Çok değil beş ay önce Beylikdüzü’nde yaşayanlar dışında pek kimse tanımazken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı oldu Ekrem İMAMOĞLU. Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere pek çok kişi ona fazla şans tanımamıştı.
Ülkenin içine itildiği çıkmazın yarattığı hoşnutsuzluğa ek olarak, 31 Mart seçimlerine kadar sürdürdüğü başarılı kampanya sonucu, ülkede herkesin tanıdığı ve AKP’ye oy vermeyenlerin dahi antipati duymadığı son başbakan Sayın Binali Yıldırım’ı az farkla geride bırakarak büyükşehir belediye başkanı seçildi.
Takip edebildiğim kadarıyla seçim gecesinden itibaren başarılı kampanya yürüten yerel siyasetçi kabuğunu geride bırakarak büyük oynamaya başladı İmamoğlu. AKP cenahından gelen üçbin küsür oy farkla seçimi aldıklarına dair zamansız açıklaması sonucunda standart bir CHP adayı “İstanbul için hayırlı olsun” diyerek Anadolu Ajansı eliyle manipüle edilen neticeyi kabullenir ya da kendine hakim olamayıp ahbabı gazeteciye “adamlar yine kazandı” diye mesaj atabilirdi. Ekrem İmamoğlu ise elindeki sarih verilere güvenen bir lider olarak defalarca kameraların önüne çıkıp, insanları düzenli bilgilendirdi. Kelimelerine özen gösterdi ama çekinmeden “biz kazandık” dedi, bu sayede umut ayakta kaldı, sandıklar terk edilmedi. Bu sayede çuvallar kaybolmadı, çöplüklerden binlerce oy pusulası çıkmadı. İstanbul’a ve İstanbul seçmeninin iradesine sahip çıkıldı. Üstelik bu yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi (Sn.Canan Kaftancıoğlu) ya da İYİ Parti’nin (Sn. Buğra Kavuncu) başarısı değildi, bizzat İmamoğlu’nun kurup idare ettiği ekiplerin de çok emeği olduğu konuşuluyor. Ekrem başkanın organizasyon becerisi inkar edilemez. Kısacası İMAMOĞLU kimsenin hakkını yemedi ama hakkını da yedirmedi. 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece herkes onun yerleşik kalıplara uymayan biri olduğunu artık anlamıştı. Dolayısıyla yerel politikacı olarak başladığı yarışta emeğiyle sivrildi, siyasette bir üst lige çıkmış oldu.
İmamoğlu’nun çetin ceviz olduğu anlaşılınca, bu kez hak edilen mazbatayı vermemek için tam 17 gün ipe un serdi birileri. Caddeler, sokaklar, semt pazarları, stadlar “MAZBATAYI VER” çığlıklarıyla yankılandı. Akla ziyan geciktirme denemelerinin sonunda nihayet mazbata seçilmiş başkana takdim edildi ve Saraçhane’deki makama geçildi. Gel gelelim 19 gün sonra 6 Mayıs günü Yüksek Seçim Kurulu (YSK) darbesi ile artık yalnız kağıt üstünde hukuk devleti sayılabilecek ülkenin kanunlarına bir defa daha takla attırıldı, hakkaniyet hiçe sayıldı, aynı zarftan çıkan dört oydan üçü helal biri haram kılındı ve mazbata sahibinden (ç)alındı. Aynı şey AKP’nin başına gelse yani seçimin güvenliğini yüzlerce kez överek seçmene güven telkin etmiş olan YSK mazbatayı önce Binali Yıldırım’a verip sonra geri alsa bunun muhafazakar seçmenin zihnine ikinci 28 Şubat olarak kazınacağını, itinayla kabartılan mağduriyetin şarkılara, filmlere konu olacağını biliyoruz değil mi? Demokrasiye yaşatılan travma asla azımsanmamalıdır. Bu yapılan haksızlık hafife alınamayacağı gibi şaka, mizah kaldıracak bir konu da değildir.
Bu satırların yazıldığı andan 24 gün sonra 23 Haziran 2019 günü İstanbul yeniden sandığa gidecek. Bu kez sandığa tek bir oy atılacak. Saadet Partisi adayı Necdet Gökçınar beyefendiye haksızlık etmek istemem ama gidişat belli ya İmamoğlu ya da en yakın rakibi seçimi kazanacak. Ekrem İmamoğlu siyaseten bir üst lige çıktığı için yeni rakibi daha güçlü, daha etkili ve daha cüretkar biridir. Onu iyi tanıyorsunuz, hepimiz çok iyi tanıyoruz.
