtlığı da aynı bilgisizlikten doğmaktadır.

Son sözü tarihin hep haklı çıkardığı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bir kez daha yanılmaması temennisiyle NUTUK’taki son sözlerine bırakalım.

Mustafa Kemal ATATÜRK askeri manevraları izlerken

“…Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk Milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türk’üm diyene!”

Diego Armando MARADONA

Arjantin için unutulmaz bir yıldı 1978. 

Tangonun ve futbolun din kadar yaygın olduğu ülke, ev sahipliği yaptığı Dünya Kupası finalinde total futbolun temsilcisi Hollanda’yı 3-1 yenerek halkına karnaval sevinci yaşatmıştı. 

Daniel Passarella kaptanlığındaki şampiyon kadronun yıldızları orta sahanın patronu Osvaldo Ardiles ve 10 numaralı formasıyla golcü Mario Kempes idi.

Buenos Aires sabaha kadar çılgınlar gibi eğlenirken bu satırların şeref misafiri ise o tarihte henüz 18 yaşındaydı ve Dünya Kupası kadrosunda kendine yer bulamamış genç bir futbolcuydu.

“Diego Armando MARADONA”

Genç Maradona efsaneleşeceği 10 numaralı Boca Juniors formasıyla

O Arjantin’in dünya futboluna en büyük armağanı…

Pele, Cruyff, Eusebio gibi yıldızlarla anılan ve çoğu zaman onların önüne konan bir superstar.  Futbolu bırakmasının ardından ülkesinde ve dünyada hep veliahtı aranan, Lionel Messi dışında kimsenin boş bıraktığı krallık tahtına yaklaşamadığı, sahada bıraktığı izler silinmez bir futbol virtüözü

Öte yandan zaafları, hataları, buhranları ile bir yarım kalmışlık ya da kırılganlık öyküsü… Duygusal, gözü kara, ağzı bozuk, dik kafalı, müptela, cömert, neşeli, eğlenceli ufak tefek bir adam…

Ben Maradona’yı “büyük sporcu olmakla yıldız futbolcu olmak arasında açılabilecek en geniş makas” olarak niteliyorum.

Maradona’yı anlatırken “tam bir profesyonel” diyemezsiniz. Çalışma disiplinine iman etmiş ilkeli bir sporcu da değil ama seyredenin aklını baştan alacak bir futbol sanatçısı.  Bir takımın, bir şehrin, bir ülkenin kaderini eline alacak ölçüde “winner

Diego’nun uzmanlığı olan futbol üç ihtimalli, bol seçenekli ve basit bir oyundur.  Seyirciler Eduardo Galeano’nun deyimiyle iyi futbola aç birer dilenci olarak stadyumları doldururlar.  İşte tekdüzelikten kaçan o tutkulu insanlar top ayağına geldiğinde ne yapacağını sadece Tanrı’nın ve onun bildiği Maradona’daki bilinmezliği ve sürpriz ihtimalini hep çok sevdiler.

Yalnız Güney Amerika değil dünya futbolunda özellikle Brezilya ile rekabet halindeki Arjantin’in sahip olduğu haksız rekabet unsuruydu. Onlara 1986 Meksika’da bir dünya kupası kazandırdı.  “Tanrı’nın eli” diye temize çekmeye çalıştığı gayrinizami gol İngilizleri deli etmişti, aynı maçta 60 metrelik muazzam slalom ile attığı gol ise asrın futbol gösterisiydi. 

Arjantin milli takım formasıyla MARADONA

Finalde Batı Almanya’yı 3-2 yenerek kupa uzandıklarında karşılarında Franz Beckenbauer yönetimindeki kadroda Schumacher, Briegel, Brehme, Foerster, Berthold, Augenthaler, Littbarski, Matthaus, Magath, Voeller, Rummenige, Klaus Allofs, Dieter Hoeness hepsi bir aradaydı.  Turnuva takımı Almanların o güne dek çıkardığı belki de en geniş kadroydu yenmişlerdi Maradona önderliğinde…

1986 Dünya Kupası Maradona’nın ellerinde

Bu küçük adam aynı zamanda İtalya’nın hor görülen kenti ve insanları için, züppe kuzeylilere hadlerini bildirme fırsatıydı. Napoli’ye kendi ülkesine katkısından bile daha fazlasını kazandırdı denebilir.  O nedenledir ki 1990’da İtalya’da düzenlenen Dünya Kupasında İtalya-Arjantin maçına ev sahipliği yapan Napoli kentinin sokaklarında insanlar onun adını haykırıyordu: DIEGO… DIEGO… DIEGO…

Maradona’nın Napoli’ye kazandırdıklarından biri de UEFA Kupası

Doğaüstü güçlere sahipmiş gibi top üzerinde hakimiyet kuran Diego, yeşil saha dışında kendi hayatında söz sahibi olamıyor, zaaflarına yeniliyordu.

Maradona ve masum keyiflerinden biri (CHE Guevara eşliğinde)

Yakın çevresinde onu iyiliğe yönlendirmeyen çıkarcılar bulunduğu çok açıktı.  Kadınlarla olan ilişkisi hayranı olduğu başka büyük bir yıldız George Best’i andırıyordu.  Uyuşturucu madde bağımlılığı hem kariyerini, hem şöhretini hem de sağlığını tehdit ederdi.

Arjantin futbolu üzerine konuşanlar arasında yakın dönemin popüler çekişmesiydi: “Maradona mı büyük Messi mi?”  Herkesin kendince seçim yapabileceği bu soruya şöyle mukabele edilmeli “Maradona eğer Messi kadar çalışsa ve onun gibi profesyonel yaşasa bu soru sorulabilir miydi?

Bir de tartışma var, “Maradona menfi bir örnekti, gençleri kötü etkiledi vs.”  Açıkçası ona özenip yasaklı madde kullanımına başlayan var mıdır bilmiyorum ama çocuklar ve gençler görmek istedikleri superstar MARADONA idealini her şeyin önüne koydukları düşüncesindeyim.  Dahası Diego’nun yaşadığı kriz ve çöküşler yetenekli tüm gençlere farklı açıdan bir ibret vesikası da olmuştur.  Kendini iyileştirmek için uzun tedavilere katlanması, her düştüğünde en baştan başlama azmi, başarısız sayılabilecek teknik adamlık kariyerinde çalıştığı hiçbir kulübü küçümsememesi onun içindeki direnen adamın göstergesiydi. Kaldı ki bir de şu var:

Kendi hayatınla ne yaptığını hiç umursamıyoruz. Önemli olan bizim hayatlarımızla ne yaptığın..

Yeşil sahaya odaklanırsak, 1980’lerde saf yetenek futbolda var olmaya yetiyordu, kısmen 1990’larda da karşılığı vardı ama 21.yüzyılda sporcu gibi yaşamak, çok çalışmak, atletik performans, profesyonellik, kişisel marka değeri, medya hakları, basın ilişkileri artık tozluktan, tekmelikten, kramponların çivisinden bile önemli…  Emek ve alın terinin gücünü en özlü biçimde Manchester United efsanesi Sir Alex Ferguson söylemiştir.

Çalışmayı sevmeyen yetenekler için futbolda gidecek yol kalmadığını söylüyor Sir ALEX

İngilizleri hariç tutarsak saf futbolseverin Maradona’ya kırgınlığı uyuşturucu madde kullanımı nedeniyle FIFA’dan aldığı bir dizi ceza ve özellikle 1994 Dünya Kupasında yer almaktan men edilmesi olur ancak.  1990 finalini kaybeden Maradona gözyaşlarına boğulmuştu ve finalin hemen sonrasında sporculuk düzenine aykırı hayatı ve kötü alışkanlıkları manşetleri süslüyordu. Yine de 1994 Dünya Kupasında ayva göbeği  ve düşen temposuyla 34 yaşındaki Maradona her türlü izletirdi kendini ve oyuna hükmetmek için her numarayı yapardı. Hatta keşke kendine çok çok iyi baksaydı, sırım gibi vücuduyla 1998 Dünya Kupasında boy gösterse ve 38 yaşına aldırmadan başka bir büyük maestro Zinédine Zidane ile sahada kapışsalardı. Olmadı.  Bize bunu çok gördü, kırgınız.

Langırt oynasalar bile izlenir!
10’ların rekabeti.. Soldan sağa Maradona – Messi – Ronaldinho – Zidane – HAGI

Bir dizi sağlık sorunu yaşayagelen yıpranmış bedeni şöhretin ve geçmişin yükünü daha fazla taşıyamadı ve 25 Kasım günü henüz 60 yaşında son nefesini verdi.  Bu yazı şu ana dek o ölmemiş gibi yazıldı çünkü Diego’nun efsanesi gerçekten ölümsüz.

Maradona’nın vakitsiz kaybının dünyayı saran pandemi dönemine denk gelmesi de ölümü kadar trajik bir talihsizliktir. Bu haftasonu dünyanın dört tarafındaki stadyumları dolduracak milyonlarca futbolsever ona saygısı gösterebilirdi, eminim o da böyle kalabalık bir veda isterdi.  Gerçi Gary Lineker gibi eski yıldızlar geçmişteki dişli rakiplerini saygıyla ve hayranlıkla yad etti.

Gary Lineker & Maradona

Yeni Zelanda – Arjantin rugby maçından önce Yeni Zelanda takımı üzerinde 10 numara ve Maradona ibarelerinin yer aldığı formalarını sahaya serip onu onurlandırdılar

Yeni Zelanda – Arjantin rugby maçı

Maradona’nın fani bedenini taşıyan tabutu halkın saygı geçişinde bulunması için başkent Buenos Aires’teki başkanlık sarayında katafalka kondu. Ülkede üç günlük yas ilan edildi.  Formasını giydiği Boca Juniors taraftarı anma törenlerinde en öndeydi.

İtalya’da Napoli halkı sokaklara döküldü, ateşlenen binlerce meşale ateş geceyi aydınlattı, Napoli belediye başkanının önerisiyle San Paolo stadyumunun ismi Maradona olarak değişti bile.  Keşke ülkemizde de böyle dünya çapında hayranları olan ikonik bir sporcu olsaydı değil mi, keşke?

Napoli’nin yüreği yanıyor, meşale dediğin nedir ki…

Maradona ve sihirli sol ayağı toprak altına konunca bitmez bu hikaye. Bakarsınız Belfast’ta doğup 25 Kasım 2005’te ölen George Best, Buenos Aires’te doğup 25 Kasım 2020’de bu dünyayı terk eden Diego Armando Maradona’yı alkışlarla karşılar.  25 Kasım 2016’da göçüp giden dostu Fidel Castro da purosunu yakar onları top oynarken izler belki, kim bilir…

2020 bizden iki büyük yıldızı (Kobe Bryant & Diego Maradona) aldı… Sevdiğiniz diğer büyük yıldızlara en iyi dileklerinizi ve dualarınızı gönderin, lanetli 2020’de onlara bir şey olmasın. 

Son sözü başladığımız yere götürelim. 1978 dünya şampiyonu Arjantin’in yıldızı Ardiles’in Maradona’nın ardından söyledikleri gerçeğin en yalın hali gibi..


Dentro de la cancha, era donde el era feliz. Jugando al futbol, era de otro mundo. – Futbol sahasında çok çok mutluydu. Top oynarken bu dünyadan değil gibiydi.

Kadere sözümüz geçmez ama emin olduğumuz şudur ki, çocuklar Maradona gibi topla oynamayı hep sevecek.

Tanrı’nın ellerindesin, eşsiz sol ayağın için teşekkür etmeyi unutma. adios amigo

Deprem ve manevi fay hatları

Türkiye’nin deprem ülkesi olduğunu bilmeyen kalmış mıdır? Hele 1999 Marmara depreminden sonra toplumdaki farkındalık daha da arttı. Bastığımız yerin kilometrelerce altında aktif ya da uyuyan faylar olduğunu, bunların muhtelif tür ve şiddette sarsıntıya sebep olabileceğini, birkaç saniyede hayatlarımızı yerle bir edebileceğini öğrendik.  Depremin değil gevşek zemine hatalı metot ve kusurlu malzemelerle yapılan binaların, başka bir deyişle işini bilen hırsızların(!) ve göz yuman yancılarının katil olduğunu biliyoruz.  Yer kabuğunun hiç şakası yok, Karaman dolaylarına taşınmıyorsanız kaçış da yok. Hepsini öğrenmiştik, tümünü biliyorduk ama hafıza yoksunluğu, yaşananlardan ders almama, “bize bişey olmaz” kafası bu ülkenin alâmet-i farikası…

17 Ağustos 1999

Kordon’da esen meltemini ayrı, dağlarında açan çiçeklerini ayrı sevdiğimiz güzel İzmir 30 Ekim 2020 saat 14:51’de şiddetle sarsıldı.  Merkez üssü Sisam adasının kuzeyinde, Seferihisar açıkları Ege denizinde olan sarsıntının büyüklüğü komşu Yunanistan’a göre 7,1, Avrupa’daki ölçümlere göre 7,0… Bizde Kandilli Rasathanesi 6,9 diyor, AFAD 6,6 dedi.  Dikilen ağaçları milyar milyar fazla, enflasyon verilerini tadında kararında, Corona virus teşhisi konan insanları biner biner az söyleyen zümre düşünülünce insan sormadan edemiyor kendine: Ölçümü etkileyen tüm verili koşullar dışında, “depremin büyüklüğü de siyasi bir mesele midir?” diye !..

Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle 73 yurttaşımızın hayatını kaybettiği İzmir’de en çok hasarı gören Bayraklı semtinde birkaç apartman yerle bir oldu. En kahredici tarafı, bu çöken binalardan bazıları hakkında kesinleşmiş “riskli yapı tespiti” mevcutmuş yani 6306 sayılı yasa gereği çok önce bu binaların tahliye edilerek kentsel dönüşüme girmesi gerekiyordu. İçlerinde daha önceki yer sarsıntılarında hafif hasar görüp “güçlendirme” geçirmiş olanlar da varmış.  Takviye işe yaramamış olmalı ki, yerle bir olmuşlar!  Daha korkunç iddia ise bazı binalarda taşıyıcı kolonların alan kazanmak için ya da ticari amaçlı kullanımlar için kesildiği, bunun adı da intihar oluyor elbette.

İnanılır gibi değil…

Yıkılan binalara 15-20 metre mesafedeki yapılar ayakta kalabiliyorsa bir kez daha şahitlik edelim ki, bir doğa olayı olan deprem değil hileli beton, eksik donatı, çürük bina öldürüyor.  Ülkenin altındaki fay kırıklarını yok edemeyeceğimize göre Türkiye’nin mega projesi kamu destekli, rantı gözetmeyen ve çok yoğun kentsel dönüşümdür. Üçüncü köprü, tünel, SİT alanlarına kondurulan lüks rezidans bolluğu ya da Kanal İstanbul fantezisi zinhar değildir.

Kentsel dönüşüm deyince İstanbul’da yaşayanların aklına sarı damperli hafriyat kamyonları ve Bağdat Caddesi’ndeki 40-50 senelik binaların yenilenmesi geliyor.  Ulusal risklere dönük hakiki kentsel dönüşüm ise örneğin Avcılar ya da Küçükçekmece’nin nüfus yoğunluğunu azaltmaktır.  İstanbul’un en riskli ilçeleri Fatih ya da Bahçelievler’de mukim orta gelirlileri ölüme terk etmemektir.  Okulları, hastaneleri, viyadükleri sağlamlaştırmaktır.

2019 yerel seçimlerinde AKP’nin adayı son başbakan Binali Yıldırım “İstanbul’un kentsel dönüşümünde başıboşluk var” diyordu.  1994’ten beri şehri yöneten siyasi akımın son temsilcisi olarak mesaj nereye, kimi eleştiriyor anlaşılamamıştı.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş seçildikten sonra yalnızca 2014 yılında Ankara ili dahilinde 30 imar planı değişikliği yapıldığını ve bu sayede 19 milyar TL tutarında rantın başka yerlere aktarıldığını söylemişti.

3 Ağustos 2018’de “her yer beton yığınlarıyla doldu” diye şikayet eden R.Tayyip Erdoğan ondan bir yıl önce 21 Ekim 2017’de İstanbul’a ihanet etmiş olmanın pişmanlığını dile getiriyordu.  Onu bu kötü yola İsmet İnönü itmiş olabilir miydi, onu hiç bilemeyeceğiz.

İstanbul’a aşık olan adam

Bir de zaman zaman hayret eden Abdullah Gül beyefendi var elbette:

İzmir’de yer sarsıntılarının hayrete şayan olmadığını, fay haritalarının bilindiğini hatta bu konuda İzmir Büyükşehir Belediyesinin kapsamlı bir planı olduğunu da ekleyelim.

http://www.izmir.bel.tr/izmirdeprem/

Kağıt üzerinde her şey planlı olsa da, panik her şeyin üzerine çıkıyor.  İzmir’de kent içi trafiğin kilitlenmesi, GSM hatlarında aşırı yüklenme ve iletişim problemleri yine yaşandı.  Fakat bazı sorular var ki hiç vakit kaybetmeden yüksek sesle sorulmalı ve sorumlular cevaplarını bulup kamuoyunu bilgilendirmeli:

– Yıkılan veya ağır hasar gören binaların kaçı imar barışından / imar aflarından faydalanmış?

– İnşaatları yapan müteahhitler ve bu inşaatları kamu yararı adına denetle(me)yenler sektöre ne kadar nüfuz etmiş, siyasi bağlantıları nedir?

– Eskiden bağ, bostan olan ve temelde sıvılaşma teşhisi konmuş arazide 8 katlı binalara imkan veren imar değişikliklerinin sebebi nedir?

– Binalar inşa edildikten sonra müstakil kat sahipleri ya da kiracılar tarafından yapılara kalıcı zarar verilip verilmediği nasıl araştırılacak?

– Sönen ocakların, yiten canların, yaralıların hesabı kimden sorulacak?

Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar… …” ile başlayan beylik cümleleri bırakalım ve bu soruların cevaplarına göre İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının harekete geçtiğini duyalım artık…

Bu tarz felaketlerden sonra devlet ricalinin incelemelerde bulunmak ve halkın derdini dinlemek için afet bölgesini ziyaret etmesi sıradan bir olaydır. Bu kez de ilk gidenlerden biri Bakan Bekir Pakdemirli bey oldu ama Cumhurbaşkanlığı kabinesinin en başarısız bakanlarından biri olan Bekir bey enkaz altında kalmış bir yurttaş ile onu kurtarmak için orada olan profesyonellerin arasına girdi, cep telefonu ile temas kurulan Buse’ye kendince mesajlar vermeye çalıştı.  Kameralar önünde PR çalışmasını çözdük de, tam o sırada enkaz altındaki Buse’nin telefonunun şarjı bitse ve nerede olduğuna dair ipucu elde edilemeden iletişim kesilse PR nereye varırdı acaba?

Bekir bey ve kameralar

İzmir’e giden diğer bakanlar da her cümleye “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla…” diye başladılar.  Zannedersiniz ki AKP genel başkanı talimat vermese İzmir depremini ana haber bültenlerinden izleyeceklerdi!?  Son derece çiğ bir öne çıkma, yaranma, göze girme yarışı içinde oldukları izlenimi güçlendikçe, atamayla geldikleri makamların da hızla anlamsızlaşmasına yol açıyorlar.  Tek kişinin ağzının içine bakan ve yalnız onun iradesine göre şekillenen Türk tipi başkanlık sisteminin çok kötü bir kurgu olduğunu saltanatın ilga edilmesinin 98. yılında yeniden idrak etmiş olduk mu? (1 Kasım 1922 – 1 Kasım 2020)

Elbette grizu patlamasından, sel baskınına dek iktidarın ihmaline yöneltilecek her türlü eleştiriyi ilahi & rahmani mazeretlerle savuşturmayı kendine misyon edinmiş Diyanet İşleri başkanı Ali Erbaş son noktayı koydu:  “Deprem kıyametin alıştırmasıdır”   

Kitle iletişiminde çok etkili isimler

Öyle zamanlar yaşıyoruz ki, öyle yapay ve samimiyetsiz tavırlara maruz kalıyoruz ki ve yine birileri nasılsa her şeyin birkaç haftada unutulacağına yüklü bahis oynamış gibi pervasız hareket ediyor ki 1 Kasım 1958’de kaybettiğimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın sözü geliyor akla:

“ Kalbi olanların dili yok, dili olanların kalbi yok “

Kalbi temiz tutmaktan başka, unutmamak / unutturmamak / soramayanların sesi & sorulamayanların dili olmaktan başka ne yapılabileceğini düşünürken Twitter’de harika bir mesaja denk geldim, bu yazının sonunu da öyle bağlamak isterim.

İNSANLARA MEZAR İNŞA EDEN MÜTEAHHİTLERİN DEĞİL KENDİ DERTLERİNİ KENARA BIRAKIP KURTARMAYA GİDEN MADENCİLERİN ÜLKESİNİ KURMAMIZ GEREK”  via @BSMTV_TR

Sarı baretli madenciler gönüllü olarak İzmir’e gelmişlerdi, en iyi bildikleri işi farklı şekilde yapmak için.

Onlar ki çalıştıkları yer altında bir yaşam odasının çok görüldüğü emekçilerdi.  Onlar ki maaşları ve kıdem tazminatları ödenmediği için haklarını ararken kolluk kuvvetlerinden biber gazı yiyenlerdi.

İnsanlara diri diri gömülecekleri mezarları parayla satıp köşeyi dönen müteahhitlerin izzet ikram gördüğü ülkede mi yaşamak istiyoruz yoksa emeklerinin karşılığını alamadıkları halde başkalarının hayatını kurtarmaya koşan onurlu madencilerin başı dik gezdiği ülkede mi?

Elazığ depreminde enkaz altında kalanlarla hem Türkçe hem Kürtçe gönül köprüsü kuran UMKE gönüllüsü Emine Kuştepe’nin rahat edeceği bir Türkiye, yine Elazığ depreminde bir anneyle kızını enkaz altından kurtaran JAK timinden Astsubay Zehra Yıldız’ın huzur içinde yaşayacağı bir Türkiye daha güzel olmaz mı?

Emine Kuştepe

16 yaşındaki İzmirli konservatuvar öğrencisi İnci’ye enkaz altındayken damar yolu açan, ona ne zamandır keman çaldığını sorarak rahatlatan UMKE görevlisi Eda Nur Doğan’ın İnci salimen çıkarıldıktan sonra “ona ulaşmak muhteşem bir şeydi, o artık benim kardeşim” diye ifade ettiği büyük insanlığa ortak olacağımız bir Türkiye mesela?

Eda Nur Doğan

Türkiye Mağaracılık Federasyonu üyesi Tahsin Kaymak daha önce hayat kurtardığı apartmanın enkazından peş peşe üç cansız beden çıkarınca mola verdi örneğin, çöktüğü yerde üç kişilik aile için gözyaşı döktü ve sonra işine döndü.  O içtenlik, o gayret, o dirayetin hakim olduğu bir Türkiye?

