Türkiye’nin deprem ülkesi olduğunu bilmeyen kalmış mıdır? Hele 1999 Marmara depreminden sonra toplumdaki farkındalık daha da arttı. Bastığımız yerin kilometrelerce altında aktif ya da uyuyan faylar olduğunu, bunların muhtelif tür ve şiddette sarsıntıya sebep olabileceğini, birkaç saniyede hayatlarımızı yerle bir edebileceğini öğrendik. Depremin değil gevşek zemine hatalı metot ve kusurlu malzemelerle yapılan binaların, başka bir deyişle işini bilen hırsızların(!) ve göz yuman yancılarının katil olduğunu biliyoruz. Yer kabuğunun hiç şakası yok, Karaman dolaylarına taşınmıyorsanız kaçış da yok. Hepsini öğrenmiştik, tümünü biliyorduk ama hafıza yoksunluğu, yaşananlardan ders almama, “bize bişey olmaz” kafası bu ülkenin alâmet-i farikası…
Kordon’da esen meltemini ayrı,
dağlarında açan çiçeklerini ayrı sevdiğimiz güzel İzmir 30 Ekim 2020 saat
14:51’de şiddetle sarsıldı. Merkez üssü
Sisam adasının kuzeyinde, Seferihisar açıkları Ege denizinde olan sarsıntının
büyüklüğü komşu Yunanistan’a göre 7,1, Avrupa’daki ölçümlere göre 7,0… Bizde
Kandilli Rasathanesi 6,9 diyor, AFAD 6,6 dedi.
Dikilen ağaçları milyar milyar fazla, enflasyon verilerini tadında
kararında, Corona virus teşhisi konan insanları biner biner az söyleyen zümre
düşünülünce insan sormadan edemiyor kendine: Ölçümü etkileyen tüm verili
koşullar dışında, “depremin büyüklüğü de siyasi bir mesele midir?” diye !..
Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle 73 yurttaşımızın hayatını kaybettiği İzmir’de en çok hasarı gören Bayraklı semtinde birkaç apartman yerle bir oldu. En kahredici tarafı, bu çöken binalardan bazıları hakkında kesinleşmiş “riskli yapı tespiti” mevcutmuş yani 6306 sayılı yasa gereği çok önce bu binaların tahliye edilerek kentsel dönüşüme girmesi gerekiyordu. İçlerinde daha önceki yer sarsıntılarında hafif hasar görüp “güçlendirme” geçirmiş olanlar da varmış. Takviye işe yaramamış olmalı ki, yerle bir olmuşlar! Daha korkunç iddia ise bazı binalarda taşıyıcı kolonların alan kazanmak için ya da ticari amaçlı kullanımlar için kesildiği, bunun adı da intihar oluyor elbette.
Yıkılan binalara 15-20 metre mesafedeki yapılar ayakta kalabiliyorsa bir kez daha şahitlik edelim ki, bir doğa olayı olan deprem değil hileli beton, eksik donatı, çürük bina öldürüyor. Ülkenin altındaki fay kırıklarını yok edemeyeceğimize göre Türkiye’nin mega projesi kamu destekli, rantı gözetmeyen ve çok yoğun kentsel dönüşümdür. Üçüncü köprü, tünel, SİT alanlarına kondurulan lüks rezidans bolluğu ya da Kanal İstanbul fantezisi zinhar değildir.
Kentsel dönüşüm deyince İstanbul’da yaşayanların aklına sarı damperli hafriyat kamyonları ve Bağdat Caddesi’ndeki 40-50 senelik binaların yenilenmesi geliyor. Ulusal risklere dönük hakiki kentsel dönüşüm ise örneğin Avcılar ya da Küçükçekmece’nin nüfus yoğunluğunu azaltmaktır. İstanbul’un en riskli ilçeleri Fatih ya da Bahçelievler’de mukim orta gelirlileri ölüme terk etmemektir. Okulları, hastaneleri, viyadükleri sağlamlaştırmaktır.