Bugün İstanbul seçimine dair kafamdaki notları derleyip toparlamak istedim.
Hatırlanacaktır, 1994’te Refah Partisi yerel seçimlerden zaferle çıktığında, genel başkan Prof.Necmettin Erbakan basının önüne iki prensiyle çıkmış ve Ankara’da galip gelen İ.Melih Gökçek’i TÜRKİYE Şampiyonu, İstanbul’da kazanan Recep Tayyip Erdoğan’ı ise DÜNYA Şampiyonu olarak ilan etmişti. AKP genel başkanı Erdoğan siyasi kariyerinde adım adım yükselirken çıktığı semti, yetiştiği kenti, onu emsalsiz başarılara götüren İstanbul’u hiç unutmadı. Unutamadı.
Peki ya “İstanbul benim sevdam” diyen, Ankara’da makam sahibi olduğu halde İstanbul’a hasretini saklamayan, İstanbul’da her olan biteni, bilhassa doğan ve doğacak rantı gün gün takip eden Erdoğan 31 Mart seçimleri öncesi partililerine ne demişti?
“Unutmayın, İSTANBUL’DA TEKLERSEK TÜRKİYE’DE TÖKEZLERİZ. İstanbul’da metal yorgunluğu olursa Türkiye’de paslanırız”
Ya 31 Mart seçimlerine bir hafta kala Cumhur ittifakının ortaklaşa düzenlediği mitingde ne diyordu Devlet Bahçeli:
“İstanbul cumhur ittifakının hassasiyet ve haysiyet merkezidir. İstanbul demek TÜRKİYE demektir. İstanbul sıradan bir şehir adı değildir. Bu SİPER düşerse Türkiyemiz gider, nice miras ve emanetler kararır”
Bu iddialı söylemler İstanbul’u kaybetmenin sindirilemediğini ve YSK’ya adeta sipariş verildiğini ispatlar nitelikte değil midir? Elbette müjdelenmiş şehri kaybetmenin hissi tezahürü değildi bu geri alma çabası, sanırım ilk kez Watergate skandalının ortaya çıkarılışını konu eden 1976 yapımı All the President’s Men filminde duymuştuk şu repliği: Always follow the money (her zaman parayı takip et)
Bilindiği üzere YSK sandık kurullarının teşkilinde kamu görevlisi (devlet memuru) olmayan kişilerin bulunmasını ana gerekçe olarak göstererek İstanbul seçimlerini iptal etti (2019-4219 sayılı YSK kararı). Tek parti döneminde “hamili kart yakınımdır” referansı olmadan kamuda tayin ya da atama yapılamadığı, 16 Nisan referandumu sonrası rejim değişikliğiyle devlet ile hükümet arasındaki ayrımın iyice bulanıklaştığı, sürüden ayrılanı kurtların kaptığı dönemde pasaportu, kariyeri, aile şerefi hatta hayatı ve hürriyeti işvereni olan devletin (hükümetin) elinde olan kamu görevlilerinin seçimde görev alacak en tarafsız kişiler olduğuna kim karar veriyor? İlçe ve il seçim kurullarında görev alanlar ağırlaşan siyasi baskıyı ve haklarında açılabilecek soruşturmaları göğüsleyebilir mi? Seçim yeniden itiraza konu olursa, aynı YSK’nın yine 7 üyesi marifetiyle acayip kararlar vermeyeceğine emin miyiz? Josef Stalin oy verenlerin aslında bir şeye karar vermediğini, asıl kararın oyları sayanlara ait olduğunu söylerken tamamen haksız mıydı? Çoğaltılabilecek sorularla karamsarlık yaymak ya da panik havası oluşturmak değil muradım ama bilelim ki aslında “her şey daha zor olacak” Bu zorluğu bilerek hatta akla gelmeyen tuzakları da gözeterek umudu büyütmeli ve siyasi mücadele aynı şevkle devam ettirilmelidir.
Sayın Ekrem İmamoğlu az hata yapan ve kendi içinde tutarlı bir siyasi profil olarak öne çıkıyor ama ben müsaadesiyle şeytanın gör dediği üç detaya dikkat çekeceğim.