Tahsin Kaymak

Enkaz altında kalanları kurtarmak için yola düşen çilekeş madencilere,

İzmir depreminde varını yoğunu ortaya koyan AFAD, AKUT, JAK, UMKE, İHH ekiplerine,

İzmir itfaiyecilerine İstanbul’dan, Manisa’dan, Bursa’dan, Eskişehir’den, Balıkesir’den, Erzurum’dan memleketin dört bir yanından katılan kahraman itfaiyecilere,

Covid-19 yüzünden izin yapmadan, ailelerinin yüzünü görmeden insan üstü bir çabayla çalışırken hastanelere getirilen yaralıları hayatta tutmak için yine müthiş iş çıkaran fedakar doktorlarımıza / hemşirelerimize,

Ambulansları beklerken 7/24 adanmışlığın fotoğrafı

Polis memurlarına, insani yardım malzemesi dağıtanlara, seferber olan tüm insanlara,

Depremin ilk dakikalarından itibaren komşularını kurtarmak için çıplak elleriyle beton yığınlarına dalan yürekli İzmirlilere,

Hatta hayvan hakları yasasını bir türlü çıkarmayan ülkenin insanlarını teker teker bulup yerlerini göstererek arama kurtarma görevi yapan şahane can dostlarımıza,

Süper kahramanların da dinlenmeye ihtiyacı vardır

MİNNETTARIZ.  Onların ülkesini kurmalıyız, onların mutlu olacağı ve haklarının teminat altında olacağı Türkiye lazım hepimize…

Emeğiyle ayakta duran, onurlu, ahlaklı, fedakar insanların huzur içinde yaşayacağı, hakkı olanın haksızlık karşısında ezdirilmeyeceği bir ülkeye erişene dek son söz İzmir depreminde kaybettiğimiz Göztepe taraftarı Ali Çağın Kaygusuz kardeşimizin olsun.

Sen deprem olduktan üç dakika sonra para dileniyorsan, vatandaş da elbette 20 yıldır ödediği deprem vergisinin nereye gittiğini soracak. Sen de hesabını vereceksin” demiş 25 Ocak 2020’de…

Sahi ya, #DepremVergileriNerede

#SeninleyizHerYerdeyiz peki bilginin peşinde miyiz?

Geride bıraktığı 115 yılda sporun çok ötesine geçerek ülkenin en büyük global markalarından birine dönüşen GALATASARAY yeni iOS/Android mobil aplikasyonunu yakın zamanda erişime açtı.

Aslında “ilk” demek tam doğruyu yansıtmıyor, kulüp 2016’da da benzer bir mobil uygulamayı lanse etti ancak muhtelif sebeplerle sürdürülemedi ve başarısız oldu.

Galatasaray Spor Kulübü resmi mobil uygulaması yoğun ilgiyle karşılandı. Sarı-kırmızılı taraftarlar hem yeni bir mecra bulmanın heyecanı hem de kulüplerine maddi katkıda bulunma amacı ile mobil cihazlarına yüklediler.

Uygulama ücretsiz yükleniyor, bedeli mukabili üye olanlara ise başka yerde bulamayacakları “premium content” sunuyor. Aynı zamanda kulübün lisanslı ürünlerini satan perakende zinciri GS Store özelinde %10 indirim imkanı da tanınmış.

Mecraya özel anket ve yarışmalar, kulüpten ve spor branşlarından en güncel haberler gibi zengin bir içerik vaadi var.

https://www.youtube.com/watch?v=JJWz8xlLG5Y&feature=youtu.be
Lansman kısa film

Uygulamanın görsel çizgisi, üyelik sürecindeki sanal whatsapp sohbeti oldukça beğenildi. Kulübe ilk etapta hatırı saylır gelir getireceğine de şahsen şüphem yok. Devamlılık ise somut fayda, özgün içerik ve ilk olmak / tek olmak vaatlerindeki gerçeklik gibi parametrelere göre belirlenecektir.

Liverpool, Chelsea, Arsenal, Manchester City, ManUtd gibi Premier League kulüpleri başta olmak üzere pek çok spor organizasyonunun mobil aplikasyonlarındaki içeriklerin ideal karması oluşturulabilir, hedef kitleye uyarlanabilir. Temel ürün spor, yarışma ve sporcular olduğu için her türlü görsel, hareketli görüntü, oyunu anlamaya yönelik farklı istatistik, röportaj ilgi toplayacaktır.

Ödüllü yarışmalar, yasal izinler alınmak kaydıyla çekilişler, gamification fikrine dayalı uygulamalar, tüketici focus group fonksiyonu ifa edecek sondajlar, lokasyon bazlı yönlendirmeler, stadyum / salon içinde anlık oylamalar, bildirim yoluyla her türlü ileti-promosyon-uyarı… Sayılamayacak kadar çok imkan ve ihtimal var, hepsi de heyecan verici ama yazımızın konusu bu değil..

İŞİMİZ VERİ, GÜCÜMÜZ BİLGİ

Bir asır kadar önce petrol dünyadaki ticaret ve endüstrinin eksenini değiştiren emtia olmuştu.  2006’da ise Tesco Clubcard ödül programının mimarı da olan İngiliz matematikçi Clive Humby “DATA is the new OIL” cümlesiyle  21.yüzyıl ekonomilerinde beliren fikirlerin adını koydu. 

Bugün yeni petrolün DATA (veri) olduğu pek çok yerde kabul görüyor. Bir varil ham petrolün piyasa değeri belliyken, data tek başına para etmiyor. Tıpkı petrol gibi, data da işlendikçe farklı kullanım alanları buluyor ve değer kazanıyor.  Öte yandan verinin sayısız üstünlüğü de var.  Sınırlı bir kaynak değil, kendini yeniden üretiyor.  Fosil yakıtlar yanıp yok olurken, data her analiz edildiğinde yeniden yorumlanabiliyor. Eskiyor belki ama her an kullanılabilecek şekilde saklanıyor.  Saklamak için büyük rafinerilere de ihtiyaç yok, cebinizde taşıyabileceğiniz birkaç gigabyte bilgiyle hayatı değiştirmek mümkün.  Veri petrolün aksine çevreyi kirletmiyor hatta doğal yaşamı kurtarmak için bile bu amaca yönelik toplanacak verilere ihtiyaç var. Petrolün üreticileri sınırlı sayıdayken, bilgi her yerde üretiliyor ama ileri teknikler kullanarak işlemek ustalık ve birikim gerektiriyor. Veri petrolden daha değerli, sonsuz döngüsü ile güneş enerjisini andırıyor ama onu bir alanda yoğunlaştırıp nükleer güce dönüştürmek de mümkün…


Bakalım incelediğimiz uygulamada enerji kaynakları nasıl kullanılmış? Galatasaray’ın sunduğu yeni kanalda üye olan kişi adını soyadını belirtiyor. KVKK mevzuatı gereği zorluk yaratmaması adına TCKN kontrolü de yapılmıyor. Kişi e-mail adresini, MSISDN bilgisini (cep telefonu numarası) veriyor. Üyelik esnasında doğum tarihini ve cinsiyetini belirtiyor. Buradan sonra uygulama ekosisteminde (Google Play ya da Apple Store) 1 aylık, 6 aylık ya da yıllık üyelik gerçekleşiyor ve standart içerikten fazlasını vaat eden özgün “premium content” dünyasına adım atılıyor.

Toplanan veri ve ulaşılan bilgi düzeyi mobil uygulama için yeterli ama Galatasaray’ın kapasitesinin altında kalıyor, markanın birikmiş ihtiyaçlarını karşılama amacı da gütmüyor.

O mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler

Türkiye’de markalaşmış spor kulüpleri renklerine sevdalı insanların katkısıyla oluşan bilgi evreninden bihaber yaşıyorlar. Yüzbinlerce insanla karşılaşıyorlar, haberleşiyorlar, ister istemez veriye ulaşıyorlar ama sahip oldukları imkanın büyüklüğünü tam kavrayamıyorlar. Şairin deyişiyle, suda yüzüp deryanın azametini bilmeyen tuhaf balıklar misali… Global veri okyanusu ise zihin sınırlarını zorlayacak büyüklüğe ulaştı.

2017 verileri

Galatasaray’ın her bir ferdini, her bir tüketiciyi, her bir potansiyel müşterisini kendi evreninde doğru koordinata oturtacak bir sisteme ihtiyacı var. İdeali işaret eden tanımdan maksadım şu, insanların ya da belli özellikleri birbirine benzer insan gruplarının (customer segments) Galatasaray ile kurduğu maddi ve manevi ilişkiyi anlamaya, analiz etmeye, anlamlandırmaya ihtiyaç var.  Bu köklü aşk markası, sarı-kırmızı her kilide uyan bir anahtar vermeli sevenlerine ve her seferinde anahtarın kaç kere ve nasıl kullanıldığı izlemeli, peki acaba o anahtar bu incelediğimiz application olabilir m?

Birkaç basit örnekle konuyu açalım. Mesela uygulamaya üye olan kişinin sezonluk futbol ya da basketbol kombinesi var mı? Galatasaray Spor Kulübüne üye mi? Daha önce Galatasaray’ın herhangi bir markalı ürün ya da hizmetini kullanmış mı? Bu soruların cevapları ne işe yarar derseniz, kombine sahibi insanın stadyuma hangi yolla gidip geldiğini öğrenebilir ya da aldığı hizmet seviyesinden memnuniyetini ölçebilirsiniz. Galatasaray Spor Kulübü üyeleri bu uygulamayı henüz çok düşük bir penetrasyonla kullanıyorsa, küçük bir serzenişi iliştireceğiniz bir iç iletişimle onları uygulamayı mobil cihazlarına indirmeye davet edebilirsiniz. GS Bonus ya da GS Mobile hat kullanıp kullanmadığını anladığınızda bu ürünlerin potansiyelini harekete geçirecek adımlar atabilir ya da segmentin özelliğine göre çapraz satış olanakları kovalayabilirsiniz.

Mesela uygulamaya üye olan kişi nerede ikamet ediyor? İl, ilçe hatta büyük şehirlerde mahalle bilgisiyle edinilse… Elbette adres sabit değil değişken veridir ama güncellenebilir. Peki ya bugün aldığınız lokasyon bilgisi ne işe yarar? Elinizdeki satış analizleriyle yeni öğrendiğiniz adres bilgisi arasındaki korelasyonu incelersiniz ya da yeni bir perakende mağaza açacaksanız müşterinizin nerede yoğunlaştığını kestirmenize yarayabilir. Örneğin İstanbul’un Üsküdar (Altunizade, Barbaros, Selimiye, Valide-i Atik, Zeynep Kamil) ya da Kadıköy (Koşuyolu, Acıbadem) mahallelerinde oturanlara ulaşırsanız onları çok yakınlarındaki Burhan Felek Spor Salonu’ndaki voleybol maçlarına yönlendirmeyi deneyebilir, yeni ve sadık voleybol izleyicileri kazanabilirsiniz (anılan semtlerde 2019 nüfus verilerine göre 150.000’i aşkın insan yaşamaktadır ve ulaşacağınız 300 yeni voleybol seyircisi bile salondaki ambiyansı takımlarınız lehine değiştirebilir)

Acaba uygulamaya üye olan kişinin çocuğu var mı? Çocukların doğum tarihleri nedir? Bu soruların cevaplarına muttali olunsa, çocukların doğum günlerinde onlara GS Store mağazalarında yaşları kadar ekstra indirim sunabilir, 23 Nisan’da özel tasarlanmış virtual badge gönderebilir, spor okullarının tanıtımlarına davet edebilir ya da çocuk ürünleri ile ilgili olası sponsorlarınızla görüşürken masada “asset” olarak kullanabilirsiniz.

Acaba bu insanlar kulübün resmi kanalları dışında hangi mecralardan Galatasaray haberlerini ve yorumlarını takip ediyor? Kulüp yönetimi olarak önemsediğiniz bir TV kanalının ya da gazetenin taraftardaki ağırlığını ölçebilir ya da kulübün müktesep haklarına veya itibarına halel getirecek içerikleri sıkça üreten mecralarla nasıl uğraşmanız gerektiğine dair öngörü edinirsiniz.

Kullanıcı bu kadar veriyi neden versin, niçin birkaç dakikasını buna ayırsın?” sorusu sorulabilir. Uygulamada bir aylık üyelik 19,99 TL, ödeme yapmanın alternatifi istenen tüm bilgilerin verilmesi olabilir. Böylelikle fayda/maliyet konusunda çekincesi olanlar için de bir aylık free trial dönemi tanınmış olur. Yeri gelmişken, sanal alemde kredi kartı kullanmaktan geri duran insanlara nakit para gibi işlem yapabilen sanal kart opsiyonu da mutlaka izah edilmelidir.

Bunların yanı sıra kurumsal çözüm ortaklarınız ve sponsorlarınızla masaya oturup, onların merak ettiklerinden yola çıkarak ortak sorular oluşturabilirsiniz. Bu yolla elde edilecek data & profiling hem sponsorları mutlu edecek hem de karşılıklı beklentilerin olduğu bu ticari ilişkileri daha verimli hale getirecektir. Mevzuat ya da bireysel sözleşmelere aykırı olmamak kaydıyla ya da kullanıcılardan “açık rıza” alarak eldeki verileri, farklı veritabanlarıyla çarpıştırarak netice almak da mümkün.  Telefon numarası üzerinden GS Bonus datası ile birleştirip kesişim kümesinin harcama eğilimleri hakkında genel bilgi edinilebilir.  GSM servis sağlayıcılarla işbirliği yapılarak abone olunan cihazın teknik verileri ya da mobil browser ile en çok ziyaret edilen spor içerikleri analiz edilebilir.  Bunlar pek çok kısıtlama çerçevesinde çalışılacak hassas projelerdir ancak denenmesini kesinlikle öneririm.

Farzedelim Türkiye pazarına yeni girecek B2C bir marka ile yapmayı umduğunuz iş ortaklığını anlamlı hale getirecek datayı önceden kestirebilirseniz, müzakere masasında olası rakiplerinizin önüne geçebilirsiniz.

Eğer doğru verileri toplamışsanız kendinize bir hedef kitle (targeted segment) belirleyip uygulama kullanıcıları arasında o kitlenin yoğunluğunu araştırabilirsiniz.

Uygulama içinde reklam alanları oluşturacaksanız, reklam verenin beklentilerine göre veri toplayıp reklamın etkinliğini artırabilir, gelirinizi yükseltebilirsiniz. Doğru bir profilleme çalışması yaptıysanız, DCO (dynamic creative optimization) ile kişiselleştirilmiş reklam gösterme olanağı yakalarsınız.

Buradaki amaç kullanıcı deneyimini en üst düzeyde tutmak olmalıdır. Kendini tekrar eden, yerli yersiz bildirim gönderen, yeni bir şey sunmayan APP saklama kapasitesi 128 GB olan mobil cihazlarda bile barınamayacaktır. İnsanların kendilerini özel hissedeceği, pozitif anlamda şaşıracakları, Galatasaray evrenine bir giriş anahtarı (access point) olarak görecekleri ve kendilerini bir topluluğun (community) parçası hissedecekleri ortam ancak data ile mümkündür. Sanal ortam dışında in-app QR Code ile temassız yapabileceğiniz onca işlemi düşünün. Nesnelerin Interneti (IoT), makine öğrenmesi (machine learning), yapay zeka (AI) gibi olanaklar çeşitlendiğinde tek rakibiniz hayal gücünüz olabilir ancak… Elbette bu çalışmaların ahlaki boyutu, veri güvenliği ve kanun koyucunun sınırlamaları unutulmamak kaydıyla! Bilhassa veri elde ettiğiniz kişilerin itimadını boşa çıkarmamak, işbirliği yaptığınız kuruluşlarla karşılıklı güven paydasında buluşmak teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin önemini yitirmeyecek.

Topladığınız veriyi doğru analiz eder ve iyi tanımlanmış iş hedeflerine yönelik işleyebilirseniz customer insight elde edersiniz ki, kurum içindeki yaratıcı olanakları, global rekabet gücünüzü ve yeni işbirliği ihtimallerini arttırmış olursunuz. Hiss-i kablelvukû veya demode ezberden çıkıp somut bilgiye dayalı daha doğru kararlar alınması ve sporun özü olan insan faktörüne hak ettiği değerin verilmesi açısından organizasyonun kaçırmaması gereken bir fırsattır bu.

Big Data & Business Intelligence en önemli rekabet silahına dönüşebilir

Bu girişimin maliyetler üzerine de tesiri söz konusudur. Örneğin konvansiyonel TV yayıncılığı bütçede zarar kalemi ise, GSTV’yi internet, YouTube ve mobil uygulama üzerinden izlenir bir kanal olarak konumlamak mümkündür, dolayısıyla yeni mecranın başarısı genel yönetim giderlerinden ve televizyonculuk yatırımcılarından tasarruf da sağlayabilir. Mobil uygulama çok başarılı olursa, kayıtlı aktif kullanıcısı milyon barajını aşarsa genişleyebilir, yatırımcı ortak alabilir hatta Galatasaray Dijital A.Ş. BİST üzerinden halka açılabilir.

Kısaca incelediğimiz girişim açık denizde neşeli seyahat gibi, mutlaka yolcular olacak ve gelir elde edilecektir ama esas değer deniz tabanının altında. Uyuyan doğal kaynaklara ulaşmak için sondaj çalışmalarına vakit kaybetmeksizin başlanmalı. İlk yapılması gereken halihazırda eldeki verilerin ayıklanması, sınıflanması, konsolide edilmesi ve daha fazlası için doğru soruların hazırlanması olacaktır.

Galatasaray şüphesiz hem akla hem de duygulara seslenen bir aşk markası (lovemark), sevenlerinin gözünde rakibi / alternatifi yok. Bu büyük kitlenin eğilimleri, tercihleri, yarattığı ekonomi ve ürettiği veri göz önünde bulundurulursa şu an görünmez olan potansiyel kaynak çok büyük… Unutmayalım, dönemsel içerik bir kere kazandırır, zaman ve zemin sizden yanaysa çok da kazandırır ama veri gerçek dönüşümü sağlayabileceği müddetçe sürekli kazandırmaya muktedir…

Content kral, Context kraliçe peki ya engagement & conversion ?

Bereketli olacağını umduğum Galatasaray resmi mobil uygulamasına bol şans diliyorum, Galatasaraylılar telefonlarına / tabletlerine indirsin ve teknik problemlerden azade keyifle kullansın.

https://apps.apple.com/us/app/galatasaray-sk/id1072128137

https://play.google.com/store/apps/details?id=se.footballaddicts.pitch.galatasaray&hl=en

AYASOFYA’nın Gölgesinde Dünden Bugüne Siyaset

Byzantion, Nova Roma, Constantinopolis, Dersaadet, Konstantiniyye… İstanbul’a tarih boyunca verilmiş isimlerden bazıları… Arkeolojik buluntulara göre en az 8000 yıllık geçmişiyle bugüne ulaşan tarihi yarımada, insan yerleşimlerinin kesintisiz olarak süreklilik gösterdiği, birbirinin üzerine tabakalandığı ve günümüzde de megapol olarak yaşamın devam ettiği dünyadaki nadir kentlerden biri olma vasfını kazandırıyor İstanbul’a.

Bu kadim şehrin ayakta kalan en önemli şahidi ise bugünkü yazımızın konusu ve konuğu olan AYASOFYA ya da Hagia Sophia

AYASOFYA

Bugün gördüğümüz Ayasofya aynı yerde yapılmış üçüncü bazilika modeli kilisedir. Birinci Ayasofya M.S. 360 yılında açıldı, ahşap çatılı bazilika formunda bir kiliseydi. İlk ihya edildiğinde namı Megale Ekklesia (Büyük Kilise) idi. İlkinin yıkılmasından sonra 415 yılında İmparator II.Theodosius döneminde aynı yerde ikincisi inşa edildi.  M.S. 532 yılında Nika ayaklanmasında şehir tarumar olurken, çıkartılan bir yangında bu kilise de yok olmuştur. Otoritesine karşı çıkan ayaklanmayı bastıran İmparator Justinianus şehri yeniden imar ederken ihtişamın ve yüceliğin sembolü bir mabedi aynı yerde inşa ettirmeye karar verir.  İmparator’un aklında Tanrının kullarıyla buluştuğuna inanılan Kudüs’teki Süleyman tapınağını gölgede bırakacak devasa bir anıt yapı vardır.  Bu proje için iki mimar seçilir ve İmparator beklentisini onlara anlatır. Rivayet odur ki, her ikisi de imparatora hayalinin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu anlatırlar ama Justinianus tüm servetini bu işe harcayacağını, ne gerekirse tahsis edileceğini söyleyerek ısrar eder.  Bu mimarlar Miletoslu (Söke) Isidoros ile Tralleisli (Aydın) Anthemios’tur.  Tahmin edileceği üzere bu ikili sıradan mimarlar değildiler.  Sökeli Isidoros fizikçi, matematikçi ve antik çağın bilimsel eserlerinin derlenmesiyle uğraşırken, Aydınlı Anthemios geometri profesörü, mühendis ve matematikçiydi.   

Justinianus döneminde Hagia Sophia yan kesit çizimi

M.S. 532 yılında başlayan inşaatta on bin işçi, farklı uzmanlıklarda bine yakın usta çalıştı ve bu muhteşem eser yalnızca beş yıl sonra 27 Aralık 537 tarihinde büyük bir törenle açıldı.  Elbette muhteşem mozaikleri ve ince işçiliği daha sonra tamamlanmıştır.  7.500 m2 taban alanına sahip, 31,8 metre çapındaki oval kubbesi yerden tam 55,6 metre yükseklikte bazilika öyle muhteşemdi ki, yıllarca görenin hayretlere düştüğü kubbeyi dört melaikenin sırtladığına inandı insanlar.  Gerçekten de dört ana sütunda bugün bile orada duran altı kanatlı Serafim meleklerinin sureti bakanları karşılar. Açılışında İmparator Justinianus “ey Süleyman seni geçtim” diyerek bugün Kudüs’te yalnız duvarı kalmış (Ağlama Duvarı) Süleyman tapınağından daha görkemli bir eseri açtığını söyler.  Yıllar yılı kendisinden sonra tüm ibadethaneler ve mimari yapılar için örnek ve referans olan Ayasofya bu özelliğini 1000 yıl kadar korumuştur.  Ayasofya’dan esinlenen Mimar Sinan Süleymaniye ile meydan okumuş, Edirne’deki Selimiye Camii ile özellikle kubbe mimarisinde Ayasofya’ya denk bir şaheser ortaya koymuştur.