2019 yerel seçimlerinde
AKP’nin adayı son başbakan Binali Yıldırım “İstanbul’un
kentsel dönüşümünde başıboşluk var” diyordu. 1994’ten beri şehri yöneten siyasi akımın son
temsilcisi olarak mesaj nereye, kimi eleştiriyor anlaşılamamıştı.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş seçildikten sonra yalnızca 2014 yılında Ankara ili dahilinde 30 imar planı değişikliği yapıldığını ve bu sayede 19 milyar TL tutarında rantın başka yerlere aktarıldığını söylemişti.
3 Ağustos 2018’de “her yer beton yığınlarıyla doldu” diye şikayet eden R.Tayyip Erdoğan ondan bir yıl önce 21 Ekim 2017’de İstanbul’a ihanet etmiş olmanın pişmanlığını dile getiriyordu. Onu bu kötü yola İsmet İnönü itmiş olabilir miydi, onu hiç bilemeyeceğiz.
Bir de zaman zaman hayret eden
Abdullah Gül beyefendi var elbette:
İzmir’de yer sarsıntılarının hayrete
şayan olmadığını, fay haritalarının bilindiğini hatta bu konuda İzmir
Büyükşehir Belediyesinin kapsamlı bir planı olduğunu da ekleyelim.
Kağıt üzerinde her şey planlı
olsa da, panik her şeyin üzerine çıkıyor.
İzmir’de kent içi trafiğin kilitlenmesi, GSM hatlarında aşırı yüklenme
ve iletişim problemleri yine yaşandı.
Fakat bazı sorular var ki hiç vakit kaybetmeden yüksek sesle sorulmalı
ve sorumlular cevaplarını bulup kamuoyunu bilgilendirmeli:
– Yıkılan veya ağır hasar
gören binaların kaçı imar barışından / imar aflarından faydalanmış?
– İnşaatları yapan
müteahhitler ve bu inşaatları kamu yararı adına denetle(me)yenler sektöre ne
kadar nüfuz etmiş, siyasi bağlantıları nedir?
– Eskiden bağ, bostan olan ve
temelde sıvılaşma teşhisi konmuş arazide 8 katlı binalara imkan veren imar
değişikliklerinin sebebi nedir?
– Binalar inşa edildikten
sonra müstakil kat sahipleri ya da kiracılar tarafından yapılara kalıcı zarar
verilip verilmediği nasıl araştırılacak?
“Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar… …” ile başlayan beylik cümleleri bırakalım ve bu soruların cevaplarına göre İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının harekete geçtiğini duyalım artık…
Bu tarz felaketlerden sonra devlet ricalinin incelemelerde bulunmak ve halkın derdini dinlemek için afet bölgesini ziyaret etmesi sıradan bir olaydır. Bu kez de ilk gidenlerden biri Bakan Bekir Pakdemirli bey oldu ama Cumhurbaşkanlığı kabinesinin en başarısız bakanlarından biri olan Bekir bey enkaz altında kalmış bir yurttaş ile onu kurtarmak için orada olan profesyonellerin arasına girdi, cep telefonu ile temas kurulan Buse’ye kendince mesajlar vermeye çalıştı. Kameralar önünde PR çalışmasını çözdük de, tam o sırada enkaz altındaki Buse’nin telefonunun şarjı bitse ve nerede olduğuna dair ipucu elde edilemeden iletişim kesilse PR nereye varırdı acaba?