İlk olarak 6 Mayıs 2019’da seçimin yenileneceği ve verilen mazbatanın iptaline karar verilmiş olduğu ilan edildiği andan itibaren İBB ve bağlı şirketlerinin sosyal medya hesaplarının tutumu ve dili anında 180 derece değişmişti. Örneğin aynı gün ikindi namazını müteakip gömülen fesli Kadir Mısıroğlu hakkında tek kelime edemeyenler, YSK kararından sayılı dakikalar sonra sözde tarihçiye övgüler düzüp rahmet dilediler. Buradan anlıyoruz ki, 19 günlük Saraçhane mesaisinde İBB sosyal medya hesaplarının admin panellerine ulaşılamamış ve tam yetkili kullanıcı şifreleri teslim alınamamış. Bir daha bu boşluğa düşülmemelidir. Sayın İmamoğlu seçildikten sonra belediye çalışanlarına hitap ederken işini doğru yapanların endişelenmemesi gerektiğinin hep altını çizmişti. Kanımca bu kez seçim dönemlerinde siyasi kampanya neferi gibi çalışarak zehirli dile ortak olanların, geçmiş dönemin hesabını veremeyenlerin ve şaibeli işlere karışanların ipinin çekileceği ve hukuk çerçevesinde sonuna kadar iz sürüleceği üstüne basa basa vurgulanmalıdır. İBB özel kalemine ait çok sayıda makam aracını Yenikapı meydanında sergileme vaadi benzeri hamlelerle akıl almaz israfın halka teşhir edilmesi son derece doğrudur. Filipinler’i uzun yıllar yöneten Bayan Imelda Marcos’un binlerce çift fiyakalı ayakkabısının daha sonra kurulan bir müzede halka sergilenmesi, baskı ve yolsuzlukla hatırlanan karanlık Ferdinand Marcos dönemin unutulmaması adına dünyada akla gelen örneklerden biridir.
Elbette işin esası tam tamına 26 milyar 760 milyon Türk Lirası gibi devasa borç yüküyle devralınacak büyükşehir belediyesinde geminin nasıl yüzdürüleceğidir. İsrafı önleyerek bu borcun faiz yükünü hafifletebilirsiniz ama İBB Meclisi ve Ankara tarafından yola taş konacağını bilerek ana paranın nasıl eritileceğini dikkatle planlamak gerekecektir. Ekrem başkanın yolu pek müşkül, yükü çok ağırdır. Seçildikten sonra devralınan manzarayı ve birikmiş dertleri nasıl çözeceğini doğru anlatması çok mühim…
İkinci örneğimiz muktedirle birlikte kalkınırken gazetecilik refleksini kaybeden ve Beştepe’nin halkla ilişkiler elemanına dönüşen kimi basın mensuplarının sordukları maksatlı sorulara cevap vermemek ya da cevap verirken onları “demokrasi, icraat ve İstanbul” düzlemine çekme gereksinimidir. 31 Mart öncesi Ekrem İmamoğlu’nu itibarsızlaştırmak için programına davet eden Turgay Güler’in kazdığı kuyuya düşerek stüdyoya adeta gömülmesini keyifle izlemiştik. Habertürk TV’deki son programda 2024’e dek kıtaların buluştuğu kutlu şehri yönetmeye namzet İBB belediye başkan adayına 1930’ların sonunda Dersim’de yaşananları soran Nagehan Alçı da hak ettiği cevabı aldı. Ancak aynı programda başka bir soruya verilen cevaptaki girizgah cümlesi cımbızlanarak bağlamından koparıldı ve kumpasa meyilli havuz medyası tarafından montajlanarak dört koldan servis edildi. Normal koşullarda “bu deli saçmasına kim inanır ki?” deyip önemsememek mümkün iken, hatların keskinleştiği, kutuplaşmanın zirve yaptığı, herkesin kendine benzerlerle birlikte yankı odalarında aynı sesleri dinlediği ortamda böyle umursamazlıklar risklidir.
Karikatürize ederek şöyle bir örnek verelim. Trabzonlu Ekrem İmamoğlu’na “Pontus” ya da “Rum” iması ile çok çirkin ve ırkçı yakıştırmalarda bulunan densizlerin varlığını biliyoruz. Diyelim ki bu soru tahrik edici bir üslupta tekraren yöneltildi, Ekrem başkan da: “Yok artık, daha neler.. Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağımı da söylüyor muymuş bu şaşkınlar?” deyip gülerek cevap verdi. Oldu ya, havuz medyası “Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağım” kısmını ustaca montajlasa şaşırır mısınız? 23 Haziran’a dek mizah, ima ve türlü söz sanatlarını bir süre kenara koyup her şeyi dosdoğru ve tek bir anlama gelecek biçimde net söylemek faydalı olacaktır.