Böyle dev bir eserin bakımı ve korunması, zamana direnmesi ve ihtişamından ödün vermemesi pek çok çaba ve üstlenilen yüksek maliyetler sonucu olmuştur.  Çağının çok çok ötesinde bir mimari ve mühendislik eseri olan Ayasofya en fazla depremlerle sarsılmıştır.  İlk olarak 558 depreminde kubbe büyük ölçüde yıkılmış ve Isidoros’un aynı adı taşıyan mimar yeğeni tarafından yeniden biçimlendirilmiştir. 859 yılında yangın, 869 ve 989 yıllarında büyük depremlerle neredeyse kullanılamayacak hale gelse de  Ayasofya en karanlık dönemini 4.Haçlı Seferi esnasında yaşamış ve kilise 1204-1261 yılları arasında 57 yıl Latin istilasının hedefi olmuştur. Yapı ciddi anlamda zarar görmüş, pek çok noktası tahrip edilmiş, pek çok kıymetli eser Batı Avrupa’ya kaçırılmıştır. 1261 yılında Bizanslılar başkentlerini geri aldıklarında Ayasofya yeniden onarılmaya başlanır. 1317’de yapının doğu ve kuzey tarafına destek payandaları eklenir.  1346 yılında meydana gelen bir dizi depremde yine kubbede yarılmalar oluşur ve kapsamlı bir tamirat geçirir Ayasofya.

Değişen dünyaya ayak uyduramayan ve Osmanlılar tarafından çevrelenen Bizans, uzun bir kuşatma ertesinde Sultan II.Mehmet tarafından fethedildi.  Aslında Bizans siyasi bağımsızlığını ve Ortodoks aleminin merkezi olma hüviyetini daha önce yitirmiştir.  Tek başlarına ayakta kalamayacaklarını hesaplayan İmparator Ioannes VIII. Palaiologos 1439’de Ferrara-Floransa konsilinde Latin Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini kabul etmişti.  İmparator 1448’de ölünce yerine XI. Konstantinos geçti. Alınan karara rağmen kiliselerin birleşmesine muhalif olanlar giderek güçleniyordu, yeni imparator da Ortodoks mezhebinin kaderini Vatikan’a bırakmaya niyetli değildi ama Bizans destek almadan ayakta kalamazdı.  İdarenin omurgası, deneyimli devlet adamı Mesazon (Baş Nazır) Loukas Notaras ile de pek anlaşamayan Konstantinos’un bazı uygulamaları Papalık makamını öyle tahrik etti ki, Vatikan Yunan asıllı bir kardinali şehre gönderdi.  Silahlı muhafız birliği eşliğinde kente giren kardinal ile birlikte ayrılıkçı hareketler bastırıldı, Ortodoks mezhebinin bağımsızlığını savunan ayrılıkçıların lideri keşiş Gennadios ev hapsine alındı. İmparator istemeye istemeye kiliselerin birliğini 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da ilan etti.  Ortodoks patrikhanesinin merkezi Ayasofya’da Bizans’a boyun eğdiren Yunan asıllı Katolik kardinalin ismi de Ayasofya’nın ulu mimarıyla aynıydı: Isidoros! Kaderin garip bir cilvesi.

1451’de Osmanlı tahtına ikinci kez çıkan genç hünkar II. Mehmet başlangıçta mutedil bir politika izledi. Venedik’le barış yenilendi, Macarlarla üç yıllık bir ateşkes imzalandı, Bizans elçileri dostane bir tavırla kabul edildi ve iyi ağırlandı.  Bizans’la iyi geçinme ve denge politikalarından yana olan tecrübeli sadrazam Çandarlı Halil Paşa başta endişe duyduğu genç padişahtan memnundu.  1452’de II.Mehmet hayalini gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Kağıt üzerinde Bizans toprağı sayılan İstanbul’un Avrupa yakasında Boğazkesen’i (Rumelihisarı) askere aldığı inşaat işçilerine beş ayda inşa ettirdi.  Konstantinopolis’in denizden kuşatıldığına dair şüphe kalmamıştı. 25 Kasım 1452’de Karadeniz’den gelen bir Venedik gemisi top atışıyla batırıldı. Dahası esir alınan mürettebat idam edildi, geminin kaptanı ise kazığa oturtuldu. Mutedil genç padişah, FATİH olacağına dair çok sert bir mesaj göndermişti. İmparator Konstantinos hisar inşa edilirken şehrin erzak stoklarını azami seviyeye çıkardı, güçlü kuvvetli keşişler dahil mümkün olan en geniş savunma kuvvetini oluşturmaya çalışsa da 8.000 asker toplayabildi. 1453’te takriben yerli nüfusu 50 bin olan kentteki yabancılardan da 2.000 kadar kişi askere alındı. 29 Ocak 1453’te Cenovalı bir condottiore (paralı asker komutanı) Giovanni Giustiniai Longo 700 tecrübeli askerle şehre geldi ve Romanos kapısının (Topkapı) müdaafası onun birliğine verildi. Temin edilebilecek imkanlar bu kadardı ve her zamanki gibi surlar Konstantinopolis’in nihai güvencesiydi. 

FETİH SONRASI

Az farkla bittiği varsayılabilecek askeri mücadeleyi daha dirayetli, inatçı ve inançlı olan taraf kazanınca 29 Mayıs 1453’te Konstantinopolis düştü, şehir Fatih’ini yorgun ve bitik şekilde karşıladı. İki gün süren yağmanın ardından Sultan II.Mehmet düzeni sağladı ve şükür namazı kıldığı Ayasofya’nın artık cami olduğunu ilan etti. Şehirdeki insanların can ve mal güvenliğinin mesuliyetini üstlendiğini duyurarak başıbozuk hareketlere müsamaha göstermeyeceğini de belli etti.  Sanılanın aksine, bu fetihle İstanbul hemen başkent ilan edilmemiştir. Açıkçası Fatih fethettiği kentle ilgili net bir kararı olduğuna dair herhangi bir işaret vermemişti. Hatta Çandarlı Halil Paşa önderliğinde bir grubun şehre Osmanlı valisi sıfatıyla Mega Dük Loukas Notaras’ın atanması ve Konstantinopolis’e iç işlerinde bir tür özerklik verilmesini önerdiği de bilinir.  Bu fikirlerin devlet kademesindeki diğer cenahta yarattığı rahatsızlık vali adayı Notaras’ın idamıyla sonuçlanmıştır. Bu iki kanat kuşatma esnasında da birbirine zıt fikirler ileri sürmüştü. Dahası Notaras, kuşatma boyunca sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile haberleştiğini söyleyince Paşa da görevinden alınmış, sonra o da idam edilmiştir.  Çandarlı Halil Paşa’nın yerine, Rum kökenli Zağanos Paşa getirilmesinin devlet kademesinde devşirme kulların ağırlıkta olduğu dönemin başladığına işaret ettiğini söylemek yanlış olmaz. Fatih Sultan Mehmet Han gayrimüslim tebanın beklentisine uygun olarak öncelikle keşiş Gennadios’u patrik ilan etmiş ve kentin ikinci büyük mabedi olan Havariyun kilisesini yeni patrikhane olarak belirlemiştir. Şehrin harap durumunu görünce yapılacak çok iş olduğunu anlamış ve güvenlik amaçlı yıkılan surların onarımına, kamu düzeninin sağlanmasına ve temel ihtiyaçların karşılanmasına öncelik vermiştir ancak bilinenin aksine İstanbul’da kalmamış başkent Edirne’ye dönmüştür.

Fatih Sultan Mehmet 1455 sonbaharında İstanbul’a gelerek imar ve iskan çalışmalarının nasıl gittiğini bizzat incelemek istedi.  Bedesten ve kervansaray yapılmasını, ticaret merkezi olan Makros Embolos’un (Uzun Çarşı) yenilenmesini emretmiştir.  Latin istilasında hasar gören ve iki yüz yıldır ihmal edilen kentin su dağıtım sistemini onarmaya da girişmiştir ki, bu çok maliyetli bir projeydi.  1458 yılı ise Konstantiniyye için dönüm noktasıdır. Patrikhane olan Havariyun kilisesi çevresinde yaşayan müslüman yerleşimcilerin şikayeti artınca, Fatih Sultan Mehmet aklındaki planı uygulamaya koyar. Nekropol bölümünde eski Bizans imparatorlarının da gömülü olduğu Havariyun kilisesini yıktırır ve yerine kendi adını taşıyacak Fatih Camiinin projesine hız verir.  Patrikhaneye de Haliç sırtlarında yeni bir yer gösterir. Aynı dönemde Topkapı Sarayı (Saray-ı Cedid) için de yer seçilmiştir.  Sultan, devraldığı imparatorluğun Büyük Sarayının olduğu yeri değil, Bizans öncesi kentin Akropolis’ini seçer. Düşünecek olursak yarımadanın ucundaydı, savunması kolaydı, Haliç’e ve Boğaziçi’ne hakimdi, manzarası ömre bedeldi. Şahane bir seçim olduğunu biz de takdir etmiş olalım. Sultan Mehmet Han 1458/1459 kışının tamamını İstanbul’da geçirdi ve kentte ilk kez bu kadar uzun kalıyordu. Kentteki inşaat ve yerleşim faaliyetlerine bizzat nezaret etti. Mahmut Paşa, Hoca Paşa, İshak Paşa, Atik Ali Paşa Fatih’in imardan mesul vezirleriydi. Vazifeleri yeni yerleşimcilerle kenti şenlendirmek ve mamur etmekti. İstanbul müdavimleri kentimizde halen bu isimlerde semtler olduğu detayını gözden kaçırmayacaklardır. Fatih Sultan Mehmet Han artık İstanbul’u başkent yapmaya karar vermişti ve yeni kent onun emperyal vizyonunun bir nişanesi olacaktı.

Bu seçimin tarihi ve sembolik bir anlamı daha vardı.  İlk kez antik bir başkent bir islam devletinin merkezi oluyordu. Daha önceki yıllarda başka islam uygarlıkları tarafından fethedilen Şam, İskenderiye ya da Kartaca bu payeyi almamıştı. Genç sultanı cezbedenin ne olduğunu bizzat kendi seçimlerinden anlayabiliriz. Örneğin 1478’de Topkapı Sarayının Bab-ı Hümayun kapısındaki kitabede şu ifadeler yazılıydı:   “bu mübarek kale… iki karanın sultanı ve iki denizin hakanı, insanlar ve cinler üzerinde Allah’ın gölgesi, Doğuda ve Batıda Allah’ın yardımına kavuşan, su ve karanın kahramanı, Konstantiniyye kalesi fatihi Ebu’l-Feth (Fethin Babası)… … Sultan Mehmed Han’ın emriyle inşa edilmiştir” 

Bu tanımlama Osmanlı geleneğinin epey dışındaydı, muhtemelen babası Sultan II. Murat’ın aklına bile gelmezdi. Gazi devlet anlayışının mütevazı sultanları değil de, Doğu Roma’nın ya da Son Roma’nın müslüman imparatoru, Kayser-i Rum cümleleriydi bunlar. Genç sultan artık büyük bir hükümdar hatta gazabından çekinilen bir otokrata dönüşmüştü.  Hakkını teslim etmek gerekir ki, 1460 Mora ve 1461 Trabzon fetihleriyle Bizans tahtı ya da mirası üzerinde hak iddia edebilecek hiçbir güç de kalmamıştı.

Sultan II.Mehmet fethettiği ve şehir devletine dönüşmüş harabeyi değil AYASOFYA’nın yorgun ihtişamında gördüğü büyük imparatorluk mirasını istiyordu. Öyle ki yeni sarayının ikinci avlusuna Havariyun kilisesinden ve Pantokrator manastırından getirdiği mermer lahitleri, asıl yeri Ayasofya’nın hemen yanı olan İmparator Justiniaus’un at üstündeki heykelini ve daha pek çok erken dönem Bizans eserini yerleştirmişti.  Bu tercih hem zaferinin tadını çıkarmak hem de hayranlık duyduğu büyük bir uygarlığın izini sürmek olarak algılanabilir.  Sultan Mehmet aynı zamanda rölik (relic) koleksiyoneridir. Hz.İsa, Hz.Meryem ve havarilere ait eşya ve objeleri özenle biriktirir ve saklar. 1479/1480’de İstanbul’da bulunan ressam Gentile Bellini’ye bir Meryem Ana & Çocuk İsa resmi de ısmarlamıştır. İlyada, Anabasis, Historia, Geographia (Ptolemaios atlası) gibi eserleri okumuş, kendi diline çevirtmiş ve bu alanda yetkin Bizanslı ilim adamlarını yanından ayırmamıştır.  Kısacası burada tasvir edilen padişah 21. Yüzyıl Türkiye’sindeki siyasal islamcılarla anlaşabilecek bir profil değildir. Bizdeki çakma muhafazakarlar ile Fatih Sultan Mehmet’in aynı dinin mensupları olmak harici ortak noktaları olduğunu sanmıyorum.  Bugün vasatlık deryasında çırpınan din bezirganları, Sultan Mehmet’in manevi mirasına sahip çıkacak son kitle bile olamaz. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet Han yazımızın ana konusu olan AYASOFYA’yı da özenle korumuştur ancak vakfiye meselesinde atlanan bir konuyu da ekleyelim. Fatih Camii inşaatına 1463 yılında başlandığında, yeni külliyenin ihtiyaçlarına binaen Ayasofya’ya vakfedilen tüm mal ve mülk Fatih Camii’ne devredilmiştir.  Başka bir deyişle Ayasofya iktisadi ayrıcalığını kaybetmiş, vakıf kökenli gelirlerini yitirmiş ve iki numaraya düşmüştür.  Yeni caminin taç kitabesi üzerinde yazılı olanlar Fatih Sultan Mehmet’in kendi adını taşıyan bu yeni esere atfettiği önemi gösterir olsa gerek:

İlk günden Allah korkusu üzerine inşa edilen ve bütün iyilikleri üzerinde toplayan bu mescidin tamamlanmasına, yeryüzünü ilim ve irfanla dolduran bir emirle, Allah’ın Osmanoğullarından seçtiği ve mülkten hayır olanı açığa çıkartmak niyetiyle bu beldeyi kılıcıyla fetheden Yüce Hakan ve Büyük Sultan FATİH tarafından muvaffak olunmuştur… …  büyük çabalara rağmen sultanlar ve emirlerden çoğuna ve halifelerden bir kısmına buranın fethi müyesser olmadı

İlk günden Allah korkusu üzerine inşa edilmek” Ayasofya’da doğal olarak bulunamayacak olan kusursuz İslam mabedi kimliğine, “başkalarına müyesser olmadı” vurgusu ise başarılan işin büyüklüğüne işaret etmiyor mu?

15. YÜZYILDAN SONRA

Fatih Sultan Mehmet Han’ın vefatından sonra oğlu II.Bayezid hükümdar oldu. Babası gibi büyük bir hakan olmayan ama babasından daha gelenekçi ve dindar olan yeni padişah önce saray avlusundaki heykelleri kaldırtmış, rölik koleksiyonunu dağıtmış, babasının muhafaza ettiği Hipodrom meydanındaki bazı Roma sütunlarını yıktırmıştır. Ayasofya ise aynen muhafaza edilmeye devam edilmiştir. Bilhassa Kadir gecelerinde sultanların mutlaka Ayasofya’da namaz kılması geleneği başlamıştır. 1509 depremi (kıyamet-ı suğra) Fatih döneminde eklenen minareyi yıksa da, Ayasofya’da çok büyük hasar yaratmaz. Kanuni Sultan Süleyman döneminde tarih sahnesine çıkan büyük deha, cennet mekan Mimar SİNAN Ayasofya’nın bugünlere ulaşmasında önemli rol üstlenmiş ve yapıya eklettiği yeni payandalar hayranlık duyduğu Ayasofya’yı ayakta tutmuştur.  Batı tarafına iki minare daha ekleyerek bugünkü dört minareli Ayasofya silueti Sinan ile ortaya çıkar. III.Murat camiye biri müezzin mahfili olmak üzere dört mahfil yaptırmıştır. Uzaktan bakıldığında minareleri olan bazilikayı andıran Ayasofya’nın büyük bir külliye haline gelmesi ise Sultan I.Mahmut dönemiyle başlar.  Bugün de ayakta olan avludaki de şadırvan I.Mahmut dönemi eseridir.  Sıbyan mektebi, imarethane ve 4.000 civarı kitabı bizzat bağışlayarak ihya ettiği kütüphaneyi de o ekler.  Ufak tefek onarımlar görerek 19. Yüzyıla ulaşan Ayasofya’ya en büyük dokunuş ise Sultan Abdülmecid dönemindedir. İtalyan asıllı İsviçreli Fossati kardeşlere çok kapsamlı bir restorasyon projesi ihale edilir. Gaspare ve Guiseppe Fossati kardeşler 800 işçiyle giriştikleri ve tam 11 sene süren restorasyonda Ayasofya adeta yeniden hayat bulur. Fresk, rölyef, ikona, mozaik ne varsa elden geçirilir. Bazıları özenle gizlendikleri ince kireç sıvanın altında ilk kez keşfedilip gün ışığına çıkarılır. Serafim meleklerinin siluetleri özel çinko kapaklarla kapatılır. Kazasker Mustafa İzzet Efendi eseri 8 adet dev hat levha eklenir ve kubbeye Kur’an-ı Kerim’den Nûr suresi 35.ayet nakşedilir.

Muhteşem kubbesi ve olağanüstü hat işçiliğiyle Ayasofya

Binanın sağlamlaştırılması için tüm taşıyıcı unsurlar da elde geçirilir. Ayasofya’nın dış yüzeyi iklim şartlarına daha dayanıklı olması maksadıyla ilk kez boyanır. Yapının özellikleri ilk kez belgelendirilir ve sistematik bir düzenle arşivlenir.  Bu kapsamlı onarımdan sonra 1894 depremi olmuş ve kısmen hasar gören Ayasofya bu kez İtalyan mimar D’Aronco tarafından tetkik edilmiş ve bazı endişeler ve tavsiyeler yine kayda geçmiştir.

İSTANBUL’UN İŞGALİ, KURTULUŞ ve CUMHURİYET DÖNEMİ

Osmanlı İmparatorluğunun bilhassa son 50 yılı büyük acılar, yıkımlar ve karmaşa içinde geçer. Mondros mütarekesi ve Sevr anlaşması ile imparatorluk fiilen son bulur ve 1453’te fethedilen kent yabancı ordular tarafından 1918 sonunda işgal edilir.  Kentin caddelerinde İngiliz, Fransız askerleri dolaşmaktadır, tüm kilit noktalara işgal kuvvetleri yerleşmektedir. Kuklaya dönüşen hükümetin karşı duracak takati ve izzeti kalmamıştır.  Ayasofya’nın kontrolünü almak isteyen yabancı güçlere, mabedi koruyan bir bölük Osmanlı askeri ve başlarındaki onurlu kumandan Ayasofya’nın teslim edilmeyeceğini ancak cebren hücum edildiği takdirde sütunlara sarılan dinamitlerin patlatılarak 1400 senelik yapının başlarına yıkılacağı söylenir.  Gerçekten de namluları dışarıya çevrili iki mitralyöze ek olarak, içeride böyle bir tertibat vardır.  Ayasofya’yı düşmana teslim etmektense, yok etmek evla görülmüştür.

Milli Mücadele başarıya ulaşınca nihayet İstanbul da 6 Ekim 1923’te düşman işgalinden kurtulur. Cumhuriyet hükümeti tüm yurtta olduğu gibi İstanbul’da hasar tespit çalışmalarından sonra neler yapılabileceğinin planlarına başlamıştır.  Milli mücadelenin önderi, kurucu lider ve ilk cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal 1929 senesinde Ayasofya’yı ziyaret eder ve gördükleri karşısında pek müteessir olur.

1920’lerin başında Ayasofya’nın neye benzediğini hayal etmek için…

Ayasofya’nın etrafında düzensiz metruk evler vardır.  Avlu parsellenmiş ve açık hava kıraathanesi olarak kullanılmaktadır.  Minarenin altında dükkanlar ve tezgahlar peydah olmuştur. Yapının dışında dökülmeler başlamış, kuş pislikleri senelerdir temizlenmemiş, etrafı ot bürümüştür. Temizlikten eser yoktur, mekan uhrevi azametinden tamamen uzaklaşmıştır.  Bunun üzerine Ayasofya’nın nasıl ihya edileceğine dönük fikirler ortaya çıkar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen Ayasofya’nın sınırlı sayıda Bizans eserinin de sergileneceği bir müzeye ve kültür merkezine dönüşmesini önerir. Tüm uygunsuz yapılar ya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yıktırılacak ya da devlet tarafından istimlak edilecektir. Yapı tamamen temizlenecek ve çevre düzenlemesi ile meydanın öne çıkan eseri olarak konumlanacaktır.  1931 yılında Boston’daki Bizans Enstitüsünden Prof. Thomas Whittemore antik eser ve mozaiklerin tespit ve restorasyonu için İstanbul’a davet edilmiştir. Verilen izinler sonucu detaylı çalışmaların 1947’de tamamlandığını da hatırlatalım. Müze kararı Ayasofya’nın sürdürülebilir ve şanına yakışır halde tutulması, yeni bir işlev kazanması, Cumhuriyet’in yeni toplum ve kültür anlayışında bir kilometre taşı olması namına Bakanlar Kurulu tarafından alınmıştır.  24/11/1934 tarihli kararda onay mercii olan Atatürk’ün imzasının sahte olduğuna dair deli saçması iddialara gelince, 1 Şubat 1935’te müze olarak hizmete açılan Ayasofya Müzesini Atatürk 6 Şubat 1935’te gezdiğini bir gün sonra yayınlanan gazetelerden okuyabiliyoruz. Herhalde “yahu burası cami değil miydi, benden habersiz müzeye çevirmişsiniz” dememiştir?  Kandırılmış makbul yönetici miti ya da “kendisi iyi ama çevresi kötü” lafları bugünlerin icadıdır, o dönemlerin değil!

Müzeye çevirme kararının arkasında Bulgaristan’da düzenlenmiş Bizans Âsarı Kongresinde Türk heyetinin söz vermesi, 1948’te Patrik seçilecek Athanegoras’ın 1932’de Atatürk’le tanışarak onu ikna etmesi, ABD’den restorasyon bütçesinin hibe edilmesine karşılık Washington’a taahhütte bulunulması gibi belgeye dayanmayan ve ispatlanamayan iddialar ileri sürülmüştür.

Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi aslında ümmetten millete, saltanattan cumhuriyete uzanan yolda global bir “özgüven” gösterisi olarak da kabul edilebilir. Kılıç hakkı ve fetih sembolü olarak camiye dönüştürülen büyük kilisenin, 20.yüzyılda tartışmasız biçimde Türk toprağı olan İstanbul’da inançların kesişim noktası ve insanlığın ortak medeniyet eseri olarak sergilenmesi ve “kentlerin ecesi” İstanbul’u kaptıranlara “gelin, gönül rahatlığıyla gezin, ne kaybettiğinizi görün” mesajı gibidir.  Kaldı ki Topkapı Sarayı, Mevlana türbe ve dergahı, Hacı Bektaş Veli türbesi de aynı dönemde benzer maksatlarla müzeye dönüştürülmüştür.  Ortak özellikleri korunmaya muhtaç emsalsiz eserler olmalarıdır.  Mutlaka iç kamuoyuna verilmek istenen mesajlar da vardır. Dine, hurafeye ve bir aileden gelen soya dayanmayan yepyeni bir yönetim biçiminin, bambaşka bir çağın başladığına dair işaretler olarak da okunabilir.

Derûnuna aşina olunması icap eden şehir ve Ayasofya 

Bugün Ayasofya 1500 yıllık bir yapı olmakla birlikte, içine girdiğinizde zaman yolculuğu başlar ve hatta milattan önceki çağlara kadar varabilirsiniz.  Ayasofya yapı malzemeleri Hıristyanlık öncesi Apollon, Artemis, Zeus pagan tapınaklarından gelmiştir. M.Ö 2.yüzyıldan kalma çift kanatlı ve bronz kaplı bir kapı Tarsus’taki bir tapınaktan sökülüp getirilmiştir. Helenistik dönemden yekpare küpler M.Ö 4. Yüzyıla tarihlenir, Bergama’dan getirilmiştir. Mermer sütunların kimi Efes’ten, kimi Lübnan Baalbek’ten getirilmiştir.   Yerebatan sarnıcına eklenen meşhur Medusa sütunları gibi düşünebiliriz. Osmanlı döneminde de eşyalar eklenmiştir. Örneğin iki dev şamdan Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki Budin seferinde katedralden alınıp getirilmiştir.

Ayasofya aynı zamanda Forum meydanının da adıdır ama meydandaki Büyük Saray, Senato binası ve Hipodrom’dan eser kalmamış yalnızca Ayasofya bugüne gelmiştir.  Dünyanın özelliklerini büyük ölçüde muhafaza ederek ayakta kalan en eski simge binasıdır adeta tılsımlı yapısıdır Ayasofya. Elbette İstanbul’da daha eskiye tarihlenen Bozdoğan su kemeri gibi Bizans eserleri hatta daha eski kilise dahi vardır. Stoudios Manastırı (İmrahor İlyas Bey camii) ve Sünbüli dergahı.. 461 yılında inşa edilmiştir, pek az kısmı günümüze ulaşmış zemin mozaikleri ile ayrışır ancak ne yazık ki kullanılamayacak halde harap olmuştur.

Ayasofya’nın komşusu Aya İrini akla gelecektir ama Aya İrini hiçbir zaman camiye dönüşmemiş Bizans kilisesidir. Topkapı Sarayı birinci avluda kaldığı için güvenlik nedeniyle kapalı tutulmuş ve cemaat ile buluşup kalabalıklara ev sahipliği yapması istenmemiştir. İçine asla dokunulmamış olup Osmanlı’nın ilk müzesi olmuştur. Tanzimat sonrası ilk kez Fethi Ahmet Paşa döneminde askeri müze ve âsar-ı atika müzesi olarak kullanılmıştır.

İstanbul’da bugün 85 Rum Ortodoks kilisesi vardır bunlardan yalnız biri Bizans döneminden bugüne kalmış ve halen az da olsa cemaati olan gayrimüslim ibadethanedir. Balat’taki Moğolların Meryemi kilisesi! Tüm kubbeli kiliseler camiye tahvil edilmişken Fatih Sultan Mehmet’in fermanı ile muhafaza altına alınmıştır çünkü Fatih Camii’nin mimarı olan Atik Sinan’ın annesi Bayan Christodoulos’a bağışlanmıştır.  Bugün İstanbul’da Bizans döneminden kalan ama sonradan camiye dönüştürülmüş 16 kilise ayakta duruyor, iç yapı unsurlarının da olabildiğince korunduğu söylenebilir.

Moğolların Meryemi Kilisesi – Kanlı Kilise (Balat)

Mimar Atik Sinan’dan bahsetmişken kendisi Atik ön adı taşıyan herkes gibi köle iken hürriyetini kazanıp müslüman olan Rum asıllı biridir. Hünkarın büyük önem atfettiği Fatih Camii inşasını 1463-1470 yılları arasında yönetmiştir. İnşaatın bitmesine çok az süre kala Atik Sinan hapse atılır. Bir rivayete göre bitmekte olan caminin asla Ayasofya ile yarışamayacağını gören Sultan öfkelenmiş ve onu hapsetmiştir. İkinci rivayete göre Anadolu vilayetlerine İstanbul’un imarı için ağır vergiler salınmışken, kent dışından getirilen ustalara angarya yüklenirken harcanan her kuruşun hesabı sorulmuş, tahsisattan artan her kuruşun Hazineye devri talep edilmiştir. Atik Sinan’ın elleri kesildiğine göre kendisine emanet edilen paranın hesabını verememekle suçlanmış olabilir. Mimar Atik Sinan 1471’de hapiste ölmüş daha doğrusu öldürülmüştür. Evliya Çelebi risalelerinde Atik Sinan’ın Sultanı kadıya şikayet ettiği ve mahkemenin mimarı haklı bulduğu yazılıdır. Evliya Çelebi’nin Ayasofya ile diğer bağlantısı nedir, kendisi Ayasofya’nın türbedarıdır.  Mimarının hazin sonuna sebep olan Fatih Camii 1766 depreminde yerle bir olur. Sultan III. Ahmet bugünkü haliyle yeniden yaptırır.

Fatih Camii

Ayasofya Bizans imparatorlarının taç giydiği ve Patrik tarafından kutsandığı mekandı. Osmanlı padişahlarında ise kılıç kuşanma geleneği vardır, bunun için aynı mekan kullanılmamıştır ama Ayasofya her zaman özel ritüelleri olan protokol camii, (ceremonial) amaçlara korunan mekan vasfını sürdürmüştür. Örnek vermek gerekirse, Ayasofya’nın üç imam kadrosu vardır ve İstanbul camileri arasındaki imam hiyerarşisinde her zaman 1 numara olmuşlardır.  Ayasofya imamı olmak ayrıcalıktır, pek çok üstün özelliği aynı anda barındırmak gerekir.  Ayasofya’nın bir Kürsü Şeyhi vardır, başka camilerde bulunmaz.  Saray yönetiminin adamı, siyasi meselelerde kitleleri sürükleyen isim olarak konumlanan Kürsü Şeyhi, Bizans döneminde Ayasofya’da mukim Megas Rhetor (Büyük Hatip) geleneğinin devamını andırır.  Bugün tüyleri kıbleye doğru buharla yatırılan makina halısı ile gündeme gelen Ayasofya’nın asıl geleneği bambaşkadır.  Zemine serilen hasır Manyas’tan gelirdi, neme dayanıklı doğal bir malzemedir.  Halılar Uşak’tan gelirdi ve daima Ayasofya’nın renk paletine uygun estetik kreasyonlar tercih edilirdi.  Elbette bu incelikler kültür ve vukufiyet gerektirir, şimdiki kadrolarda pek bulunmayacak bir derinliktir.

Osmanlı döneminde Ayasofya

Tam yeri gelmişken, 2006-2012 yılları arasında müze başkanlığını yaptığı Ayasofya’yı son dönemde en iyi anlayan, anlatan ve entelektüel derinliği ile dönemin bürokratlardan net olarak ayrılan Kültür Bakanı yardımcısı, tarihçi Prof.Dr. A.Haluk Dursun’u rahmetle analım.  Kendisini “Ayasofya’nın bekçisi ve hadimi” olarak tanımlayan Haluk hoca’nın engin bilgisi ve estetik anlayışının eksikliğini maalesef en çok hissetmemiz gereken günlerdeyiz.

Ayasofya geleneklerine dönersek, Padişah namaza geldiğinde onun ve maiyetinin yer aldığı safın önüne kesme güller yerleştirilirdi. Bu kokulu yağ gülleri de Ayasofya’nın bahçesinde özenle yetiştirilirdi.  Minarelerinden ezan okunan ve 1991’den beri namaz kılınan Ayasofya Hünkar kasrı Osmanlı döneminde Topkapı sarayından çıkan padişahların Ayasofya’ya giriş kapısıydı aynı zamanda… Padişah bir süre kasırda dinlenir, kendisine çiçek takdim edilir, meyve ikram edilir ve Kasırdaki kapıdan cemaatin bulunduğu yere geçerdi.

Ayasofya şehrin çekim merkeziydi. En fazla bebek Ayasofya avlusuna bırakılır, en yoğun dilenci popülasyonu Ayasofya önünde olurdu.  Ayasofya’nın kedileri de meşhurdur, muhtemelen ataları Paleologos sülalesi dönemini görmüş soylu kedilerdir. Bugün müdavim Gli’ye yerli ve milli isim arayan aklıevveller bilir mi, sanmam.

Haşmetli Gli Paleologos 🙂

Bugün Ayasofya’ya girerken sergilenen buluntular arasında üzerinde kuzu motifleri olan taşlar vardır.  Cumhuriyet döneminde yapılan kazılarda ortaya çıkarılmış ve II.Ayasofya’nın temel kalıntılarından kalmadır. Kuzular neyin nesi derseniz, İncil’deki anlatımıyla Hıristiyan dualarında sıkça yer alan Agnus Dei (Tanrının kuzusu) figürüdür.

Ayasofya’da pek çok paha biçilmez mozaik var ama iki tanesinden bahsedelim.  İmparator Kapısı girişinde bulunan LEON mozaiğinde İmparator 6.Leon Hz. İsa’dan af dilerken tasvir edilir. Bu mozaikte Hz. İsa’nın elindeki metinde şu yazar: “Ben dünyanın nuruyum, barış sizinle olsun”  Ayasofya’nın kubbesine nakşedilen Nûr suresinin 35.ayetinin meali neydi? “Allah göklerin ve yerin nurudur….”  Bu mozaiğe bir cevap mıdır yoksa inanç sistemleri arasındaki benzerliğe saygı mıdır, bilinmez ama Ayasofya böyle inceliklerin mabedidir.  Keşke bugün Nûr suresinde anlatılan zeytin ağacı Ayasofya bahçesine dikilse, biliyorum Hilafet hevesleri coşan yeşil sarıklı amcalar sabahtan Sultanahmet meydanını doldurmuşken 2020 kadrolarından beklenmeyecek bir incelik..

Diğer mozaik ise güney holünde yer alan SUNU mozaiği.. Bu tasvirde Meryem Ana değerli taşlarla süslü bir tahtta oturmaktadır, kucağında çocuk İsa görülür. Tahtın sağında İstanbul’un kurucusu İmparator Konstantinos, Konstantinopolis’i; solda ise Ayasofya’nın kurucusu İmparator Justinianus, Ayasofya Katedrali’ni Hz Meryem’e sunarken görülüyor. Burada başarılar ilahi kimliklere adanmıştır, anlamı “şehir de, halk da inanç da senindir; her şey senin uğruna”dır. Hz. Meryem’in üstünde ise hiçbir zaman giymediği 10.yüzyıl motifleri taşıyan Roma elbisesi vardır.

Osmanlı Devleti döneminde yapılan tek mozaik süsleme, Ayasofya’daki en kapsamlı ve modern restorasyonu yaptıran Sultan Abdülmecid’in tuğrasıdır. Dış narteks ana giriş kapısında yer alan oval biçimdeki tuğra mozaiği, yere dökülen orijinal altın mozaik parçalarından yapılmıştır. Aslında Ayasofya’nın hayranı olan Sultan Abdülmecid kendi tasvirinin yapılmasını ister. Fakat dönemin din adamları böylesi bir ibadethanede bunun uygun olmayacağını söyleyince o da tuğrasının yaptırılmasını ister.

Abdülmecid’in tuğrası

Kıtaların birleştiği, medeniyetlerin kesiştiği İstanbul’da yok olan ya da henüz gün ışığına çıkarılamamış Bizans eserlerinden bahsederken, daha sonraki Osmanlı döneminden de çok kaybımız olduğunun altını çizmeliyiz. Aslında bu şehrin topografyası tamamen değişmiştir. Deniz surlarının bugün kıyıya mesafesine bakılarak anlaşılacak biçimde önü doldurulmuştur. Pek çok yerde kot farkı oluşmuştur. Nüfus yoğunluğu, bilinçsiz kentleşme, yol yapmak / bulvar açmak gibi gerekçelerle yapılan kıyımlar şehri örselemiştir. Tarihi eserlerini ve onun altındaki izleri bir türlü gözler önüne seremez İstanbul… Mesela Tophane diye bir meydanı vardı İstanbul’un. Bugün de ayakta olan Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Tophane-i Amire, Nusretiye Camii, Tophane Meydan Çeşmesi, Tophane Kasrı beşgeninde enfes bir meydan olabilecekken bugün keşmekeş halindedir, aktif şantiyelere ev sahipliği yapmaktadır. 

Tophane meydanını gösteren bir gravür

AKP ve Ayasofya 2020

Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi Türkiye’deki muhafazakar kitlenin tepkisini çekmişti. Makaleler, şiirler, ateşli konuşmalarda belli bir ilgi grubuna yeniden cemaat ile buluşacağı o büyük günün hasreti anlatılmıştır. Ezanın aslına döndürülmesi konusunda hızlı ve cesur bir adım atan DP iktidarından başlayarak tüm sağ iktidarlardan, seçmenlerinin bir kısmı Ayasofya’nın Osmanlı dönemindeki vasfına kavuşturulmasını talep etmiştir.  Bu konudaki tartışmalarda zaman zaman tansiyon yükselse de genelde bu yıla dek kitlesel nitelik kazanamamıştır. Yine de Ayasofya siyasal islamın romantik kızıl elmasıydı.

Siyasal islamın 2017 referandumu öncesi sevimli bir organizasyonu

Ayasofya ile ilgili son hukuki karar 2018 yılında Anayasa mahkemesine aitti ve bir derneğin başvurusunu reddetti.  

Peki defalarca Ayasofya konusundaki başvuruları reddedilmişken ve 2020 yılındaki son davada Danıştay savcısı 1934 tarihli Bakanlar kurulu kararının yasal, imzaların gerçek olduğunu ve konu hakkında karar merciinin yürütme erki yani Cumhurbaşkanlığı olduğunu söyleyip davanın reddedilmesi yönünde görüş bildirmişken Ayasofya kararı niye Danıştay eliyle alındı? Karardan sonra olup biteni izleyip gerekirse geri adım atabilmek ve bunu yargı erkine ihale etme şansı var ama esas konu Danıştay kararı, cumhuriyet döneminde çıkarılan kanunları ve alınan kararları “hukuki denetim” kisvesinde “siyaseten” tasfiye kapısını da açıyor.

Bir de Milli Egemenlik iddiası var. Yargı, egemenliği sınırlama, yürütmenin faaliyetlerini denetleme işlevini görebilir fakat egemenin yerine geçemez. Hele bugünkü iktidarın kendi döneminde yasalaşan konularda bile hukuku  hiçe sayan iş ve eylemlerine uzaktan bakan yargı erkinin, fiilen yok olmuş ve hukuken tasfiye edilerek malı-mülkü millete devredilmiş Osmanlı ailesinin kararlarını hukuki gerekçeler yaratarak yeniden yürürlüğe sokma girişimindeki garabet komik tekerlemelere benziyor.  Hukuk-guguk falan derken yıl olmuş 2020!

Fetheden egemen Sultan II.Mehmet şahsi iradesiyle ve kılıcının kudretiyle; düşman işgalinden memleketi kurtaran Mustafa Kemal Paşa hükümetinin kararı ve kurucu lider anlayışıyla bu egemenlik hakkını kullanmıştır. Biri koruyucusu kalmamış kiliseyi camiye çevirmiştir, öteki kaderine terk edilmiş camiyi müzeye.. Dilediği takdirde tek yetkili, süper etkili, sonsuz iktidarın sahibi R.Tayyip Erdoğan da dilediği dönüşümü yapabilirdi ama o manevra alanı bulmak için yargı kartını oynamayı seçti.

Ayasofya önünde TOMA – Büyük açılış için hummalı çalışma 21/07/2020

Atatürk’ün imzası ve 1934 kabinesi hedef alınmış olsa da, hukuki dayanak haline getirilen vakıf senedi, Fatih’in iradesini içeren belge olarak, hilafetin kaldırılmasına dair 1924 tarihli kanunu tartışılabilir hale getiriyor!   Eğer Fatih Sultan Mehmet’in vakıf senedi üzerinden bir Cumhuriyet hükümetinin yürütme işlemi hukuken iptal edilebilirsa, önce o vakıfnamedeki “Osmanlı devleti yıkılınca…” ne olacağına dair hükme de bakmak gerekirdi.  Büyük Fatih buyurmuş ki, “Osmanlı yıkılacak olursa Ayasofya vakfımın mütevellisi yeni kurulacak devletin başındaki kimsedir”.  Yani Danıştay, 1934 tarihli bakanlar kurulu kararını Sultan’ın iradesine aykırı ilan etmekle aynı vakıfnamenin içindeki başka bir hükmü aynı iradeye aykırı biçimde yok sayıyor. Vakıfname geçersiz ise 1934 tarihli karara kulp takmak yargıya düşmez, yok geçerliyse mütevelli heyetinin fiili başkanı sayılacak Mustafa Kemal Atatürk’ün kararı ortadan kaldırılamaz.  “Biz böyle takdir ettik, yaptık oldu” bir hukuk işlemi değil, bir egemenlik işlemidir.  Ayasofya tamamen bir egemenlik alanıdır. Naçizane tahminim odur ki AKP’nin 2023 vizyonu Cumhuriyet ile son ve en büyük hesaplaşmanın olacağı tarihe işaret etmektedir, uygulama alanı kağıt üzerinde de kalsa laiklik ilkesinin anayasa metninden çıkarılması yeni bir kızıl elma olmasın mı?

2011 yılında Başbakan kararname ile Ermeni, Rum ve Musevi vakıfların mülk edinme yasağını kaldırırken, 1936 sonrası edindikleri ve el konmuş taşınmazlarının sahiplerine iadesi yolunu açtı.  O zaman hukuki karara ihtiyaç duyulmamıştı.  Kaldı ki siyasi etkisi ve iktisadi değeri açısından çok daha kritik bir karardı.

Erdoğan seçmenine AYASOFYA müjdesini verdiği 35 dakikalık konuşmasında 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını “tarihe ihanet” olarak nitelendirmiştir. Fatih’in Vakıfnamesi ile bedduasını bilhassa dile getirmiştir. Kabe ve Mescid-i Aksa vurgusu tamamen AKP seçmenine “ezilen müminlerin hiç bitmeyen mağduriyeti” üzerinden selam göndermektir. “Milletim değerlerine düşmanlık edenlerle bir daha sınanmasın” diyebilmiştir.  Müzeye dönüşme kararını utanç olarak nitelemiştir.  Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Türkün kapalı bahtı Ayasofya ile açılır” sözleri bakalım gerçek olacak mı?  İkinci bir Fetih, basübadelmevt, prangalar, zincirler, tekbirler, secdeler ile din sömürüsünde süreli doz aşımını seçmiştir.  Kısacası özenle hazırlanmış bu hitabında siyasi hamasetin dibine vurmuştur. TV dizilerinden tarih öğrenenlerin gözyaşlarına gark olduğuna eminim. Düne dek Atatürk’e laf edemeyenlerin yokluktan İsmet İnönü’ye sallama zarureti de artık bitmiş olabilir. Bugüne dek en çok “iki ayyaş” diye yaklaşılan eleştiri sınırı artık çok daha ileri gidecektir. “Vakıf dokunanı yakar, çiğneyen lanete uğrar” çığlıkları ile artık hedef net biçimde irade sahibi Mustafa Kemal’dir. Sormak lazım, vakıfnameye sadık kalan Osmanlı’nın Dersaadeti 4 yıl 10 ay düşman işgali altında kaldı. Anadolu ve Trakya paramparça edildi! Daha büyük zillet, daha kallavi lanet var mıdır? Bu milleti o zilletten kimler kurtarmıştır? Bugün AKP mescidi gibi protokol namazıyla açılan Ayasofya’nın bulunduğu İstanbul’u düşmandan kim kurtarmıştır?

Erdoğan’ın anketlerde sürekli kan kaybeden partisinin geleceğine ve kendisinden uzaklaşma ihtimali olan ultra islamcı kitlelere göre pozisyon aldığı hatta siyaseten çaresiz olduğu iddia edilmektedir. Daha geçen yıl söyledikleri hatırlanınca bu iddialar yabana atılamaz. İlk kez 16 Mart 2019’daki Tekirdağ mitinginde bir vatandaşın Ayasofya’nın cami yapılması çağrısına Erdoğan, “Büyük Çamlıca Cami’ni yaptık. 4 tane 5 tane Ayasofya eder, o kadar büyük. Anadolu yakasında, tüm İstanbul ve Türkiye’de en büyük camii. Mesele o değil, bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, Ayasofya’yı dolduralım… Bu oyunlara gelmeyelim, bunların hepsi tezgah. Biz ne zaman neyin nasıl yapılacağını çok iyi biliyoruz. Bu namussuzlar böyle dedi diye biz adım atmayız” demişti.  Üç gün sonra katıldığı TV programında ise  60 bin kişi alan Büyük Çamlıca camii ile övündükten ve Selâtin camiler konusundaki bilgisizliğini sergiledikten sonra “Ayasofya’nın ibadete açılmasının bir faturası var, onun faturası bizim için çok daha ağırdır” dedikten sonra başka ülkelerdeki islam eserlerin ve camilerin başına neler gelebileceğini anlatmıştır.  Sonraki cümle ise şahane “Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar İSTİKAMETİMİ kaybetmedim” 

Ne oldu ki pusula şaştı, rotadan kopuldu, istikamet değişti, onu yakında öğreniriz.

Çaresiz muhalefete gelince en sık duyduklarımız “Kutuplaşma fırsatı vermeyelim” ve “oyuna gelmeyeceğiz”.  Muhalefetin en büyük parçası CHP’nin siyasi bir kutup oluşturma kapasitesi olmadığı gibi, muhalefetin tamamı “oyuna gelmeyelim” derken aslında Erdoğan’ın kurduğu oyunun parçaları olmaktadır.  Bilhassa “bu iktidarın Milli Egemenlik hususunda Cumhuriyetin kurucu kadrolarına laf söyleme hakkı yoktur, onlara öğretebileceği bir şey de asla olamaz” diyememişlerdir. Asla belirleyemedikleri gündemde rolleri belirlenmiş figüran gibi davranmaları da Erdoğan’ın yurt içinde canı ne isterse yapabilecek kadar sınırsız güce sahip olduğunu gösterir bir vaziyettir.  Türk tipi başkanlık sisteminde Erdoğan’ın karşısında denge & denetleme mekanizması olacak kim kalmıştır? Hiç kimse!! Bugün de alana kurduracağı dev ekranda şovunu yapacak, belki minberdeki siyasi hitabıyla duygusallaşan seçmeninin gönül telini titretmekten geri durmayacaktır.