İzmir’e giden diğer bakanlar da
her cümleye “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla…” diye başladılar. Zannedersiniz ki AKP genel başkanı talimat
vermese İzmir depremini ana haber bültenlerinden izleyeceklerdi!? Son derece çiğ bir öne çıkma, yaranma, göze
girme yarışı içinde oldukları izlenimi güçlendikçe, atamayla geldikleri
makamların da hızla anlamsızlaşmasına yol açıyorlar. Tek kişinin ağzının içine bakan ve yalnız
onun iradesine göre şekillenen Türk tipi başkanlık sisteminin çok kötü bir
kurgu olduğunu saltanatın ilga edilmesinin 98. yılında yeniden idrak etmiş
olduk mu? (1 Kasım 1922 – 1 Kasım 2020)
Elbette grizu patlamasından, sel baskınına dek iktidarın ihmaline yöneltilecek her türlü eleştiriyi ilahi & rahmani mazeretlerle savuşturmayı kendine misyon edinmiş Diyanet İşleri başkanı Ali Erbaş son noktayı koydu: “Deprem kıyametin alıştırmasıdır”
Öyle zamanlar yaşıyoruz ki, öyle
yapay ve samimiyetsiz tavırlara maruz kalıyoruz ki ve yine birileri nasılsa her
şeyin birkaç haftada unutulacağına yüklü bahis oynamış gibi pervasız hareket
ediyor ki 1 Kasım 1958’de kaybettiğimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın sözü geliyor
akla:
“ Kalbi olanların dili yok,
dili olanların kalbi yok “
Kalbi temiz tutmaktan başka,
unutmamak / unutturmamak / soramayanların sesi & sorulamayanların dili
olmaktan başka ne yapılabileceğini düşünürken Twitter’de harika bir mesaja denk
geldim, bu yazının sonunu da öyle bağlamak isterim.
“İNSANLARA MEZAR İNŞA EDEN MÜTEAHHİTLERİN DEĞİL KENDİ DERTLERİNİ KENARA BIRAKIP KURTARMAYA GİDEN MADENCİLERİN ÜLKESİNİ KURMAMIZ GEREK” via @BSMTV_TR
Sarı baretli madenciler
gönüllü olarak İzmir’e gelmişlerdi, en iyi bildikleri işi farklı şekilde yapmak
için.
Onlar ki çalıştıkları yer
altında bir yaşam odasının çok görüldüğü emekçilerdi. Onlar ki maaşları ve kıdem tazminatları
ödenmediği için haklarını ararken kolluk kuvvetlerinden biber gazı yiyenlerdi.
İnsanlara diri diri gömülecekleri mezarları parayla satıp köşeyi dönen müteahhitlerin izzet ikram gördüğü ülkede mi yaşamak istiyoruz yoksa emeklerinin karşılığını alamadıkları halde başkalarının hayatını kurtarmaya koşan onurlu madencilerin başı dik gezdiği ülkede mi?
Elazığ depreminde enkaz altında kalanlarla hem Türkçe hem Kürtçe gönül köprüsü kuran UMKE gönüllüsü Emine Kuştepe’nin rahat edeceği bir Türkiye, yine Elazığ depreminde bir anneyle kızını enkaz altından kurtaran JAK timinden Astsubay Zehra Yıldız’ın huzur içinde yaşayacağı bir Türkiye daha güzel olmaz mı?
16 yaşındaki İzmirli konservatuvar öğrencisi İnci’ye enkaz altındayken damar yolu açan, ona ne zamandır keman çaldığını sorarak rahatlatan UMKE görevlisi Eda Nur Doğan’ın İnci salimen çıkarıldıktan sonra “ona ulaşmak muhteşem bir şeydi, o artık benim kardeşim” diye ifade ettiği büyük insanlığa ortak olacağımız bir Türkiye mesela?
Türkiye Mağaracılık Federasyonu üyesi Tahsin Kaymak daha önce hayat kurtardığı apartmanın enkazından peş peşe üç cansız beden çıkarınca mola verdi örneğin, çöktüğü yerde üç kişilik aile için gözyaşı döktü ve sonra işine döndü. O içtenlik, o gayret, o dirayetin hakim olduğu bir Türkiye?