Üçüncü konu, Ekrem İmamoğlu’nun güçlü yönlerinden biri olan kampanyayı sokağa, çarşıya, pazara taşıması ve halkla kucaklaşma anları..
Görece düşük oy aldığı ve AKP’nin ilçe belediye başkanlığını kazanmış olduğu bölgelere ağırlık verilmesi isabetli bir strateji. Kadıköy ya da Şişli’de propaganda yapmanın adaya moral destek dışında bir katma değeri olmayacağı açık. Son olarak Arnavutköy ilçesindeki esnaf ziyaretinde bir gençle İmamoğlu arasında yaşanan gerilim ve Süleyman Soylu’nun dahi dillendirildiği “Ukala Ekrem genç kardeşimize tokat attı” iddiası… Ekrem İmamoğlu’nu kızdırmak ve kışkırtmak için özel hazırlanmış izlenimi veren, tahsili ve bilgisi olmadığını itiraf eden ama beynine fikr-i sabit kazınmış genci ikna etmek şart mıydı? Peygamber sabrıyla tanınan, tebessümüyle sevilen, asabi Trabzonlu değil de mutlu Hollandalı gibi İstanbul sokaklarını gezerken takdir toplayan Ekrem başkana yönelik baskının artacağı, bu baskının rastlantısal değil planlı anlarda alevleneceği, yapay zeka taşıyan bir prototip olmadığına göre vatandaş Ekrem’in de öfkesine yenilebileceği pek muhtemeldir.
Biliriz ki bize tepkili yaklaşan ön yargılı biriyle el/beden teması kurmak tatsız sonuçlara gebedir. Bu karşımızdaki insanı her zaman rahatlatmaz, bilakis saldırganlık eğilimi olarak algılanabilir. Gerginliği artırabilir. Şöyle düşünelim, siyaseten tamamen karşı olduğumuz ve zerre haz etmediğimiz biriyle tokalaşmaktan diyelim ki kaçamadık ama o şahıs kameraların önünde bize dinlemek istemediğimiz derdini anlatmaya çalışırken kolumuza, omzumuza, yanağımıza, başımıza dokunsa rahatsız olmaz mıyız? Maalesef tek taraflı propagandaya maruz kalarak, illet/zillet/terörist/dörtlü çete martavallarını dinleyerek bugüne gelen insanların kalbinde buz tutmuş empatiyi iki dakika defrost etkisiyle çözemeyebilirsiniz. Anton Çehov’un dediği gibi: “En tehlikeli insan tipi, az anlayan çok inanandır” ve bu tiplemeden yüzbinlercesi yaşıyor bu memlekette. Dolayısıyla bazen “canın sağolsun” deyip uzaklaşmak ya da “Allah ıslah etsin” diye nokta koymak tercih edilmelidir. Ya da ortama göre şaka yollu meydan okunabilir. Mesela ele aldığımız örnekte “delikanlı sen haklıysan ben haftasonu siyasi faaliyetime ara verip eski lokantacı olarak senin mutfağında tam zamanlı çalışacağım ama ben haklıysam dükkanın camına –bugün yemekler Ekrem İmamoğlu’nun sizlere armağanıdır- yazacaksın, her gelene de selamımı söyleyip bedava servis açacaksın. Var mısın?” deyip konuyu bir şekilde bağlayabilirsiniz.
Sözün özü herkesin sizi sevmesini, benimsemesini, kalbinizdeki anlamasını, iyi niyetinize inanmasını bekleyemezsiniz Ekrem başkanım. Siz 23 Haziran’da %51 oy hedefleyin, kalan İstanbullular da başkanlık performansınızı gördükçe, sizi tanıdıkça severler belki 🙂
Ne yazık ki Türkiye’de kimlik siyaseti ve mağduriyetlerin yarıştırılması politikanın ana unsuru haline getirildi. Dünyadaki polarizasyon ve otoriterleşme rüzgarlarının fazlasıyla tesirinde kalan Türkiye’de seçim sistemi ve ülke barajı kutuplaşmanın artmasına vesile oldu. Ekonomik darboğaz, kıstırılmışlıkla birlikte çaresizlik, sosyal yardıma muhtaç bırakılanlar, durmaksızın din sömürüsü, kültürel kodlardan koparak vasatlaşma, tekelleşen medya, toplumsal hafızanın kısırlaştırılması, her biri sırayla bu ateşe odun attı. Global ölçekte nitelikli akademisyenlerimizden siyaset bilimci Prof.Yılmaz Esmer’in cümleleriyle ifade etmek gerekirse “Aslında biz seçim yapmaktan ziyade –hangi kimlikte kaç kişi var?- diye sayım yapıyoruz. Katılaşmış, kemikleşmiş kimlikler de akşamdan sabaha değişmiyor”
31 Mart 2019’da İstanbul’un 39 ilçesinde kurulan 31.186 sandıkta 8.866.614 oy kullanıldı. Dolayısıyla seçime katılım oranı %83,88 oldu. 2014 yerel seçimlerinde ise katılım %89,2 olmuştu.