Bitmeyen fetih, sürekli fetih, döne döne benzer cümlelerle aynı bayat hamasetin bir sebebi var. İstanbul’un fethedildiğine inanamışlar sanki, kendi vatanında fethe çıkan şaşkınların vatan bilinci de tartışılır ya… Türkiye’de siyasi hevesi olanların tamamı Erdoğan’a göre kendini hizaya çektiğine göre, bu hamasetin siyasi faydaya tahvil edilmesi ancak dış düşmanla mümkün olabilir. Zırvalamaya meyyal Yunanistan dahil hiçbir ülke Türkiye’deki bir müzenin ya da caminin kullanımına karışamayacağına göre, yeni şeytan belki UNESCO olur. Türkiye, UNESCO tarafından 1972 yılında kabul edilen Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunması Hakkında Sözleşmesi’ni (Convention Concerning the Protection of the World Cultural and Natural Heritage) 1983 yılında imzalamıştır. Tarihi yarımadada yer alan Ayasofya eğer “Dünya Mirası Listesi” dışında bırakılırsa bu durum hükümete aradığı dış mevziyi kazandırır. Dilerim UNESCO böyle bir hata yapmaz, ha yapsa bile özgünlüğü doğru muhafaza edildiği sürece AYASOFYA –eller ne derse desin– emsalsiz bir kültür mirasıdır. https://whc.unesco.org/en/statesparties/tr

Peki Ayasofya ne olsun?  Evvela Ayasofya’nın üç yıldan kısa olmamak kaydıyla kapatılması, içerideki iskelenin tamamen kaldırılması maksadıyla tüm restorasyonların bihakkın tamamlanması ve yorgun Ayasofya’nın başta deprem olarak tüm risklere karşı güçlendirilmesi gerekir.  Ayasofya 1934 yılındaki iradeye uygun olarak müze olarak kalmalıdır ama ziyaretçi sayısı da sınırlandırılmalıdır.  En pik günlerde 15.000 kişinin girip çıkması yapı için risktir.  Atatürk tarafından tapusu CAMİ olarak çıkarılsa da Ayasofya bu yorgun haliyle bugün cami olarak kullanılmamalıdır. Bölgede müminler için ibadethane eksiği olmadığı da aşikardır. Cami olarak kullanıldığı takdirde zarar görmesi engellenemeyecektir. Altında galeriler ve sarnıç olan, yer yer çatlamış mermer zemin ve mozaikler korunamaz. Ayrıca bugünkü durumu göz önüne alındığında bir ısıtma, aydınlatma ve ses sistemi eklenecektir. Bunların da olumsuz etkileri düşünüldüğünde müze olarak korunmayan tarihi camilerin günlük kullanımdan ötürü yıpranması kaçınılmazdır. İznik ve Trabzon Ayasofyalarının hazin hali ise maalesef “sui misal” olarak önümüzdedir.

Yakında güncellenmesi gereken bir işaret – Sirkeci sahil yolu

Bu çok uzun yazının son sözünü Fatih’in Patrik ilan ettiği ve eski günlerin hasretiyle konuşan keşiş Gennadios’a bırakalım.

Ah kentlerimizin en iyisi, sevgili çocukların, bizler senin kaybınla nasıl yaşarız ve sen bizsiz olmaya nasıl dayanırsın? Daha da beteri, insanlar sana erişemezken, biz yaşamaya nasıl tahammül edebiliriz? Görünüşte hâlâ burada durmakla birlikte, aslında sonsuza dek yok oldun

Gennadios’un özlediği içi boşalmış, fikren tükenmiş Bizans idi. Bizans tarihe gömülen bir seraptır. Bugün neo-emperyal hayallerin peşine düşüp diriltmeye uğraşanlar olsa bile Osmanlı da artık o serabın parçasıdır. Bize kalan İstanbul şehri olup, 40 yaş üzerinde olanlar için bile çocukluklarındaki İstanbul yok olmaktadır.  Zamana bağlı doğal dönüşüm değil giderek hızlanan bir yozlaşmanın eseridir bu kayboluş. Etleri dökülen, kemikleri görünen bir cesedi andırmakta İstanbul… Hadi Ayasofya’yı da gözden çıkardık diyelim, madem egemenler öyle irade buyurmuş, eh varsın cami de oluversin ama İstanbul’un değeri ve derinliği çok geniş ve korumacı perspektifte ele alınmalıydı! Hele ki ince zevkleri olan, kültür ve sanat tarihiyle ilgilenen insanlar için bu kentte dolaşmak yürekleri tüketen bir azaba dönüşmüştür.

Keşke bu kadim şehri hakkıyla muhafaza edebilseydik, keşke bu şehri kan dökerek fethedenlere, canı pahasına koruyanlara, işgal ve istiladan kurtaranlara layık olabilseydik, keşke İstanbul’a ihanet ettiklerini söyleyenlerin biraz utanması olsaydı, keşke din üzerine siyaset yapılmasa ve memleketin geleceğine dair hiçbir sözü olmayan bu kof siyasetin peşine yüzbinler takılmasaydı…

2020’den önceki son 2 ay

Kaynaklarını hızla tükettiğimiz dünya 2019’u da paketleyip kenara koydu.  21.yüzyılda hem kaynaklarını, hem kazanımlarını, hem umutlarını gün gün yitiren Türkiye de 2020’ye adım atmış oldu.

Eskiden bir yılın olaylarını, dönüm noktalarını, öne çıkan kişilerini anlatan ALMANAK pek popülerdi. Her günü ayrı bir tutarsızlık, delilik, güldüren trajedi, inciten komedi yaşatan ülkenin 365 günü bu uzun yazıya sığmaz ama sadece son iki ayında (Kasım 2019 – Aralık 2019) öne çıkan bazı isimlerini, olaylarını hatırlayalım.  Araya da birkaç soru serpiştirelim, gelenek olduğu üzere yazımızı 2020 dilekleri ile bağlarız. Başlıyoruz son iki aydan hatırladıklarımızla….

4 Kasım 2019’da TUİK tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık değişimi %8,55 enflasyon olarak ilan etti.  Rakamın küsüratlı oluşu inandırıcılığını artırdı?

Aynı gün İçişleri Bakanı, İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’na “ahmak” diyerek kendisine bu milletin bedel ödeteceğini bilhassa vurguladı.  Belli ki seçimde bizzat sahada olduğu halde İstanbul’da 800 bin oy fark yemiş olmak Süleyman bey’in mücadele azmini kıramamıştı. 

5 Kasım 2019 eski başbakan Bülent Ecevit’in 13. ölüm yıldönümü idi. BBC  Türkçe servisi Ecevit’in ENOSIS hayalleri kuran Yunanistan’a hitaben söylediği şu cümleyi içeren röportajını yayınladı: “Tarihi zaferlerle ilgili hayallere önem veren hiçbir ulus, günümüz dünyasında huzur bulamaz”  Arabasının arka camına tuğra sticker yapıştırıp, Diriliş Ertuğrul / Kuruluş Osman gibi dizilerden tarihi öğrenenler için bu cümle elbette saçmaydı. Bülent Ecevit zaten onlar için makbul adam değildi.

Aynı günlerde Türkiye’de insanlar ıspanak yiyerek zehirleniyor ve hastaneye düşüyordu.  Yabani mantardan, çiğ etten, bozuk sütten zehirlenen duymuştuk ama ıspanakla zehirlenmek yepyeni ve farklı deneyimdi.  Yüceler yücesi devletimizin çok önemli yetkilileri “aradaki yabani otları temizleyin, ha bir de iyi yıkayın” diyerek bize tavsiyelerde bulundu. Ne ıspanak üzerindeki pestisit kalıntıları için dertlenen oldu, ne maksimum kâr peşinde koşanları denetleyememekten rahatsız olan biri çıktı.

Bu arada gazeteciliği becerememiş yazar Ahmet Altan cezaevinden serbest bırakıldı, birkaç gün sonra tekrar gözaltına alındı.  Niye salındı, sonra niye alındı?? “Adalet Mülkün Temelidir” cümlesi güldürmeyen fıkralar arasındaki yerini koruyor.

Bir zamanlar komşuluk ilişkileri ve semt dayanışması ile meşhur İstanbul Fatih’te 4 kardeş ölü bulundu, orta yaşı devirmiş kardeşler geçim sıkıntısı ve borç yükü altında ezilip topluca siyanürle intihar etmişti.  Ekonomimiz uçuyordu ama herhalde bazıları yerde unutulmuştu. Umursanmayanlar ve unutulanlar gibi Cüneyt (48), Oya (54), Yaşar (56) ve Kamuran Yetişkin (60) sonunda mezarlıkta buluştular, kireç dökülmüş toprağa kondular.  Yakında onları hatırlayan kimse kalmayacak.

6 Kasım 2019’da insanlık çölü Türkiye’nin mümtaz vilayetlerinden Aksaray’da otizmli çocukların ayrımcılık gördüğü, hastalıklı muamelesine tabi tutulduğu ve bu yetmezmiş gibi diğer öğrencilerin velileri tarafından protesto edildikleri (yuhalandıkları) haberi yayıldı.  Otizmi bile protesto eden hassas Aksaraylıların rüşveti, yolsuzluğu, dolandırıcılığı, ahlaksızlığı protesto ettiğini ise asla duymadık, herhalde duymayacağız da.

Bu memleketin çocuklarla olan derdi bitmez, bitmiyor. LÖSEV’in 400 yataklı örnek hastanesi LöSante’ye yine ruhsat verilmedi.  TBMM’de AKP ve yedeğindeki MHP oylarıyla öneri reddedildi.  Her şeyiyle bitmiş, hazır hastanenin tam kapasite çalışmasına izin verilmedi. Bilmeyenlere hatırlatalım, lösemili çocuklar bu hastanede tamamen ücretsiz tedavi görüyor. LÖSEV’in bağışlarla ayağa kaldırdığı modern hastaneye HAYIR diyenlerin evlatlarına ve torunlarına sağlık diliyor, ters durumlarda Cleveland (USA) tavsiye ediyorum.


9 Kasım 2019’da Antalya’da bir aile daha siyanür içerek yok oldu.  Ekonomi uçuyordu ama sorun siyanüre kolay erişim idi.  Siyanüre yasak geldi, ekonomi düzeldi.

10 Kasım 2019 Ulu Önder, büyük devrimci Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ölüm yıldönümü idi. Ankara’daydım. Anıtkabir mahşer yeri gibiydi, ziyaretçi rekoru kırıldı. Sevdiğimiz kadar anlayabilsek, saydığımız kadar huzuruna vardığımızda mahçubiyet hissetsek belki farklı bir ülke olabilirdik.  Ruhun şad olsun ATAM!

11 Temmuz 2019’da Trablus, Balkan ve Çanakkale cephelerinden sonra Osmanlı Bahriyesini bırakıp Karadeniz’deki Kuvayı Milliye saflarına katılan İstanbul Beşiktaş’tan Bahriye Kolağası Osman Muhtar’ın oğlu Mümtaz SOYSAL vefat etti.  Akademisyen, yazar, gazeteci, entelektüel ve eski dışışleri bakanıydı.  Yeri dolmaz birini yitirdi ülke..

Prof. Mümtaz SOYSAL

Yine o günlerde 11 yaşında toprağa giren Rabia Naz Vatan’ın babası Şaban Vatan’a kızının otopsi görüntüleri izletildi. Koskoca devlet kaza süsü verilmeye çalışılan cinayet sonrası bir babayı delirtmeye çalışıyor.  Olayda adı en sık geçen siyasetçi TBMM kürsüsünde nutuk atmayı sürdüyor.

12 Kasım 2019’da Hazine ve Maliye Bakanlığı ekonomimiz aleyhinde algı oluşturmaya çalışanlara karşı hukuki süreç başlatılacağını ilan etti.  Hayat kısa, ekonomimiz uçuyor, Almanya bizi kıskanıyor.

Diyanet İşleri başkanı kadın-erkek ilişkilerinde “bizim medeniyetimiz” vurgusu yaptı. Kocasına kek yapıp ayağına götüren ama evli olduğu öküzün yüzüne bakmadığı kadının yaşadığını cep telefonu bağımlılığı üzerinden işleyen Diyanet hazırlattığı gülünç filme para da ödemiş. Kadını evde hizmetçi, legal seks kölesi, çocuk bakıcısı olarak gören İhvan esintili çarpık medeniyet anlayışıyla niçin empati kurmamız gerektiği anlaşılamadı.  Diyanet’in 2020 bütçesi 10,5 milyar TL, bu para vergi mükelleflerinden değil de zırva dinlemekten hoşlanan kişilerden tahsil edilse, güzel olmaz mı?

13 Kasım 2019’da KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır: “AK Parti’nin özellikle son 5 yılda bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük alın teriyle başarı zincirini kırmasıdır” dedi.  Tespit diye buna derim, Bekir bey yerden göğe haklıdır.  Bekir Ağırdır kimdir? Anadolu’nun bir kasabasından çıkmış, parasız yatılı okumuş, ODTÜ’yü kazanmış, üniversite yıllarından beri emeğiyle ayakta duran, özel otomobil sahibi olsa dahi bugün bile İstanbul’da Koşuyolu-Üsküdar arası minibüse binmekten yüksünmeyen yani halktan kopmamış bir araştırmacıdır.

Dönelim memleket dışına… Washington D.C. delisi Donald Trump, T.C. yürütmesini temsil eden en üst makamdaki kişiye “Don’t be a fool” diye biten akıl dışı ve küstah bir mektup yazdı. Biz mektubu önce çöpe attık, sonra çöpten çıkardık, delinin ayağına gittik, iade ettik. Kendisine başkaca resmi bir cevap verilmedi, deliyle deli olmadık, büyüklük bizde kaldı.

14 Kasım 2019 Rabia Naz’ın babası Şaban Vatan herhalde “henüz delirmediği gerekçesiyle” gözaltına alındı.  Başka yoruma gerek var mı?

Şaban Vatan ve artık hayatta olmayan kızı Rabia NAZ

16 Kasım 2019’da Gümüşhane Valiliği Dipsiz Göl’deki define kazısı ile ilgili soruşturma başlattı.  Hani filmlerden biliriz katil cinayet mahaline döner de, otopsi talebinde bulunduğuna ilk defa şahit olduk.  Buzul çağından kalma doğal gölün dibinde hazine arama iznini T.C. devleti kurumlarından alan iki iş adamı? suyu dışarı boşaltıp gölün dibini kazdılar, elbette bir şey bulamadılar.  Pek çok insan tepki gösterince konu hakkında soruşturma açıldı. Gölün dibi sıvandı, yeniden su dolduruldu. Dipsiz Göl oldu size “çamurlu küvet”  En yakın konumdaki köyün sakinleri de “millete bi faydası yok, göl kapatılsın” demişler. Götüyle kavga edeni gördüm de, gölüyle kavga eden köylüler benim için bir ilk. Dipsiz Göl bu ülkenin geleceğine dair trajikomik olaylar zincirinde yerini aldı.

Dipsiz Göl 🙁

Aynı gün R.Tayyip Erdoğan emeklilikte yaşa takılan yurttaşların talebine karşılık “Niçin erken emeklilik? Bırakalım ne zaman emekli olması gerekiyorsa o zaman olsun” dedi. Ben de kendisine sorayım: “Niçin müteahhitlere vergi affı ve finansal destek? Bırakalım ne zaman tasfiye olması gerekiyorsa o zaman olsun”  Çılgın projelere, mega yatırımlara, elalemin kaynağı belirsiz parasıyla balıklama dalan zihniyetin hakkını arayan insanlara duyarsızlığı altı çizilesi bir detay..  Erken emekliliğin İskandinav ülkelerini batırdığını iddia eden Erdoğan, ayrıca emekli maaşlarının insani düzeyde olduğunu söyleyince, kendisine başka soru sormaya lüzum kalmıyor.  Umarım danışmanları tarafından bu konuda kandırılmıyordur?

Bu arada başka bir AK Partili Hayrettin Güngör (Kahramanmaraş belediye başkanı) sokakta karşılaştığı baş örtülü bir kadının nereli olduğunu öğrenince sohbet esnasında “sizi biz müslüman yaptık” dedi.  Trabzonluların cümleten Pontus mirası olduğuna dair tekrarlanan AK Parti söylemi Trabzon vilayetinde rahatsızlık yaratmıyor.  Trabzonlular dini dogmaları aşmış, seküler, yumuşak huylu, sabırlı, anlayışlı insanlar 🙂

17 Kasım 2019’da Türk tiyatrosunun dev ismi, büyük sanatçı, hocaların hocası Yıldız Kenter’i kaybettik.  Bu ülkeye kattıklarını düşününce kendisini her zaman minnetle anacağım, yeri dolmayacak birini daha yitirdi ülke.

Ne mutlu bana ki sahnede defalarca izleyip alkışladığım büyük sanatçı Yıldız KENTER

Yeri kolay dolacak ve bol taklidine maruz kalacağımız cinsten Büşra Nur ÇALAR isimli bir kadın bebeğine şatafatlı mevlid düzenleyip tek taş yüzük taktı. Kendisi Instagram fenomeniymiş, eşi Sağlık Bakanlığı’nda çalışırmış. Değirmenin suyu nereden geliyor anlaşılamadı. 

Anası fenomen olmayan normal çocukların hayatı ise şöyle: Örneğin Türkiye’de Meningokok grup B aşısı devlet tarafından karşılanmıyor. Özel sigorta şirketleri de ödemiyor. Tanesi 450 TL, iki doz gerekli, aşı “ha deyince” de bulunmuyor. Menenjit bir çocuğun hayatını kaydırır, buna rağmen mevzuatta değişiklik yapılmıyor.  Bu arada ülkemizde aşı karşıtlığı giderek yaygınlaşıyor, sahte kanaat önderlerinin osurup osurup ipe dizdiği zırvaların da katkısıyla önümüzdeki yıllarda yeni salgınlarda çocuklar ölecek. Türkiye’de tam aşılı çocuk oranı 12-23 aylık çocuklarda % 66,9’a, 24-35 aylık çocuklarda %49,6’ya kadar düşmüş… İki yaşındaki çocukların yarısı bile aşılı değil. T.C. Sağlık Bakanlığı önlem almak zorunda!  Çocuğunu aşılatmayanlar öncelikle çocuklarını, ama ayrıca taşıdığı hastalığı kapabilecek, kimi sağlık sorunları nedeniyle aşı yaptıramayan insanları ve mikroorganizmanın daha güçlü tiplerinin evrimleşmesine imkan vererek de aşılı/aşısız herkesi tehlikeye atıyor.

19 Kasım 2019’da 19 yaşındaki Güleda Cankel öldürüldü, isimlerini unutacağımız kadın cinayetleri zincirine bir halka daha eklendi. Kadını “iktidar alanı” ya da “namus beratı” gibi gören, üzerinde egemenlik kurabileceğine inanmış, eşit haklara sahip insan olduğunu kabullenememiş erkek kafasının toplumdaki tüm ilişkileri zehirlediği inkar ediliyor hâlâ !

Aynı gün R.Tayyip Erdoğan işsizlik sorununu tek cümleyle çözdü:  “Biz istihdam oluşturamadık diye değil, iş arayanlar arttı diye işsizlik artıyor” dedi.  Yani İP KISA değil aslında ama kör olası KUYU DERİN !

Aynı gün İstanbul Müftülüğü, inatla kış saatine geçmeyerek küçücük çocukları kör karanlıkta sokağa dökenlerin inadı kırılmadığı için sabah ezanı ile sabah namazı arasına yarım saat “time lag” koyduğunu ilan etti.  Çünkü İslam kolaylık dinidir.

21 Kasım 2019 günü eski genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt bey vefat etti. Dolmabahçe görüşmeleri ve e-muhtıra rezilliği başta olmak üzere sırlarıyla gitti ama kendisine sus payı olarak verilen Audi A8 bu dünyada kaldı. Dünya malı dünyada kalır, mezara konan insan ancak itibarıyla anılır.

22 Kasım 2019’da termik santrallerin bacasına filtre takılma zorunluluğu AK Parti ve MHP’nin oylarıyla 2,5 Yıl daha ERTELENDİ! 15 termik santral, baca filtresi takmadan halkımızı zehirlemeye devam etme imtiyazı kazandı.  Havuz medyasının yeni üyelerinden CNN Türk filtre takılmamasını ekonomik gerekçelerle doğrulayan feci bir yayına imza attı.

Bu arada Türkiye Diyanet Vakfınca temeli dört yıl önce atılan Cibuti 2. Abdülhamid Han Cami ve Külliyesi’nin resmi açılışının Kasım ayı sonunda törenle yapılacağı ilan edildi. Haritada Cibuti’yi gösteremeyecek kitle bundan büyük memnuniyet duydu.  Ayrıca Mersin, Malatya ve Trabzon’da yapılacak millet bahçelerine yaklaşık 74 milyon TL harcanacağı açıklandı. İktidar sevdalısı kitleden bir Allah’ın kulu bunu sorgulamadı.

3 Aralık 2019’da pırıl pırıl bir genç kız daha evinin önünde hunharca bıçaklandı.  Ceren Özdemir öldürüldü.  Katilin dağ gibi suç kaydı olduğu ve hapishaneden kaçtığı ortaya çıktı.  Hapishanelerdeki kapasite fazlası ve eleman yetersizliği daha kaç can alacak? İçişleri Bakanımız ise “her firarinin cinayet işleyebileceğine yönelik bir bilgimiz söz konusu değil” diyerek anlamsız bir beyanda bulundu.  Beyoğlu’nda tramvay durağında beklerken iki firari tarafından bıçaklanan 23 yaşındaki elektrik mühendisi Halit Ayar’ı hatırlıyor musunuz? Bakalım Ceren’i ne zaman unutacağız.  Bu arada Şule Çet davası sona erdi, sanıklar ceza aldı.  Sanık avukatının Şule’yi suçlayıp itham ettiği cümleler herkesi utandırdı.  Adalet yerini buldu diye sevinenler Şule Çet’in katilinin iyi hal indirimi almasıyla bir kez daha hayal kırıklığı yaşadı.

Ceren Özdemir ve onu katleden cani !

5 Aralık 2019 sabahı FOX TV’de İsmail Küçükkaya’ya konuk olan AK Partili M.Tevfik Göksu İstanbul’daki hiçbir deprem toplanma alanının imara açılmadığını, kentte yeterli sayıda acil durum toplanma alanı olduğunu söyledi.  Sabah neşesi olarak not ettik, geçtik.