Enkaz altında kalanları
kurtarmak için yola düşen çilekeş madencilere,
İzmir depreminde varını yoğunu ortaya koyan AFAD, AKUT, JAK, UMKE, İHH ekiplerine,
İzmir itfaiyecilerine İstanbul’dan, Manisa’dan, Bursa’dan, Eskişehir’den, Balıkesir’den, Erzurum’dan memleketin dört bir yanından katılan kahraman itfaiyecilere,
Covid-19 yüzünden izin yapmadan, ailelerinin yüzünü görmeden insan üstü bir çabayla çalışırken hastanelere getirilen yaralıları hayatta tutmak için yine müthiş iş çıkaran fedakar doktorlarımıza / hemşirelerimize,
Polis memurlarına, insani
yardım malzemesi dağıtanlara, seferber olan tüm insanlara,
Depremin ilk dakikalarından
itibaren komşularını kurtarmak için çıplak elleriyle beton yığınlarına dalan
yürekli İzmirlilere,
Hatta hayvan hakları yasasını bir türlü çıkarmayan ülkenin insanlarını teker teker bulup yerlerini göstererek arama kurtarma görevi yapan şahane can dostlarımıza,
MİNNETTARIZ. Onların ülkesini kurmalıyız, onların mutlu
olacağı ve haklarının teminat altında olacağı Türkiye lazım hepimize…
Emeğiyle ayakta duran, onurlu,
ahlaklı, fedakar insanların huzur içinde yaşayacağı, hakkı olanın haksızlık
karşısında ezdirilmeyeceği bir ülkeye erişene dek son söz İzmir depreminde
kaybettiğimiz Göztepe taraftarı Ali Çağın Kaygusuz kardeşimizin olsun.
“Sen deprem olduktan üç dakika sonra para dileniyorsan, vatandaş da elbette 20 yıldır ödediği deprem vergisinin nereye gittiğini soracak. Sen de hesabını vereceksin” demiş 25 Ocak 2020’de…
Byzantion,
Nova Roma, Constantinopolis, Dersaadet, Konstantiniyye… İstanbul’a tarih
boyunca verilmiş isimlerden bazıları… Arkeolojik buluntulara göre en az 8000
yıllık geçmişiyle bugüne ulaşan tarihi yarımada, insan yerleşimlerinin
kesintisiz olarak süreklilik gösterdiği, birbirinin üzerine tabakalandığı ve
günümüzde de megapol olarak yaşamın devam ettiği dünyadaki nadir kentlerden
biri olma vasfını kazandırıyor İstanbul’a.
Bu kadim şehrin ayakta kalan en önemli şahidi ise bugünkü yazımızın konusu ve konuğu olan AYASOFYA ya da Hagia Sophia…
Bugün gördüğümüz Ayasofya aynı yerde yapılmış üçüncü bazilika modeli kilisedir. Birinci Ayasofya M.S. 360 yılında açıldı, ahşap çatılı bazilika formunda bir kiliseydi. İlk ihya edildiğinde namı Megale Ekklesia (Büyük Kilise) idi. İlkinin yıkılmasından sonra 415 yılında İmparator II.Theodosius döneminde aynı yerde ikincisi inşa edildi. M.S. 532 yılında Nika ayaklanmasında şehir tarumar olurken, çıkartılan bir yangında bu kilise de yok olmuştur. Otoritesine karşı çıkan ayaklanmayı bastıran İmparator Justinianus şehri yeniden imar ederken ihtişamın ve yüceliğin sembolü bir mabedi aynı yerde inşa ettirmeye karar verir. İmparator’un aklında Tanrının kullarıyla buluştuğuna inanılan Kudüs’teki Süleyman tapınağını gölgede bırakacak devasa bir anıt yapı vardır. Bu proje için iki mimar seçilir ve İmparator beklentisini onlara anlatır. Rivayet odur ki, her ikisi de imparatora hayalinin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu anlatırlar ama Justinianus tüm servetini bu işe harcayacağını, ne gerekirse tahsis edileceğini söyleyerek ısrar eder. Bu mimarlar Miletoslu (Söke) Isidoros ile Tralleisli (Aydın) Anthemios’tur. Tahmin edileceği üzere bu ikili sıradan mimarlar değildiler. Sökeli Isidoros fizikçi, matematikçi ve antik çağın bilimsel eserlerinin derlenmesiyle uğraşırken, Aydınlı Anthemios geometri profesörü, mühendis ve matematikçiydi.