Yakın geleceğe dair tahmin yürütmek adına 23 Haziran’da katılım oranının %86 olarak gerçekleşeceğini varsayalım. Mevcut durumda iki aday arasındaki farkın 14 bin olduğunu düşünürsek, 31 Mart’a göre olası nispi artışın karşılığı 224 bin İstanbul seçmeni varsaydığımız senaryoda başkanın kim olacağını tek başına belirleyebilir. Şahsi mazeretler ve mücbir haller dışında, daha önce AKP’ye oy veren seçmen Ankara’da üretilen siyasete, genel gidişata ya da hayat pahalılığına kızdığı için sandığa gitmemiş olabilir. AKP muhalifi seçmen ise kaybetmekten yorulduğu, sandığın ülkenin kaderini değiştiremediği, yerel seçimi önemsemediği için sandığa gitmemiş olabilir. Elbette katılım oranı biraz bıkkınlık, biraz da yaz mevsiminin etkisiyle örneğin %81’e de inebilir, bu da başka bir bilinmeze kapı açar. Yeri gelmişken AKP ve MHP’nın ısrarlı talepleriyle il genelinde yeniden sayılan 319 bin geçersiz oyda esrar perdesi arayanların, 2014 yerel seçimlerinde İstanbul’da 422 bin geçersiz oy kullanıldığını nedense hatırlayamadıklarını hatırlatmış olalım!
Normal şartlarda 23 Haziran’da AKP karşıtı seçmenin sandığa gitmek için motivasyonu daha güçlü görünüyor. Mazbatanın seçilmiş başkanın elinden siyasi saikle alınmasıya yaratılan mağduriyet, bu sefer kazanan tarafta olmanın hazzı, AKP’nin gerileme dönemine damga vurma dürtüsü öne çıkabilir. İstanbul’daki AKP seçmeni ise “çaldılar” diye kodlanan kirli propagandadan, havuz medyasının F tipi montajlarından ne kadar etkilendiğine ve Erdoğan’ın “davamıza sahip çıkalım” çağrısına ne denli kulak verdiğine göre neticeye tesir edebilir.
Daha önce Ak Partili olduğunu ifade etmiş ve o istikamette oy kullanmış ama nobranlıktan, despotizmden, kibirden, adaletsizlikten yılmış hatta utanmış makul insanların 23 Haziran’daki vicdan sınavı da değerlidir. 31 Mart’ta il genel seçimi için oy pusulasında MHP’yi tercih etmiş ama şimdi İmamoğlu’na oy verecek seçmen de göz ardı edilmemeli. Bilhassa Erdoğan-Muharrem İnce seçimi sonrasında kırgınlık ve küskünlük yaşayarak artık oy vermekten vazgeçenlerin bu kez taze bir mücadele azmiyle sandığa gidip gitmeyeceğini de göreceğiz.
Öte yandan devlet-hükümet-parti üçgeninin düz bir çizgiyi andırdığı ülkede AKP’nin büyük bir avantajı 31 Mart’ta oy kullanmayan 1,7 milyon seçmenin detaylı listesine erişme ihtimalidir. Bu kitlenin yaklaşık yarısı oy verme hakkından gönüllü vazgeçmiş apolitik yurttaşlar olarak mütalaa edilebilir. Mevzuat gereği diğer partilerin ulaşamadığı bu değerli bilgiye AKP erişiyor ise, müthiş bir adam adama markajla skorbordu değiştirmesi mümkündür. Düşünsenize titiz bir çalışmayla sandığa gitme konusunda mütereddit 70 bin kişi farklı yollarla motive edilir ve Binali bey’e oy vermesi için sandığa götürülürse bu 31 Mart’ta iki adayın arasındaki farkın tam beş katına tekabül edecektir.