7 Aralık 2019’da İstanbul Şehir Üniversitesi üzerinden eski yol arkadaşlarını usulsüz arsa devri ve dolandırıcılıkla suçlayan Erdoğan’a eski başbakanı Ahmet Davutoğlu “herkesin mal varlığı araştırılsın, ben üyesi olmadığım TBMM’ye hesap vermeye hazırım” diyerek cevap verdi.  Beklendiği üzere tartışma uzamadan bitti, konu mal varlığı araştırılmasına gelince en cevval isimler bile bir anda lal oluyor. Enteresan?

Eğitimdeki global konumumuzu gösteren parametrelerden biri olan PISA testi sonuçları açıklandı.  Sonuçlarda hafif bir iyileşme var, örneklemi de biraz kendi lehimize değiştirmişiz ama fen/matematik/dilbilgisi becerisi bir yana 15-16 yaşındaki gençlerde dünyanın en mutsuz / umutsuz gençleri bizde.  Hani genç nüfusla övünenler bilsin isterim.

8 Aralık 2019 günü erkek şiddeti ve toplum duyarsızlığını eleştirmek, farkındalık yaratmak için Şili’den başlayan #LasTesis dalgasında, bu kez Türkiye’den kadınlar Kadıköy’de dans etti. Şarkının sözleri beğenilmemiş olacak ki polis müdahale etti. Gözaltına alınan kadınlar oldu. Dünyada bir ilke daha imza attık, hayaldi gerçek oldu!

Aynı gün yaş ortalaması 42,7 olan Finlandiya’da seçimi kazanan koalisyonun lideri Sanna MARIN 34 yaşında ülkenin üçüncü kadın başbakanı oldu. Kabinesinin üçte ikisi kadın!

Finlandiya Başbakanı Sanna Marin

9 Aralık 2019’da Şırnak’ta imha etmeye çalıştığı patlayıcının infilak etmesi sonucu Patlayıcı İmha Timi (PAMİT) Komutanı Astsubay Esma Çevik şehit oldu.  Esma astsubay liseden sonra hukuk fakültesini kazanmış ama ailesine yük olmamak için bir yıl devam ettikten sonra Astsubay Meslek Yüksekokuluna yazılmıştı.  Hani bu yaz Tunceli Ovacık’a bağlı Çakılyayla’da 4 yaşındaki Nupelda ve 8 yaşındaki Ayaz Güloğlu mayına basmıştı ya, işte başka masum çocuklar ölmesin diye EYP ile, mayınla uğraşırdı Esma Çevik.. Esma astsubayın çocukluğu Bayrampaşa Altıntepsi mahallesinde geçmiş, aynı semtte çocukluğu geçen avare bir futbolcunun %1’i kadar bile konuşulmadı elbette. Ruhu şad olsun!

Şehit Astsubay Esma ÇEVİK

10 Aralık 2019 Dünya İnsan Hakları Gününde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tutuklu Osman Kavala’nın hak ihlaline maruz kaldığına kanaat getirerek tahliye edilmesine hükmetti. Türk adaleti tutukluluğun devamında ısrarcı olacak gibi, kısacası “durmak yok yola devam”

12 Aralık 2019’da geçen sene 42.9 milyon TL’ye ihale edilen çöp sızıntı suyu ihalesi bu yıl İBB tarafından 23 milyon TL’ye en düşük teklifi veren aynı şirkete verildi.  Aynı hizmeti verecek aynı şirketin bir yılda bu kadar fiyat kırmasını açıklayacak makul bir gerekçe ortaya çıkmadığından geçmiş yıllarda Saraçhane’deki İBB binasında neler döndüğüne, kimlerin nasıl köşe döndüğüne dair merak depreşti.

13 Aralık 2019’da Gelecek Partisi kuruldu.  Ahmet Davutoğlu liderliğinde takriben yüzde 1,5 oy potansiyeli ile ittifaklara göz kırpıyorlar.

Aynı gün Bay Hulusi Akar’ın CHP milletvekili Özgür Özel’e açtığı davada, 221 emekli subay, “Hulusi Akar aleyhinde tanıklık” yapmak için başvuru yaptı.  Ben olsam uyku tutmazdı, tam bir darbe !

Aynı gün Ziraat Bankası Simit Sarayı’nın hisselerini 500 milyon USD karşılığı satın alacağını kamuoyu ile paylaştı.  Zarar eden ÇAYKUR’un yanında simit satma gereksinimi doğmuş olabilirdi, bilemezdik tabi..  Susam üreticisine destek olmak istemişti belki de Ziraat Bankası ??

20 Aralık 2019’da TBMM’deki bütçe görüşmelerinde eski DPT müsteşarı milletvekili İlhan Kesici “AKP döneminde 17 yılda Türkiye’nin dış ticaret açığı 1 trilyon 50 milyar dolardır. Aynı dönemde 2 trilyon USD ihracat yapıldığına göre, ihracatının yarısı kadar açık veren hiçbir medeni ülke yoktur dünyada” ifadesini kullandı.  Ekonomiyi kötü gösterdi diye hakkında soruşturma açılır mı, göreceğiz.

25 Aralık 2019  AKP’nin global rant yaratma hevesiyle ortaya attığı Kanal İstanbul projesine dair ÇED raporu halkn görüşüne açıldı. Hazırlayan mühendislik firmasının kamu kurumlarından 42 ihale almış bir hizmet sağlayıcı ortaya çıktı. ÇED raporu karadan denize bakarak ve bol bol para düşünerek yazılmış, denizbilimciler Karadeniz’den gelecek yeni akımla Marmara denizinin öleceğine dair kesin konuşuyorlar. Orta Avrupa’nın endüstriyel atıklarını taşıyan Tuna nehrini Marmara’ya daha hızlı aktarmanın zarar vereceği çok açık. Tarım alanları yok olacak, on binlerce ağaç kesilecek, İstanbul’un su kaynaklarından Sazlıdere barajı tarih olacak, tatlı su kaynaklarına deniz suyu karışacak, yüksek miktarda kamulaştırma bedelleri ödenecek, tarihi ve doğal miras zarar görecek deniyor, kulak asan yok. Deprem riski var, milyonlarca insanı suni bir adaya hapsetme riski, Trakya’nın savunmasına gedik açmak gibi sayısız problemden bahsediliyor. Türkiye ekonomisinin önceliği bu mudur, kesinlikle değildir ama ne hikmetse Katar emirinin anası bile içine doğmuş gibi Kanal İstanbul civarından ucuza tarla kapatmış. Buna cevap “Hans ya da George alsa kimsenin sesi çıkmaz” İBB başkanı Ekrem İmamoğlu projeyi cinayet olarak görüyor, binlerce İstanbullu itiraz dilekçeleriyle kuyrukta ama tepki “isteseniz de istemeseniz de” “çatlasanız da patlasanız da” yapacağız!  İktidar düşen süngüsünü yerden kaldırmaya, kitlesi üzerinde yeni bir rüzgar yakalamaya, küskün müteahhitlere yakında başlayacak dev hafriyat işinden pay verme sevdasına endekslenmiş durumda. Montreux Boğazlar Sözleşmesinde Türkiye’nin egemenlik haklarına zarar verecek konuma sürüklenmek ise geri dönüşsüz bir siyasi felaket olabilir.  ÇED raporunun hassasiyetle hazırlandığını iddia edenlere soralım. Kaz Dağlarında Kanadalı Alamos Gold ağaçları keserken ÇED raporundaki etki değerlendirmesi neydi, sonuç ne oldu?  Konu çok uzun da sonuçta ne olacak peki?

YA PA MA YA CAK LAR!  Ne o kadar paraları var, ne iktidarda o kadar süreleri kaldı. Betona tapanlar tarikatının bu ülkenin geleceğini düşünmediği artık anlaşıldı.

1 / 100.000 ölçekli plana daha ÇED raporuna itiraz süreci bitmeden işlenmiş Yalan İstanbul !

25 Aralık 2019 Esed rejimi Rusya ve İran desteğiyle İdlib üzerindeki baskısını artırdı. Yüzbin kadar Suriyeli kamyon tepelerinde Türkiye sınırına dayanmış durumda.. Milyonlarca zorunlu misafire ek yenileri geliyor.

26 Aralık 2019’da AK Parti genel başkanı “İstanbul’da yerel seçimi biz kazandık” dedi.  Allah’ın hakkı üçtür diyerek İstanbul’da seçimin tekrarını bekliyoruz. Hatta Bahçelievler, Bayrampaşa, Beyoğlu, Eyüpsultan, Sancaktepe, Üsküdar, Zeytinburnu gibi ilçelerin AKP’den muhalefete geçeceğine bugünden iddiaya girerim. Ne diyordu siyasiler, “HODRİ MEYDAN”

Aynı gün yapılan KAP açıklamasına göre Yeşilköy Atatürk havalimanından erken çıkıldığı için, işletmeci TAV Havalimanları Holding A.Ş.’ye 389 milyon Euro ödeneceğini öğrendik. Bugünkü kurdan kamuya (vergi mükelleflerine) getirilen yük 2,57 milyar TL olup, itibardan tasarruf olmayacağı için bunu da es geçiyoruz.

26 Aralık 2019 ‘da merakla beklenen asgari ücret açıklandı. Üç sendika “2.578 TL’nin altını konuşmayız” derken, 2020 yılındaki asgari ücret %15 artışla 2.324 TL olarak tayin edildi.  Bakan hanım “işçilerimizi enflasyona ezdirmedik” diyerek açıklamaya mizah kattı! R.Tayyip Erdoğan bahşiş verecek patron edasıyla “jest yapabiliriz” diye umut dağıttı.  Yandaş medyada bile Reis’in jesti beklenirken, Reis muhteşem #YerliOtomobil lansmanında jest bekleyenleri tersleyerek ekonominin dönmesi gereken çarkları arasına fırlatıp attı.

27 Aralık 2019 Mahkeme kararını açıkladı, meğer SÖZCÜ gazetesinde FETÖ unsurları yuvalanmış?? Gazeteci Emin Çölaşan, gazeteci Necati Doğru gibi isimler 3 yıl 6 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldılar.  T.C. bir hukuk devletidir, gülmeyiniz alınan olur.

27 Aralık 2019 Tam gereken zamanda ve doğru yerde kaza denilen ama kazaya benzemeyen sürtme olayı yaşandı. Aşiyan kıyısında Songa Iridium adlı kuru yük gemisi hava ve deniz koşulları pek uygunken kıyıya dokunuverdi. Kimsenin canına, malına bir şey olmadı ama Kanal İstanbul artık şart olmuştu!  Bu arada geminin işsiz güçsüz Karadeniz’de tur attıktan sonra neden İstanbul Boğazı’na birden bodoslama daldığı henüz açıklanamadı.

Elbette 27 Aralık 2019’un esas olayı #TürkiyeninOtomobili olarak tanıtılan ve beş babayiğitin ürettiği elektrikli otomobil. Henüz bir adı yok, fabrikası yok ama prototip görkemli bir lansmanla kamuoyuna tanıtıldı. Yerli ve milli arabamız kutlu olsundu. İtalyan Pininfarina çizmiş, 2017’de Hong Kong’da üretilmiş, 2018’de Pekin Motor Show’da görücüye çıkmış ama nedense sıfırdan tek başına Türkiye’ye özel yapılmış gibi lanse edildi. İnsanların bu bilgilere erişemeyeceğini düşünmeleri acayip.  Şimdiden sipariş aldığı söylenen fiyatı belirsiz yerli otomobilin, uluslararası otomotiv devlerini paniğe sevk ettiğine de inanmamız bekleniyor 🙂 Dahası Kuzey Kore liderine övgü ve münacat seanslarını andıran lansmanda her şey ulu lidere bağlandı, onun yerli ve milli her şeyin hamisi, başı ve sonu olduğu bol bol vurgulandı. Bol magazini ve acınası propagandayı kenara bırakırsak, otonom sürüşü destekleyecek elektrikli otomobile yatırım yapmak umut veren bir seçenektir. Betona, kanala, kaldırıma, rezidansa paraya gömmektense katma değerli üretim için risk almak iyidir.  Uzun ve zorlu bir yol bu, mugalata kısmını hızla aşarsak dileriz istihdam yaratan sağlam bir rotası olur… Asırlık otomotiv markalarının cirit attığı global kurtlar sofrasında rekabet şansı yüksek olmasa da, Türkiye yollarında görmek isterim.  Bu projenin sonu 2019’da semalarda olacağı propagandasını dinlediğimiz yerli yolcu uçağımıza benzemesin diyelim!

Türkiye’nin tam ihtiyacı olan 4×4 SUV (400 HP) – Aynı konfigürasyonda Jaguar I-Pace 702 bin TL

29 Aralık 2019 Batman’da adaklar adanan türbenin boş olduğu, içinde ceset, evliya, veli, enbiya olmadığı anlaşıldı. Köylüler duruma inanmak istemiyormuş.  Aslında o köylülere anlatabilsek, mezarda iskelet olsa da yaptığınız boş iş… Ne dinde, ne bilimde ölüden medet ummanın karşılığı yok diye?

Aynı gün Cüppeli Ahmet Hoca’nın dualarıyla ticaret hayatına atılan Caprice Gold Gayrimenkul’un resmen iflas ettiği açıklandı.  Bu yatırımın arkasındaki müthiş girişimci Jet Fadıl bir kez daha keriz silkeleyerek rütbe almıştı. Kendisi benim anti-kahramanım, yeni fırsatlar sunulursa daha çok vurgun yapar bu piyasalarda… Yolu açık, enayisi bol olsun.

Yine aynı gün Vatan Partisi’nin yılbaşı kutlamasında iktidarın üçüncü ve minik ortağı Doğu Perinçek ile meşhur tank palet fabrikasının sivil yatırımcısı gözde iş insanı Ethem Sancak birlikte türkü söyledi.  Orta dünya fıkrası gibi…

Libya’ya asker gönderilmesi için tezkere hazır, TBMM’ye gelecek.  Akdeniz’de inisiyatifi tamamen kaybetmemek için yapılan deniz alanlarını birleştiren münhasır ekonomik bölge paylaşımı karşılığı yine askerimizin kanı, canı görüşme masasında. Mavi vatan savunması ve Doğu Akdeniz’deki ekonomik çıkarları müdafaa etmek için Kıbrıs ve Ege adaları nedeniyle papaz olduğumuz Yunanistan’la anlaşamıyoruz. Bu durumda Suriye, İsrail, Mısır üçlüsünden en az biriyle aramız iyi olmalıydı ki pozisyon alabilelim. Türkiye herkesle kavgalı olduğu için, Güney Kıbrıs hak etmediği kadar ağırlık kazandı. AKP-MHP oylarıyla Türk askeri deniz aşırı ülkeye gittiğinde, birliklerimize ateş açılırsa ne yaparız, onları nasıl destekleyeceğiz? Yine bir bilinmeze savruluyoruz, vatan evlatlarını ateşe sürerken körlemesine hareket ediyoruz. İyi tarafı ne, bu kapanın ortasında KKTC’nin stratejik önemini hatırladık.

Geldik 30 Aralık 2019’a  Çorlu tren faciasında biricik oğlu Oğuz Arda SEL’i yitiren, mahkeme kapılarında itilip kakılan, isyanını Türkiye ile paylaşan acılı anne Mısra Öz Sel emniyet teşkilatımızca aranmış. Twitter paylaşımları nedeniyle Çorlu Başsavcılığı ifadeye çağırıyormuş.  Mısra hanımla devletin mücadelesi giderek daha enteresan bir seyre bürünüyor. Daha önce de TCDD Genel Müdürü acılı anneyi twitter’de bloklayarak kurumsal tepkisini gizlememişti! Kurumun hatası nedeniyle yoldan çıkan lanet tren yakışıklı Oğuz Arda’yı ikiye bölmüştü, o henüz 9 yaşındaydı. Dokuz !!!  Göz göre evlatlarını yitirip de delirmeyen, ayakta duran anne ve babalara büyük saygı duyuyorum.  Allah onlara sabır ve dayanma gücü versin.

Görüldüğü üzere huzurlu bir ülkede 20 yılda olacak şeyi biz iki aya sığdırmışız, hatırlayamadığımız ya da yazmadığımız daha pek çok şey var.  Memleketin gündemi o kadarına müsaade ettiği için genelde can sıkıcı, üzücü, saçma şeyleri yazmak durumunda kaldık ve buraya dek okuyanların içi şişmiş olabilir, “yahu bu iki ayda hiç mi iyi bir şey olmadı?” diyebilirler.  Olmaz mı, oldu elbette?

Mesela başarılı oyuncu Haluk Bilginer uluslararası ödül aldı, sevindik tabi..  Termik santrallere filtre taktırılmaması inadı o kadar saçmaydı ki, Cumhurbaşkanı veto etti.  Öncesinde termik santrallerin ekonomiye katkısını savunan milletvekilleri, daha sonra Cumhurbaşkanına teşekkür  ederek çevreci mesajlar verdiler. Güldük, eğlendik. Simit Sarayı’na para gömülmesini R.Tayyip Erdoğan “tasvip etmiyorum” diye karşıladı. Önce onay verdiği işi, kamuoyu tepkisini görünce geri çekti. İyi oldu elbette. Yeniden değerleme oranı %22,58 olarak belirlenmesine rağmen Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) artış oranı %12’de kaldı.  Özel araç sahipleri koyu renk cam filmi direnişinden sonra ikinci zaferlerini kazandılar denebilir. Wikipedia’nın iki buçuk yıldır yasak olmasını Anayasa Mahkemesi hak ihlali olarak saydı, yasak olduğu dönemde girmeyi beceremeyen varsa artık Wikipedia kaynaklarına erişebilecek. Havuz medyasının yosunlu dibi sayılan Güneş ve Star gazeteleri yayın hayatına son verdi.  Ülkemizdeki kağıt israfının azalması adına mütevazı ama sevindirici bir adım. 

Efendim görüldüğü üzere münafıklığın lüzumu yok, “Türkiye’de güzel şeyler de oluyor”  Siz bu kadarıyla yetiniyorsanız hiçbir şeyi değiştirmeyelim.  Aynı hamamda, aynı tastan birbirimizin sırtına ılık su döküp bütün dünyanın kirli, bizim pir ü pak olduğuna dair masallar anlatalım. “Türkiye daha iyisini hak ediyor” diyorsak, yanlışlardan dönmek ve bize kadermiş gibi dayatılanları değiştirmek gerekiyor. 

Bastığımız toprağın altında bin medeniyet var, başımızın üstünde sonsuz gökyüzü, bulutlar…  Yağmuru bekleyen verimli topraklar, yeraltı zenginlikleri… Sırtımızı dayayacak çınar da var, yağını çıkaracak zeytin de, dalları yere değen meyve ağaçları da..  Matemiyle bayramıyla yeterince deneyim kazanmamıza imkan veren tarih, kültürel zenginlik, çeşitlilik, emek var, kardeşlik var.  Elbette yokluk, darlık, vasatlık, çürümüşlük de kuşatmış memleketi. Çok darbe gördük, çok yara aldık ama hepten de ölmedik ya! Üretebiliriz, paylaşabiliriz, zor günlere alışığız, her mihnete dayanırız. Unutturulmaya çalışılsa da bozulmamış kimi manevi değerler halen direniyor.  Tek bir şeye ihtiyacımız var “DÜRÜST ve ÇALIŞKAN OLMAK”  Birbirimizin ayağına basmak yerine, dünyayla yarışmak üzere hazırlanmak tek seçeneğimiz.

Tembelliği, kabullenmişliği, boşvermişliği, gıybeti kenara bırakırsak, kalbimizi temiz tutarsak, yeni bir toplumsal sözleşmeye tutunup birbirimize el uzatırsak bakarsanız 2020’de bir şeyler iyi yönde değişir.  Sadece Ortadoğulu olduğumuzu söyleyenlere ve bizi o yöne itenlere;  Balkanların, Kafkasların, yedi iklimin harman olduğu Anadolu’yu yurt edindiğimizi hatırlatırız.

Bir gün mutlaka emeğiyle ayakta duranların nefes alabildiği, adaletin hakim olduğu, gençlerin kaliteli eğitim aldığı, kadınların arkasına bakmadan yürüdüğü, çocukların kahkahalarla güldüğü bir ülkede yaşarız.  Çok zengin olamayabiliriz, dünyanın nizamını değiştiremeyebiliriz ama “Yapamazlar, beceremezler, birbirlerine düşerler” diyenleri çatlatırız belki.  Hiç mi oluru yok, bir gün olsun “azıcık” umut etmeyelim mi?

Gezegen herkesin ama memleket bizim

Gezegen güneşin etrafında dönmeyi sürdürüyor. Serde ve bedende sağlık olduktan sonra tüm seçenekler masada…  Hepinize, sevdiklerinize, herkese MUTLU YILLAR

Sarı-kırmızı sivil toplum öyküsü

Osmanlı İmparatorluğu kayıp ve acılarla dolu son 50 yılına girerken, dönüşümünü tahlil edemediği için çok gerisinde kaldığı Avrupa ile yarışmaya aday kendi insan kaynağını yetiştirmek umuduyla çaktı Mekteb-i Sultani kıvılcımını. 1868’de yedi düvelin burun kıvırmasına hatta şiddetli itirazlarına rağmen o kıvılcım meşaleye dönüştü ve aynı muhitte 500 yılı aşkın bir eğitim geleneğin son temsilcisi olarak halen ülkenin 1 numaralı eğitim kurumu.

Mektebin ihdasından 40 sene, II.Meşrutiyetin ilanından bir ay sonra 1908’de Mekteb-i Sultani Cemiyet-i Hayriyesi ismiyle bir dernek kuruldu.  Kuruluşuna öncülük edenler 1873 yılı mezunu Abdurrahman Şeref Efendi ile 1885 mezunu Yusuf Razi Bey olarak kayıtlara geçmiştir. II.Meşrutiyet rüzgarıyla o dönemin dibacesi “Adalet, Hürriyet, Müsavat ve Uhuvvet” idi.  Cemiyetin amacı da, “Mektebe mensup olanlar (talebe ya da mezun) arasındaki dostluk ve arkadaşlık bağlarının güçlendirilip devam ettirilmesi ve öğrenciler arasında yardıma muhtaç durumda bulunanlara destek olunması” şeklinde tayin edilmişti. Elbette Cemiyet bünyesinde siyaset ile iştigal etmek de memnu kılınmıştı.

Cemiyet üye kaydetmeye, üyeler aidat ödemeye başlamıştı ama derneğin resmi kuruluşu için lazım gelen Cemiyetler Kanunu ancak 1909 yılında yayınlanabildi.  Cemiyet de kanuna dayalı hazırlanan ilk nizamnamesi ile 1910’da Mekteb-i Sultani Talebe-i Kadimesi adıyla Beyoğlu Mutasarrıflığına kaydolmuş oldu.  Bu yazıda işleyeceğimiz Galatasaraylılar Derneği’nin tarihi arka planı özetle bu şekildedir.