M.S.
532 yılında başlayan inşaatta on bin işçi, farklı uzmanlıklarda bine yakın usta
çalıştı ve bu muhteşem eser yalnızca beş yıl sonra 27 Aralık 537 tarihinde
büyük bir törenle açıldı. Elbette
muhteşem mozaikleri ve ince işçiliği daha sonra tamamlanmıştır. 7.500 m2 taban alanına sahip, 31,8 metre
çapındaki oval kubbesi yerden tam 55,6 metre yükseklikte bazilika öyle
muhteşemdi ki, yıllarca görenin hayretlere düştüğü kubbeyi dört melaikenin
sırtladığına inandı insanlar. Gerçekten
de dört ana sütunda bugün bile orada duran altı kanatlı Serafim meleklerinin
sureti bakanları karşılar. Açılışında İmparator Justinianus “ey Süleyman seni geçtim” diyerek bugün
Kudüs’te yalnız duvarı kalmış (Ağlama Duvarı) Süleyman tapınağından daha
görkemli bir eseri açtığını söyler.
Yıllar yılı kendisinden sonra tüm ibadethaneler ve mimari yapılar için
örnek ve referans olan Ayasofya bu özelliğini 1000 yıl kadar korumuştur. Ayasofya’dan esinlenen Mimar Sinan
Süleymaniye ile meydan okumuş, Edirne’deki Selimiye Camii ile özellikle kubbe
mimarisinde Ayasofya’ya denk bir şaheser ortaya koymuştur.
Böyle dev bir eserin bakımı ve korunması, zamana direnmesi ve ihtişamından ödün vermemesi pek çok çaba ve üstlenilen yüksek maliyetler sonucu olmuştur. Çağının çok çok ötesinde bir mimari ve mühendislik eseri olan Ayasofya en fazla depremlerle sarsılmıştır. İlk olarak 558 depreminde kubbe büyük ölçüde yıkılmış ve Isidoros’un aynı adı taşıyan mimar yeğeni tarafından yeniden biçimlendirilmiştir. 859 yılında yangın, 869 ve 989 yıllarında büyük depremlerle neredeyse kullanılamayacak hale gelse de Ayasofya en karanlık dönemini 4.Haçlı Seferi esnasında yaşamış ve kilise 1204-1261 yılları arasında 57 yıl Latin istilasının hedefi olmuştur. Yapı ciddi anlamda zarar görmüş, pek çok noktası tahrip edilmiş, pek çok kıymetli eser Batı Avrupa’ya kaçırılmıştır. 1261 yılında Bizanslılar başkentlerini geri aldıklarında Ayasofya yeniden onarılmaya başlanır. 1317’de yapının doğu ve kuzey tarafına destek payandaları eklenir. 1346 yılında meydana gelen bir dizi depremde yine kubbede yarılmalar oluşur ve kapsamlı bir tamirat geçirir Ayasofya.