Seçimden çekildiklerini ilan eden adaylara 31 Mart’ta oy vermiş seçmenin bu kez İmamoğlu’na oy vereceğine dair bir ön kabul de hatalı olacağına göre, yapılması gereken Ekrem başkana oy vermiş 4 milyon 171 bin kişinin birer kampanya gönüllüsü gibi harekete geçip, 31 Mart’ta oy kullanmamış hısım, akraba, dost, arkadaş, komşu kim varsa oy vermeye davet etmesidir. Siyasi mobilizasyonu zirveye çıkaracak bir tür ikna zinciri kurularak katılım oranı yükseltilirse İmamoğlu’nun ikinci zaferi mümkün olur. Bu ikna zincirinin aynı zamanda 23 Haziran’da tatile çıkmamak ya da yakın çevredeki yazlıklardan bir gün önce dönmek şeklinde işlemesi de gerekir. Bu beklenti/talep/rica farklı tonlarda seslendirilmesi, katılımın özendirilmesine dair mesajların işlenmesi faydalı olacaktır.
Gelelim benim başkandan şahsi ricama.. Öyle ya, Dersaadet’in şehremini olmasına müsaade etmediler, artık kendi kahramanlık hikayesini ona inananlarla birlikte yazarak bir nevi Serdar-ı Ekrem olma yolu açıldı. Herkes de bu yükselişin farkında ve Ekrem abisinden, Ekrem oğlundan, Ekrem bey’den bir şeyler talep ediyor. Benimki çok basit..
VERDİĞİNİZ SÖZLERİ HEP HATIRLAYIN, size o sözleri hatırlatacak insanlar olduğunu unutmayın.
Bu şehrin nimetlerini ganimet bilenlerin farklı yollar keşfetmesine, yeni alışkanlıklar edinmesine izin vermeyin. Şeffaflık, hesap verebilirlik, adalet, sorumluluk gibi ilkelerden vazgeçmeyin. Üyesi olduğunuz siyasi parti dahil olmak üzere hiçbir çıkar grubuna özel imtiyaz tanımayın. “Kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet dönemi bitti” diyerek 16 milyon hemşehrinize eşit muamele edeceğinizi söylemiştiniz, o sözün bilhassa takipçisiyiz. Koltuk ağırdır, makam baştan çıkarıcıdır, iktidar herkesi bir şekilde zehirlemeyi başarır. Hani şeyh dirayetli olsa da müritleri onu uçurmaya çalışır, aman ayaklarınız yerden kesilmesin. Hakikat ile, vicdan ile, halk ile bağınız kopmasın. Mesela 2017 yılı Ekim ayında İstanbul’u anlatırken:
“Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” diyen Erdoğan gibi olmayın. İçinden geçen başka / prompter üzerinden okuduğu çok başka samimiyetsiz politikacılardan olmayın. “İhanet ettik” denen kentin 39 ilçesinde miting yaparak yeniden oy istenmesini ibretle takip edin. Siyasi günahlarını taşıyamayacak hale gelenlerin tövbe istiğfar etmeyi seçim sonucuna bağlamasını, tövbeye şart koşarak helak olmaktan çekinmediklerini, kul hakkı yediklerini bile bile iftar / sahur gezip vaatlerde bulunduklarını hatırlayın. Onlardan olmayın, onlara dönüşmeyin. İstanbul’a dair hayallerinizi, hedeflerinizi, bu güzel şehirde mukim İstanbulludan somut beklentinizi en samimi şekilde anlatmayı sürdürün. İnsanların daha iyi yaşaması için en verimli çözümleri yine insanlarda arayın, mümkün olduğunca çok sayıda İstanbulluyu karar alma süreçlerine katın. Ve her zaman gençlerle ve bilhassa çocuklarla bir araya gelip, onların gözlerinden icraat döneminizin karnesine bakın.
Çocukların en azından temel ihtiyaçlarını sorunsuz karşılayabildiği, küçük şeylerden mutlu olduğu, kahkaha attığı, güven içinde özgürce dolaştığı bir kent medeniyet yarışında rakiplerinin önüne geçecektir. Dahası, pırıl pırıl zihinlerin öyle bir ortamda büyümesi ülkenin geleceğine dönük milli servettir.
Bu vesileyle en büyük destekçiniz olacak zarif eşiniz Hanımefendi ve bilhassa çocuklarınızdan vazifeniz icabı çalacağınız zaman için, her biri İstanbullulara haklarını helal etsinler. Yolunuz açık olsun, Allah mahçup etmesin.
İnanıyoruz ki #HerŞeyÇokGÜZELOLACAK ve bu eşsiz şehirde hep beraber yaşayacak, güzel günler göreceğiz !
İlker Canalp, bir İSTANBUL gönüllüsü