Hasta Adam’ın siyaseten ölümüyle bu topraklarda yeni bir mücadele başladı.  Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve çevresindeki idealist, yurtsever çekirdek kadronun bize armağanı olan, maalesef kıymetini bilemediğimiz için yolunu kaybetmiş görünen Türkiye Cumhuriyeti bugün 96 yaşında.

Sivil toplum inisiyatiflerinin epey zayıf olduğu bu ülkede Cumhuriyetimiz ile yaşıt çok az NGO varken, 1908 yılında kurulan Galatasaraylılar Derneği 111 yaşında.

Kardeşlik bilinciyle yetişmiş ve ülke ortalamasının her anlamda üzerinde olduğu varsayılabilecek yaklaşık 6700 üyesiyle topluma yön veren güçlü bir sivil toplum kuruluşu olabilecekken, Galatasaraylılar Derneği (Cemiyet) hakiki potansiyelinden çok uzak, pırıltısı azalmış, toplumda karşılığı olmayan, camianın mensuplarına dahi fayda üretemeyen, her yerde ve her fırsatta iktidar kovalayan mahir bir azınlığın çoğunluk adına kararlar alıp tatbik ettirdiği arızalı bir organizasyona dönüşmüş durumda.

Bugün Cemiyet dendiğinde aklımızda beliren ilk görüntü, Levent Çalıkuşu sokak’taki Dernek lokali. Pek çok Galatasaraylının yılda bir kere bile uğramadığı, yılda bir defadan sık gidenlerin muhtelif konulardan şikayetçi olduğu, Çalıkuşu sokağı mesken tutan rakı müdavimi sadık kadronun gözlerinizin önünde beliren fotoğrafın mütemmim cüzü haline geldiği, futbol maç yayını ya da iyi organize edilmiş keyifli etkinlikler dışında kalabalık toplayamayan vasat içkili lokanta kıvamında bugün Cemiyet ! 

Bu vaziyetten kaç kişi yakınıyor bilinmez ama üyelerinin sahip çıkmadığı hiçbir dernek güçlenemez ve ayakta kalamaz.  Genellikle geçmişle avunarak huzur bulan Galatasaraylılar, bu gidişatı tersine çevirmek için asgari sorumluluklarını üstlenmedikçe bugünümüzü de arar hale geliriz.

Elbet kendimi de bu eleştirilerden azade tutmadan söylüyorum bunu.  Yakın gelecekte silkelenmek ve değişebilmek umuduyla yazılıyor bu satırlar !

Peki ne olmalıydı, nasıl olmalıydı?

Öncelikle Cemiyet lokalden ibaret sayılmamalı, Çalıkuşu sokak’a sıkışmamalı, hayata karışmalı, bazen Galatasaraylıları çağırıyorsa bazen de onlara gitmeli..

Adı üzerinde “cemiyet

-Cem kökünden geliyor kelime, bir araya gelmek, toplanmak, birleşmek… Mekan değil ki öncelik, evvela niyet olacak.

Mekteb-i Sultani mezunu ilk müdürümüz, Osmanlı’nın son vak’a-nüvisi, TBMM’de İstanbul milletvekili, Galatasaraylılar Derneğinin kurucusu Abdurrahman Şeref Efendi’nin deyimiyle “Okul ikinci ailedir, sosyal kardeşlik orada başlar” Okuldan sonraki 13.sınıf olmalı Cemiyet…

Bugün Galatasaraylılar Derneği’nin en büyük sorunlarından biri kayıtlı üyelerinden aidat toplayamamak, Türk Lirası cinsinden 7 haneli bir alacak rakamından söz ediyoruz kurum namına, dile kolay.  Mevcut tüzükte yer aldığı şekliyle Cemiyet’in kuruluş amaçlarından biri olan “maddi yardımlaşma” bu ekonomik tabloyla mümkün değil.. Maalesef bazı üyelerin aidat borçları artık şüpheli alacak kategorisinde değerlendiriliyor zira izi bulunamayan üyelerimiz dahi var.  Dolayısıyla üyelerle sürdürülebilir bir ilişki kurabilmek için kapsamlı bir CRM altyapısı gerekiyor.

Hep birlikte “niyet edip” duvarların ardından çıksak, ekonomik sorunları hafifletsek önümüzde sonsuz seçenek doğabilir.

Mesela Galatasaray Lisesi müdiresinin telefonunda hızlı arama seçeneği olur Cemiyet başkanı, “Mektep’teki öğrencilerin gelişimi için bu koridorları daha önce arşınlamış ablaları ve ağabeylerinden nasıl bir fayda sağlarım?” sorusuna alan açar, cevap olur Galatasaraylılar Derneği.

Ülke ekonomisi üretimsizliğin ve tekrarlayan makro hataların sonucu giderek daralırken 40 yaş üstü beyaz yakalıların en büyük sorunu haline gelecek istihdam çemberinde kalmak.  Bunun için bir tür “yellow-red Linkedin” ağı kurabilir Cemiyet.  Eminim ki etkin bir network kurulursa emek piyasasının gerek arz, gerekse de talep tarafında olan Galatasaraylılar birbirlerine “primus inter pares” gözüyle bakacaktır.

Bunlar da yetmez, böyle köklü bir Cemiyet’in eğitim, bilim, kültür, sanat, adalet, spor, çevre & ekoloji, kent yaşamı hakkında söyleyecek sözü olmalı ve dışarıdaki insanlar “acaba Galatasaraylılar ne düşünür bu konuda?” diye merak edip kulak kabartmalı.

Geçmişten örnek vermek gerekirse 4+4+4 konusu ülkede tartışılırken, benim çok sevdiğim kardeşlerimin de emek verdiği mufassal “Eğitim Raporu” bir panelde tartışılmalı ve kamuoyuna sonuç belgesiyle birlikte takdim edilmeliydi.

Avrupa Birliği tam üyelik müzakereleri tıkanıklığa giderken Türkiye’nin alması gerektiği pozisyonu Galatasaraylı emekli diplomatlar ve akademisyenler tartışıp yeni argümanlar üretmeliydi.

Türkiye’de okul çağında olimpik sporların gelişimi konusunda Galatasaraylılar Derneği ve Galatasaray Spor Kulübü birlikte çalışmalı ve yayınladığı bildirge sonucu Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi veya Spor Bakanlığı “Galatasaray’dan görüş almak üzere” toplantı talebinde bulunmalıydı.

Beyoğlu semti adı tam konulamamış ama planlanmışa benzeyen kültürel işgal ile hızla sıradanlaştırılırken, PERA’nın en eski sahipleri kaybolanları hatırlatarak “durun bakalım” demeli ve farkındalık yaratabilmeliydi.

Kısacası bugün “haydi hanımlar beyler toplanıyoruz, kadehleri tokuşturup eski günleri anıyoruz” romantizminden sıyrılıp, mensuplarının ait olmakla iftihar ettiği bir yapıda hem fayda göreceği hem keyif alacağı yeni ortamı üretmek gerekiyor.  Kolaydan başlarsak, ilk olarak Cemiyet lokalindeki yerleşim ve düzen yeniden ele alınmalı.  İşletmecilerin hizmet standartı kaidelere bağlanmalı, yürüyüş mesafesinde mesela Levent-Etiler-Akatlar’da daha iyi hizmet çok daha uygun fiyata temin edilebiliyorsa bu açmazın da çözülmesi gerekecektir.

Galatasaraylıların ilgisizliği hatta kısmen küskünlüğü de bir vakıa, çözümü ise daha çok iletişim, daha çok paylaşım.  İnsanlara sözlerinin dinlendiğini, katkıların yerini bulduğunu ama ihtiyaçların bitmediğini ve zamanla çeşitlendiğini aktarmak.

Misal biz bizeyken ağır el şakalarına bile çok güleriz de, okulda bir dönem yaşanmış ve insanları yıldıran, ayrıştıran şiddetin (maddi ya da manevi) muhkem geleneğin parçası gibi gösterilmesine razı gelemeyiz.  Varsa bununla ilgili derdi / kırgınlığı / gönül yarası olan, onu da yargılamadan sabırla dinlemeli ve tekrarını önlemek için kafa yormalıyız.

Galatasaraylılar Derneği Mektep aidiyeti ortak paydasında kimseyi ama kimseyi dışlamamalı, “varsın onlar da hariçten gazel okusun” dememelidir. Yaş, cinsiyet, siyasi görüş, başka bir gruba/kuruma/derneğe mensubiyet, Ortaköy / Beyoğlu geçmişi, çarşambacı – perşembeci tercihi vs. ne kadar sınıflama / sınırlama varsa ortadan kalkmasına gayret edilmelidir. Her Mekteplinin sahip çıktığı Cemiyet hepimizin olmalıdır.

Doğrular peşpeşe gelince eminim ki Galatasaraylılar içinden rol modeller çıkacaktır. “Size Galatasaraylılık öğreteceğim” iddiasıyla kardeşlerine yemek ısmarlayan, güzel içen bıçkın abiler ya da afili ağır ablalardan bahsetmiyorum. Oluşuyla, duruşuyla, en doğal ve müdanasız haliyle “vay be” dedirten pırıltılı insanlar kastettiğim.

Ve ben isterim ki Mektepli olmayan arkadaşlarım “Yahu şu Cemiyet’e götürsene bizi, çok keyifli ortammış diye duyduk” desinler.  İsterim ki Mektepli olmayan Galatasaraylılar da gurur duysun, Galatasaraylı olmayanlar imrensin. 

Bugüne dönecek olursak mevcut manzara yürek burkuyor. Camianın sürüncemede kalan hiç bir hakiki derdinin çözülmesi için inisiyatif üstlenilmiyor, sorunlar bilinmeyen geleceğe ertelenmeye devam ediyor.

Şahsi gözlemim odur ki Galatasaray’ın tüm kurumları farklı derecelerde olsa da tıkanmıştır, heyecan yaratma & çözüm üretme enerjisinden epey yoksundur zira çalışkan Galatasaraylılar ya ortada yoktur ya da yol yorgunudur.

Kurumlar arası ilişkiler de önem arz ediyor. Malum tüm Galatasaray kurumları aynı yerden doğdular: Mekteb-i Sultani.  Zaman içinde farklı şekillerde yayıldılar, tanındılar, topluma nüfuz ettiler ve değiştiler.  Bugün aynı DNA’yı taşımanın avantajını kullanarak her fırsatta (1+1=3 edecek şekilde) sinerji yaratmaları beklenirken birbirlerinin ayağına basabiliyorlar.

Burada Cemiyet’in pozitif anlamda öncü olabilmesi gerekir.  İlk kural diğer Galatasaray kurumlarının işleyişine burnunu sokmamak ama aynı zamanda yapıcı fikir üretmek / yargılamadan öneride bulunmak.  İnce bir çizgi bu ama tutturulamayacak bir denge değil. Bunu yapmak için teknik / hukuki bir zaruret de bulunmakta.  Türk Medeni Kanununun 71.maddesi üyeleri mensubu oldukları derneğe sadakat göstermek, amaca uygun davranmak, dernek düzenine uymakla yükümlü kılıyor.  Aynı anda üç Galatasaray kurumuna üye iseniz ve karşınıza çetrefil bir dosya gelirse nasıl karar vereceksiniz??

Kötü örnekle başlayalım, konuyu biraz açalım.

Galatasaray Spor Kulübü Sicil Kurulu üyeleri kendilerine 2018 başvuru döneminin son günü topluca teslim edilen A grubu başvuru formlarındaki imzaların önericiler tarafından atılmadığı ve referansların gerçek olmadığı kanaatine vararak ilgili formları kenara ayırdılar.  Malumunuz kızılca kıyamet koptu.  Galatasaraylılar Derneği mensubu da olan spor kulübü sicil kurulu üyeleri disipline verildi.  Başka bir kurumda önlerindeki Tüzük gereği aldıkları karar nedeniyle, üyesi oldukları diğer Galatasaray kurumunda yargılandılar. Daha trajik olan nokta ise şu:  Camiada birçok insan Mektepli kardeşlerimizin kulüp üyeliğinin gecikmesi ve yaşadıkları mağduriyet üzerine, referans imza işinde (haydi kibarlık edip sahtecilik demeyelim) yakışıksız ve dolambaçlı yollara sapan uyanıkları değil, bu garabeti ortaya çıkaranları mesul tuttular.  Karikatürize edersek bir mahalleye şafak baskını yapılıyor, kalpazanlık çetesinden bir şahıs başkalarına ait çek defterleriyle yakayı ele veriyor, mahallenin yarısı pencerelere çıkarak iz süren polisi “siz müteşebbis ruha karşısınız, bırakın çalışsın çocuklar” diye suçluyor.  Mektepli kardeşlerimizin mağduriyetine sebep olanlar üzdüklerinden bir özür dilemediği gibi, bu mağduriyetten yeni bir öfke, kamplaşma ve kurumlar arası güç mücadelesinde koz devşirilmeye çalışılıyor!

Referans imzanın şekli bir detay, manasız bir prosedür, bürokratik engel olduğunu iddia eden Cemiyet yöneticileri ya da üyeleri Galatasaraylılar Derneği Tüzüğünün 7.maddesine lütfen baksınlar.  Galatasaray Lisesi’nde bir yıl okumuş olmak ve bunu belgelemek gerek ve yeter şart olmalı iken, 5 yıllık iki üyenin başvuru sahibini önermesi ZORUNLU tutulmuş.  “Zorunlu” kelimesinin altını çiziyorum.  Mektepli olmak dışında hiçbir sınırlamanın olmadığı derneğe üye olurken referans zorunlu ama Mektepli olmanın öncelik sağlasa da tek başına yeter şart olmadığı kamu yararına derneğe üye olurken referans imza saçma bir detay, öyle mi?   Aptal yerine konmaktan zevk alır bir hali mi var ki insanların, birileri minareye kılıf dikmeye çalışıyor, anlamak mümkün değil gerçekten 🙁

Samimiyet ve tutarlılığın ne kadar azaldığına dair elimizdeki bu kötü örneğin, bu yılın Mart ayında düzenlenecek Cemiyet seçimlerinde bir tür propaganda malzemesi yapılacağını hissediyorum ve bundan duyduğum rahatsızlığı bilvesile paylaşmak istiyorum. Mektepli kardeşlerimizin yaşadığı hak gaspının faillerini Cemiyet seçiminde aramayı son derece çirkin ve yakışıksız bulurum.

Şimdi gelelim olabilecek “iyi örneğe”

Bendeniz 2009-2011 döneminde Galatasaraylılar Derneği yönetim kurulunda bulundum, birkaç Galatasaray Topluluğu İşbirliği Kurulu (GTİK) toplantısına Cemiyet’in temsilcisi olarak dernek başkanımızla birlikte katıldım. Her iştirakimde israf ettiğim zamana şaşırdım, incir çekirdeğini doldurmayacak konularda fuzuli konuşma heveslerine şahit oldum.

Fakat Sayın İnan Kıraç’ın katıldığı toplantılarda, diğer katılımcıların pek çoğunun sanki İnan ağabeye tebliğ sunar havada gayet ciddi olduğunu ve zamanın efektif kullanıldığını görmüştüm. Açıkçası o tarihlerde GSL ve GSÜ’nün temsil edilmediği toplantılarda, (mekanı da düşünerek) toplantının ev sahibi ve moderatörü Vakıfmış gibi bir intiba edindim.  Dolayısıyla Galatasaray Eğitim Vakfı’nın (GEV) diğer kurumlar üzerindeki tesirini gözlemlemiş oldum.

Mevcut haliyle GTİK kanımca işlevsiz bir mekanizmadır, görev alanlara kartvizit sağlama dışında fayda üretememektedir.  Yine de dağılmadan rehabilite edilmesinde, dönüşmesinde Cemiyet yapıcı rol üstlenmelidir.  Bu kapsamda Galatasaraylılar Derneği’nin bir tüzük değişikliği yaparak Mekteb-i Sultani mahreçli diğer mezun dernekleriyle bir tür konfederal yapıya gitmesi de mütalaa edilmelidir.

Galatasaray Eğitim Vakfı konusunda da İnan Kıraç ağabeyin hal-i hayatında bugüne kadar yaptıklarının arka planını ve kafasındaki Galatasaray tahayyülünü diğer Galatasaraylılarla açıkça paylaşarak gelecekteki GEV modeline ışık tutması çok isabetli olacaktır zira kendisindeki deneyim camiada kimsede yok. Zaman zaman kendisine kızıyoruz belki ama her şeyi de yanlış yapmış olamaz.  Bu deneyim ne kadar çok insana aktarılırsa, o kadar kapsamlı bir analiz ve yol haritasına kaynak sağlayacağını düşünüyorum. Vakfın işleyişine karışmadan, Cemiyet bu konudaki ihtiyacın sözcüsü olabilir.

Camianın önündeki engel nedir?” haricen sorulursa benim pencereden bakınca Galatasaray’da iki şey fazlasıyla noksan:  Samimiyet ve tutarlılık..  Sırf bu yüzden koskoca ülkeye ilham verebilecekken, kendi aramızda dahi farkındalığı artıramıyoruz. Buna üzüldüğümü belirtmeliyim ama düzeltme yolunu bulamadığımız sürece de üzülmekle kalırız, onu da gayet iyi biliyorum.

Galatasaray’ın kurumlarında bilfiil hizmet etmek isteyen insanların en büyük endişesi “lekelenmek” daha doğrusu itibar suikastine uğramamak.  Müşkülpesent olmakla nam salmış Galatasaraylılar birbirlerini kıyasıya eleştiriyorlar. Sağlıklı ve tutarlı eleştiriler iyidir, seçilenleri ve yetki kullananları zinde tutar ama dedikodu ve kara propaganda insanları bu görevlere talip olmaya hatta bir adım öne çıkmaya çekinir hale getirebiliyor. Diliyorum bu seçimde centilmence bir yarış olur, dedikodu ağını geliştiren değil projeleriyle üyelere ulaşan adaylar görürüz.  Üyelere düşen ise mutlaka seçime iştirak etmek ve oy kullanmaktır.  Kampanya döneminde yuvarlak cümleler, hamasi söylemler, çözümsüz eleştirilerden bıkmış olunduğunu göstermek ve adaylardan talepkar olmak gerekecektir.

Listelerde yer alacak tüm Galatasaraylılara can-ı gönülden başarılar diliyorum, kazanan mazbatayı aldığı günün ertesinde ne kadar yalnız kaldığına emin olun çok şaşıracak. O yalnızlığın içinden Galatasaray Lisesi ve mensupları için en doğruya yönelecek basireti, feraseti göstermelerini temenni ediyorum.

Amiral

Yazın beyaz, kışın siyah üniforma giyerlerdi.  Haki yeşile mahkum kara kuru askerlere göre daha elit, daha zarif adamlar gibi gelirlerdi bana.  Heybeliada’ya yanaşırken şehir hatları vapuru, Deniz Lisesinin bahçesindeki çakı gibi öğrencilere imrenirdim 8-9 yaşlarında.

Üç yanı denizlerle çevrili bu güzel memleket ona ve onun gibi nitelikli kurmay subaylara emanetti. Yazımıza konu olan İzmit doğumlu Özden Örnek 1964’te katıldığı donanmada, 2003 yılında Oramiral rütbesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanı oldu.  2005’te görev süresini tamamlayarak emekli oldu. Bugün iktidarın pek severek sahiplendiği MİLGEM’in (yerli üretim gemi projesi) fikir babası ve manevi sponsoruydu.  Astlarının sevdiği, saydığı seçkin bir komutandı.

Birkaç yıl sonra BALYOZ furyasında emekli oramirali de suçladılar.  Darbe günlükleri diye bir iddia ortaya atıldı.  Dönemin savcıları koskoca deniz kuvvetleri komutanının askeri darbe hezeyanı hakkında günlük tuttuğuna inanmamızı bekliyorlardı.  Dijital belgelerdeki sahtecilik konusunda henüz ufku gelişmemiş ülkede, havuz medyasının ve bizzat siyasi iktidarın pompalamasıyla milyonlar onu “alçak bir hain” olarak yaftaladı.  İtibarına göz diktiler Özden paşanın, bu ülkeye hizmetten öte ne günahı vardı anlaşılamamıştı ama devletin içine yuvalanmış çete kurban istiyordu ve kurbanlar günah çukurlarına batmış olmalıydı.

Kapatılan özel yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs” suçundan 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu karar, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nce onandı. Emekli Oramiral Örnek, Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararının ardından tahliye edilmişti. Örnek, bu dava kapsamında tam 1223 gün (41 ay) cezaevinde kalmıştı.  Yeniden yargılama sonucu beraat etti ve haksız yere parmaklıklar arkasında tutulduğu günlerin karşılığı olmasa da 477 bin TL de tazminata hak kazandı.

Maalesef üç ay önce Özden Örnek’in oğlu Burak kanserden ötürü vefat etti.

Bugün de oramirali toprağa verdik ve muhtemelen Balyoz mağduru Özden Örnek vakitsiz kaybettiği oğluyla geçiremediği o 1223 güne kahrolarak son nefesini verdi.

“Adalet mülkün temelidir” levhasının asılı olduğu mahkeme salonlarda yargılanırken, mülkün kime ipotekli olduğunu biliyordu Özden paşa… Savunmasında dile getirdiği pek çok şey (Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmaya çalışan organize bir çetenin varlığı) dikkate alınmadı.  Pensilvanya’da mukim T.C. düşmanı emekli vaiz henüz FETÖ ünvanı almadığından olsa gerek, o mahkeme salonlarına hiç uğramayan adalet amirale de tesadüf etmedi.  Müstakil bir yapı olarak devlet adaleti tümden kaybetmişti.

Devletin dini adalettir” sözünü çok sevenler bilsinler ki, konu adaletse, siyasal islamcılık sadece dönemsel çıkarları ve özel yandaşları kollayan dinsiz devlet tercih eder.

Denizlerin hakimi de olsanız, bir emrinizle onlarca korvet, fırkateyn, denizaltı ve onbinlerce denizci sefere de çıksa, devasa bir bütçeyi de yönetseniz, devlet protokolünde müstesna yeriniz de olsa eğer o ülkede yok ise ADALET ister gariban, ister amiral her bir yurttaşın hayatı kararabilir.  Oysa ADALET kutup yıldızı gibi olmalıydı, herkes ona bakarak kendine çeki düzen vermeli ya da yönünü tayin etmeliydi.  Kurumsal ünvanında adalet kelimesine yer vermiş siyasi partinin kesintisiz iktidarında yaşandı, pek çok adaletsizlik gibi bu anlattıklarımız da!

Adaletsizlik karşısında tarafsız kalıp, aslında zalimin tarafını seçmediğimizin şahidi olsun bu satırlar…

Her daim saygıyla yad edileceğine inandığım Oramiral Özden Örnek’e Allah’tan rahmet, silah arkadaşlarına, büyük acılarla peş peşe yüzleşen kederli eşi Sevil hanım’a ve diğer oğlu Tolga Örnek’e sabırlar dilerim.

A_Ş_K Markası

Bütün marka yöneticileri, pazarlama direktörleri, CEO’lar, girişimciler, patronlar mutlaka şu anlatacağıma benzer bir rüya görmüştür.

Rüya bu ya, isterler ki markaları herkes tarafından bilinsin, toplumun her kesiminde ilgi uyandırsın, pazarlama faaliyetlerinde minimum bütçe ile en yüksek etkileşime ulaşılsın, müşteriler hevesle mağazaların kapısına yığılsın, o tutkulu müşteriler fayda/maliyet hesabından önce duygusal gerekçelerle para harcasın.  Üründen/hizmetten memnun olmayanlar hatta satın alma kararlarını erteleyenler bile markadan kesinlikle kopamasınlar, saplantılı şekilde markayı övmeye devam etsinler.  Diğer markaları neredeyse yok sayacak kadar sadık olsunlar.

Rüyanın adı Lovemark (aşk markası), uzun ömürlü ve imrenilen tüm ilişkiler gibi hem yüksek dozda sevgi hem de büyük saygı gerektiriyor.

Rüyayı şimdilik bir kenara park edelim, son kullanıcıya ürün ve hizmet götüren GSSTORE mağazalarında bu haftasonu yaşanan alışveriş çılgınlığı üzerinden bir pazarlama kampanyasının ana unsurları hakkında hatta iyinin de iyisi olabilir mi diye biraz kafa yoralım.

Bu tarz kampanyalarda ticari amaç satış gelirini artırmak, stokları eritmek, gün sonunda kar elde etmek olabilir.  #YellowFriday ise şenlik havasında geçti, ticari projeksiyonların çok ötesinde heyecan dalgası yaratırken Galatasaray markasının müşterileri nezdinde sadakat testinden yıldızlı pekiyi aldığı bir sürece dönüştü.  #YellowFriday ismini ortaya atan Galatasaraylı Sayın Gökhan Bilek’e , mağazalarda bilfiil emek veren yönetim kurulu üyelerimize, mağaza müdüründen kasiyere tüm GS Mağazacılık ve Perakendecilik A.Ş. çalışanlarına ve emeği geçmiş herkese şükranlarımı sunarım.

Burada amaç tek bir günde ya da belirli hafta sonunda ciro rekoru kırmaktansa, en çok sayıda insanı mağazalara getirmek ve işlem adedi olarak olabilecek en yüksek sayıya ulaşmaktır.  Kalıcı başarı herhangi bir derdinizi çözmeyecek bir günlük kar ile değil, büyük kitlenin mobilizasyonuyla sağlanacaktır.   Peki bundan sonra ne olur ? “Çok tutan filmlerin devamı çekilir” dersek, #YellowFriday 2 için bazı önerilerde bulunalım.

Kampanyanın ana teması “mağazalara toplu hücum” olduğuna göre önce satış noktalarında maksimum stok seviyesine ulaşmak gerekiyor.  Fazlasıyla ürün, pek çok beden ve renk seçeneği düşünülünce ufak metrekareli mağazalar ya da depolama alanının dar olduğu yerlerde bazı ürünlerin yok satmasını engellemek için pratik lojistik çözümler de düşünülebilir.

Malı raflara dizdik, depomuz tıkabasa dolu, tüm izinler iptal, güleryüzlü personel hücumu karşılamaya hazır ise ikinci konumuz teknik işleyiş.  Kasa-POS entegrasyonu, barkod okuyucular, işlem hızı, aşırı yüklenmeden kaynaklanacak sorunların hızla çözümü, gerekirse yedek mobil POS ile ikinci kasa fonksiyonu ifa edilmesi (mevzuat açısından mümkün ise), kasa kuyruğunun doğru idare edilmesi, daha önceki günlerde yapılmış alışverişlere dair o gün iade/değişim işleminin yapılmaması gibi detaylar önemli.

Galatasaray’ın elindeki iletişim kanallarının etki alanı tartışılmaz, dolayısıyla yeteri sayıda potansiyel müşteriyi tetikledik diye varsayabiliriz. Peki bu insanlar nasıl gelecekler, en yakın GS Store nerede?  İlk akla gelen gsstore.org web sitesine bakmak ama ya aşırı yoğunluktan siteye ulaşılamıyorsa, 502 Bad Gateway gibi anlamsız mesajlarla tıkanıyorsa tıklamalarınız ??

Mağazaların adres ve telefonları galatasaray.org üzerinde de bulundurulmalı, ki mevcut http://galatasaray.org/s/magazalar/70

Daha da ileri götürüp büyükşehirlerdeki ulaşım akslarına göre dağılım ya da AVM içinde bulunanlara göre ayrım verebiliriz. Metro hattına yakın olanlar, metrobüs hattına yakın olanlar, iskelelere en yakın mağazalar, otopark kolaylığı açısından AVM stores..vs…

Müşterimiz girdi mağazaya, ona ürün çeşitliliği dışında somut ne vaat edelim ki satın alma kararı etkilensin? 3 al 2 öde gibi teklifler, anlaşmalı bankalardan ekstra taksit ya da ödül puan(bonus), belirli bir periyod için mağazaya özel fırsatlar, fiş bedeli belli bir tutarı geçince özel koşullar gibi hamleler genelde sonuç verir.

Peki iletişim kanallarındaki genel duyurular haricinde hangi müşterileri alışverişe bilhassa davet edelim? İşte burada segmentasyon ve CRM işin içine giriyor. Birkaç örnekle açıklamak gerekirse:

  1. GS Bonus Card ile en az 6 ay önce GS Store alışverişi yapmış, bir daha gelmemiş müşteriler
  2. GS Bonus Card’ı sadece öncelikli bilet alımında kullanmış, VISA/Mastercard olarak alışverişlerinde hiç kullanmamış kişiler
  3. GS logolu Passolig sahipleri (bu datayı ilgili bankadan elde edebiliyorsak)
  4. Eğer ayrıştırılabiliyorsa birer online hediye çeki göndermek suretiyle en sadık GS Store müşterileri (bir yılda en çok işlem yapanlar, en çok para harcayanlar)

Elbette beş kıtada, 81 vilayette müşterisi olan bir marka için teknolojinin nimeti e-ticaret.  Şunda anlaşalım, anlık anormal trafik yüküyle her site göçebilir ya da birbiri ardına açılan sayfalarda yavaşlama olabilir.  Önemli olan maksimum yükü tahmin edip çeşitli önlemler alabilmek.  Örneğin server yükünü load balancing ile dağıtmak, evvelden hosting firmasıyla görüşüp sanal sunucular kiralamak, 3D secure işlemlerdeki yoğunluğu düşünüp gerekirse bankaları uyarmak gibi..

Seçilen mağazalarda alışveriş yapanlarla kısa röportajlar gerçekleştiren GSTV daha sonra ilgili kişilerin e-posta adreslerini alıp, 1-2 dakikalık röportaj görüntülerini günün hatırası olarak o Galatasaraylılara gönderir.  Hatta mikrofon uzatılan herkese bir tane de standart soru sorulur.  Duygusal değeri olan ya da ölçüm amaçlı olabilir yöneltilen soru. Verdikleri cevapların kullanılmasına onay verenlerin görüntülerinden kısa bir kolaj film de çıkabilir.

Bazı mağazalarda kısa süreli “celebrity” kullanmak da düşünülebilir. Sevdiğiniz aktör size alışveriş torbanızı takdim etse, beğendiğiniz gazeteci mağaza girişinde “hoş geldiniz” dese, eski bir sporcumuz aldığınız formayı sıcağı sıcağına imzalasa… Üstelik bunlar büyük bütçeli reklam prodüksiyonu değil de, alışveriş yapanları gülümsetmek isteyen Galatasaraylıların emeğinin ürünü olsa…

Alışverişi tamamlayanlara günün hatırası küçük bir anahtarlık, iğneli buton rozet (badge) ya da magnet verirsiniz, üzerinde “Yellow Friday” ya da “Yellow-Red Weekend” ibaresi bulunur.  Herkes baktıkça kalabalık alışveriş gününe dair deneyimini hatırlamaya devam ederken, hatıra ürünü görüp soranlar sayesinde “word of mouth” etkisi de artırılır.

E-ticaret sitesinden alışveriş yapanlara şık paketlerini kargo şirketi vaktinde ulaştırmalı hatta ona da küçük sürprizler eklemek mümkün.. Mesela haftaya futbol takımının Sivasspor deplasmanında. #YellowFriday rüzgarında illa ki Sivas’ta yaşayan Galatasaraylılar gsstore.org sitesinden ürün satın aldılar. Misal 20 yaşındaki bir öğrencinin kapısını çalsa elinde paketle Fernando Muslera, o gencin hayatındaki en şahane anlardan biri olmaz mı?  GSTV o şaşkınlık ve mutluluk anlarını kaydetse hatta?  Ya da Sivas’ta bir ustabaşı işyerinin adresini vermiş olsa kargo teslimatı için.. Dükkandan içeri elinde paketle Fatih Terim girse ne olur sizce? İnan edin, yıkılır Sivas Organize Sanayi 🙂

Elbette bu tip organizasyonlara katılım için profesyonellerin kontratlarında özel hükümler olması gerekir, “takımın konsantrasyonu dağılır” gibi karşı argümanlar her daim mevcuttur ama kabul edin gündeme oturur, pek çok insan “belki bir gün benim de kapım çalınır” diye mutlu olur.

Burada bir parantez açıp, yukarıda dile getirilen önerilerin kısa vadeli kampanya başarısını parlatmaya dönük olduğunu söylemek durumdayım.  Zamandan bağımsız realiteye bakarsak, bizdeki temel sorun marketing kavramının tekstil ürünü tasarlamak, mağaza açmak ve ürünleri satmaktan ibaret sanılmasıdır. Galatasaray Mağazacılık ve Perakendecilik A.Ş. yalnızca NIKE ya da Hummel forma satan bir organizasyon değildir.

Pazarlama fikrinin pamuklu kumaş satmaya indirgenemeyeceğini Galatasaraylılara anlatabilmek ve “takım kazanırsa forma satarız, top çizgiyi geçmezse müşteri gelmez” kısır döngüsünü kırabilmektir asıl zorluk.

Amerikalı satış gurusu, motivasyon ustası Zig Ziglar satın alma kararının önündeki beş engeli özetle sıralamış.

Teorik olarak baktığınızda #YellowFriday kapsamında mağazalara hücum etmek ihtiyaç mıydı?  Ekmek fırını değiliz, ertelenemez bir ihtiyaç söz konusu değildi  (NO NEED)

Ekonominin pek de iyi sinyaller vermediği dönemde çoğumuz hesabımızı bilmek zorundayız, açıkçası zaruri olmayan harcamaları erteleme eğilimi inkar edilemez (NO MONEY)

Cuma ya da cumartesi günü almasak NIKE forma ya da kırmızı t-shirt, tarifeli uçağı mı kaçıracaktık?  Hayır, demek ki (NO HURRY)

İhtiyacımız yoktu, paramız pek kıymetliydi, acelemiz de yokken niye deliler gibi izdiham yarattık, derdimiz neydi?  Zig Ziglar ustanın formülündeki dört ve beş bizi anlatıyor.

DESIRE.. Biz Galatasaray’a tutkuyla bağlıyız, sarı-kırmızıyla hemhal olmayı, Galatasaray ile anılmayı arzuluyoruz.  Gizleyecek halimiz yok, öyle böyle değil ÇOK seviyoruz

TRUST.. Bir şekilde Galatasaray’a güveniyoruz, ona yaslanma ihtiyacı duyuyoruz. Bizi üzdüğünde hatta hayal kırıklığına uğrattığında bile “ulan Galatasaray” deyip sarı-kırmızıya daha sıkı sarılıyoruz.

Kısacası mağazalara koşan, web sitesini çökerten, kuyrukta beklerken şikayet etmeyen, kısıtlı gelirinden hatırı sayılır miktarı kasaya bırakan bu kitle, tutku ve itimat ile kuşanmış.

Öyle bir kitle ki bu; göz kırpsanız, gülümseyip el sallıyorlar.

Ses veriyorsunuz, yaklaşıp sizi duymaya çalışıyorlar.

Çağırırsanız, size doğru koşuyorlar.

Satın alır mısınız?” diye sorunca adeta mağazaları yağmalıyorlar.

1950’lerin meşhur Tepebaşı gazinosunda Müzeyyen Senar dağı taşı inleten sesiyle “çile bülbülüm çile” yi söylerken mikrofonu dinleyicilere çevirince tüm gazino müşterisini o an avucuna alır, istisnasız herkes “Allaaah” diye hariçten gazel atarmış.  Bir Diva değilsiniz ama siz de “sarı” diye mırıldanıyorsunuz, onbinlerce kişi “kırmızıııı” diye gürleyip mağazalarda izdihama yol açıyor.

Yazının başında anlattığım fantastik rüyayı size günlük hayatta sunan, bunu da tevazu ile gerçekleştiren bir aileye sahibiz demek ki…

Sakın ola kırmayın bu insanları, üzmeyin iyi niyetli Galatasaraylıları…

KOÇ Holding ve GALATASARAY Spor Kulübü

Yıllar sonra yakın dönem tarihi hakkında araştırma yapmaya niyetlenenler bu yazıya denk gelir mi bilemiyorum ama 23 Ekim 2017 günü Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu rota veya irtifa hakkında iki çarpıcı örneği önümüze koydu.

Bu iki örneğin ortak noktalarına baktığımızda hedef gösterme, manipülasyon, dezenformasyon, histeri, bol miktarda paranoya izine rastlıyoruz.

Aslında hepimizin talihsizliği şu ki; önce dizayn edilen sonra da çarpıtılan algıların, gözler önündeki hakikatin önüne kolaylıkla geçiverdiği bir dönemde yaşamak durumundayız.

Çamur at, izi kalsın” zihniyeti uzun zaman sonra en verimli dönemini yaşamakta, tutkala benzeyen kıvamla hazırlanan iftira çamuru sonunda muhakkak din / siyaset / terörizm üçgeninde uygun bir noktaya adresleniyor.

Bermuda şeytan üçgenine rahmet okutacak bu mayınlı araziye düştüğünüzde haysiyet cellatlığı için sıra bekleyen organizmalar müthiş bir iştahla saldırıya geçiyor, etkileşimin birbirini gaza getirme olarak anlaşıldığı sosyal medyada darağaçları kuruluyor, son yıllarda gelenekselleşen sanal linç ile hikaye zirve yapıyor.  Hikaye yeterince köpürtülüp ucuz senaryo haline getirilmişse sonu bazen mahkemeleri meşgul edecek iddianamelere bile dönüşebiliyor.

Gelelim bu yazının konusu iki örneğimize:

Sanata verdiği desteklenen bilinen KOÇ Holding 24 farklı sanatçının eserlerini bir araya getiren bir sergi düzenlemiş.  Sergiye İstanbul Üsküdar’daki Abdülmecid Efendi Köşkü ev sahipliği yapıyor.  Abdülmecid Efendi Osmanlı hanedan mensubu ve son halife… Sanatseverlerin beğenisine sunulan ve ilgi uyandıran eserler nedense birilerini rahatsız ediyor.  Serginin edepsizlik, ahlaksızlık timsali olduğunu, kutsal mekana !! ve ecdadımıza !! saygısızlık olduğunu söyleyen birkaç serseri mekanı basıyor, sanat eserlerini parçalamaya kalkışıyor.  Saldırganların dilinde “laiklik bu mu?” “ülkeyi siz mahvettiniz” gibi garip meydan okuma cümleleri var.  Olayın vandalizm ve yağma konu başlığı altında suç kapsamına girip, kamuoyu tarafından kınanması beklenirken KOÇ Holding suçlanıyor, saldırgan güruhun tahrik edildiği iddia edilebiliyor.

Olayın mağduru sergiyi düzenleyenler ve saldırı anında köşkte bulunan sanatseverler iken, KOÇ Holding açıklama yapma zarureti hissediyor ve ekte göreceğiniz yazılı açıklamayı paylaşıyor.

https://www.koc.com.tr/tr-tr/koc-gundem/haberler/Sayfalar/abdulmecid-efendi-kosku-aciklama.aspx

Görüldüğü üzere köşkün cami ya da mescit olmadığı, kendilerine müslüman diyen saldırganların mihrap sandığı yapı unsurunun şömine olduğu, müminlerin günde beş vakit yöneldiği kıblenin hangi yönde bulunduğu gibi detaylar sıralanmış.

Böylesine açık ve çirkin bir saldırıya muhatap olanların, tamamen aşikar olanı aptala anlatır gibi tekrarlamak zorunda hissetmesi çok hazin ve endişe verici..  Ülkenin manevi ikliminin çölleştiğinin, değerlerin yozlaştığının, topluca hezeyan içinde olduğumuzun göstergesi.

Saldırının gerçekleştiğinin günün akşamı bu kez kentin Avrupa yakasında Galatasaray – Fenerbahçe futbol maçı var.  Galatasaray’ın ev sahipliğinde oynanacak İstanbul derbisinde 50 bin futbolsever bir araya gelmiş.  Galatasaray’ın tribün grubu ultrAslan yüzlerce kişinin emeğiyle hazırlanmış ve benzer örnekleri hayranlık uyandırmış görkemli bir koreografi hazırlığında.. Endüstriyel futbolun unsurlarından biri bu görsel şovlar ve maçın başlamasına birkaç dakika kala kale arkası tribünde dev koreografi meraklı gözlerle buluşuyor.  Amerikalı aktör Slyvester Stallone ile anılan ROCKY filmine atıfta bulunulan dev bir görsel hazırlanmış. Verilen mesaj ise “ayağa kalk” !

Süper Ligde açık ara lider durumdaki Galatasaray futbol takımının dört nala şampiyonluğa koştuğunu bilenler için mesaj ilk başta anlaşılır değil.. Oysa dikkatli futbolseverler geçtiğimiz sezonun sonunda Galatasaraylı futbolculara değer atfeden, destek olan aynı mesajın tribünlerde pankart olduğunu hatırlıyorlar.

Sonra bir gümbürtü kopuyor sosyal medyada, rakip kulübün maaşlı beslemesi olan bir twitter hesabı konuyu döndürüp dolaştırıp Pensilvanya’daki iblise bağlıyor.  Biz Rocky’e “ayağa kalk” diyen kurt antrenör Mickey Goldmill diyoruz, bazıları mesajın solak boksöre değil emekli vaize verildiğini iddia ediyor.  Bizim çocuklar takıma destek peşinde, onlar teröre destek iddiasını seslendiriyor.  Rocky Balboa’nın Philadelphia eşrafından olması bile argüman haline getiriliyor.  Galatasaray’ın başarılı olmasından her daim rahatsız olanlar TV programlarından, gazete sütunlarından kopup gelmiş elde tuzluk koşturuyorlar.  Buraya kadar ciddiye almasak da, Başbakan Binali Yıldırım’ın soruşturma talimatı verdiği basında haber oluyor. Binali Bey’in kendi deyimiyle yine abidik gubidik işler oluyor!!

Nihayet bu furya öyle noktaya vardı ki, tıpkı KOÇ Holding gibi, GALATASARAY SPOR KULÜBÜ de resmi web sitesinden bir açıklama yayınlamak zorunda kaldı.

http://galatasaray.org/haber/kulup/kamuoyunun-bilgisine/36776

Sahada bileği bükülmeyene bel altından vurmaya çalışanlara geçmiş örnekler tek tek hatırlatıldı, ahlaksızlığı şiar edinenlerin mahçup olması elbette beklenmiyor.

Türkiye’nin iki önemli kurumu, eş zamanlı olarak ülkedeki ruhsal çürümeye, kültürel yozlaşmaya, itibar suikastlarına cevap yetiştirmek durumunda kaldı.

İnsan ister istemez düşünüyor, ülkeyi 15 yıldır yöneten iktidarın ısrarla tekrarladığı “yeni Türkiye” resmine pek uygun düşmeyen iki kurum benzer alerjik reaksiyonları mı tetikliyor?

Tarih öncesi çağ gibi anlatılan eski Türkiye’nin 91 yıllık en büyük müteşebbisi ile 112 senelik en köklü spor kulübünün aynı gün zır delilerin attığı taşları meşum cehalet kuyusundan temizlemeye çalışması tesadüf müdür?

Elbette kesişen bu hikayelerin ortak teması cehalet.. Biz çocukken bu ülkede cehalet hor görülen bir noksandı, cahil olmak üzüntü kaynağıydı. En çok da bilmemek değil öğrenmemek ayıptı. Cahil kusurunu bilir, her lafa girmekten edep ederdi. Hakkıyla bilene, aklı yetene gıpta ederdi.  Cehalet ve haset yan yana geldiğinde ise bugünkü kadar aktif ve  saldırgan değildi.

Türkiye’nin hangi ayarlarıyla kimler ne zaman oynadı bilinmez ama artık cehalet örgütlü bir kalkışma içerisinde. Her konuda fikri olanlar, her fırsatta yalan söyleyenler, her secdede kıblesi değişenler revaçta!

Cahil artık noksanından utanmıyor, “biz daha kalabalığız” diye kasılıyor, kibirle birlikte kabalaşıyor, saldırganlaşıyor.

Halife Abdülmecid Efendi’nin nü tablolar yapmış olmasına içerliyor, dindar olduğu için benimsediği II.Abdülhamid’in 19.yüzyılda hiç toprak kaybetmediğini zannediyor, Kanuni Sultan Süleyman’ı TV dizisinden öğreniyor ama oğlu padişah II.Selim’i ecdat olarak kabul etmiyor.

Türkiye’nin bilgili, vicdanlı aydınlarının en az 20 senedir birliğimiz ve dirliğimiz için tehdit olarak görüp ilgilileri sürekli ikaz ettikleri Pensilvanyalı hainle dün iş tutanlar, bugün “sen öcüsün, o bölücü, öteki de Fetöcü” diyebiliyor.  Öyle bir turnusol kağıdı haline geldi ki bu suçlamalar, başkalarına etiket yapıştırmak için en çok bağıranların o karanlık organizasyona en çok hizmet edenler olduğu artık saklanamıyor.

Ülkenin bu dönemi üzerine 20-30 yıl sonra araştırma yapanlar belki bu yazıyı görmeyecekler ama 94 yıllık cumhuriyetin itibarını ilmek ilmek örenlerle, bu güzel ülkeyi itibarsızlaştıranları tarih aynı kefeye koymayacaktır. İşte buna eminim.

Umutsuzluğa düştüğünüzde, içiniz karardığında, hani biraz motivasyona ihtiyaç duyduğunuzda ROCKY 2 filminin soundtrack’inden “Going the Distance” dinleyebilirsiniz.  Grazie mille Bill Conti, teşekkürler ! (kardinal değil ha, besteci.. yanlış olmasın)