Değişen dünyaya ayak uyduramayan ve Osmanlılar tarafından çevrelenen Bizans, uzun bir kuşatma ertesinde Sultan II.Mehmet tarafından fethedildi. Aslında Bizans siyasi bağımsızlığını ve Ortodoks aleminin merkezi olma hüviyetini daha önce yitirmiştir. Tek başlarına ayakta kalamayacaklarını hesaplayan İmparator Ioannes VIII. Palaiologos 1439’de Ferrara-Floransa konsilinde Latin Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini kabul etmişti. İmparator 1448’de ölünce yerine XI. Konstantinos geçti. Alınan karara rağmen kiliselerin birleşmesine muhalif olanlar giderek güçleniyordu, yeni imparator da Ortodoks mezhebinin kaderini Vatikan’a bırakmaya niyetli değildi ama Bizans destek almadan ayakta kalamazdı. İdarenin omurgası, deneyimli devlet adamı Mesazon (Baş Nazır) Loukas Notaras ile de pek anlaşamayan Konstantinos’un bazı uygulamaları Papalık makamını öyle tahrik etti ki, Vatikan Yunan asıllı bir kardinali şehre gönderdi. Silahlı muhafız birliği eşliğinde kente giren kardinal ile birlikte ayrılıkçı hareketler bastırıldı, Ortodoks mezhebinin bağımsızlığını savunan ayrılıkçıların lideri keşiş Gennadios ev hapsine alındı. İmparator istemeye istemeye kiliselerin birliğini 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da ilan etti. Ortodoks patrikhanesinin merkezi Ayasofya’da Bizans’a boyun eğdiren Yunan asıllı Katolik kardinalin ismi de Ayasofya’nın ulu mimarıyla aynıydı: Isidoros! Kaderin garip bir cilvesi.
1451’de Osmanlı tahtına ikinci kez çıkan genç hünkar II. Mehmet başlangıçta mutedil bir politika izledi. Venedik’le barış yenilendi, Macarlarla üç yıllık bir ateşkes imzalandı, Bizans elçileri dostane bir tavırla kabul edildi ve iyi ağırlandı. Bizans’la iyi geçinme ve denge politikalarından yana olan tecrübeli sadrazam Çandarlı Halil Paşa başta endişe duyduğu genç padişahtan memnundu. 1452’de II.Mehmet hayalini gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Kağıt üzerinde Bizans toprağı sayılan İstanbul’un Avrupa yakasında Boğazkesen’i (Rumelihisarı) askere aldığı inşaat işçilerine beş ayda inşa ettirdi. Konstantinopolis’in denizden kuşatıldığına dair şüphe kalmamıştı. 25 Kasım 1452’de Karadeniz’den gelen bir Venedik gemisi top atışıyla batırıldı. Dahası esir alınan mürettebat idam edildi, geminin kaptanı ise kazığa oturtuldu. Mutedil genç padişah, FATİH olacağına dair çok sert bir mesaj göndermişti. İmparator Konstantinos hisar inşa edilirken şehrin erzak stoklarını azami seviyeye çıkardı, güçlü kuvvetli keşişler dahil mümkün olan en geniş savunma kuvvetini oluşturmaya çalışsa da 8.000 asker toplayabildi. 1453’te takriben yerli nüfusu 50 bin olan kentteki yabancılardan da 2.000 kadar kişi askere alındı. 29 Ocak 1453’te Cenovalı bir condottiore (paralı asker komutanı) Giovanni Giustiniai Longo 700 tecrübeli askerle şehre geldi ve Romanos kapısının (Topkapı) müdaafası onun birliğine verildi. Temin edilebilecek imkanlar bu kadardı ve her zamanki gibi surlar Konstantinopolis’in nihai güvencesiydi.
FETİH SONRASI
Az farkla bittiği varsayılabilecek askeri mücadeleyi daha dirayetli, inatçı ve inançlı olan taraf kazanınca 29 Mayıs 1453’te Konstantinopolis düştü, şehir Fatih’ini yorgun ve bitik şekilde karşıladı. İki gün süren yağmanın ardından Sultan II.Mehmet düzeni sağladı ve şükür namazı kıldığı Ayasofya’nın artık cami olduğunu ilan etti. Şehirdeki insanların can ve mal güvenliğinin mesuliyetini üstlendiğini duyurarak başıbozuk hareketlere müsamaha göstermeyeceğini de belli etti. Sanılanın aksine, bu fetihle İstanbul hemen başkent ilan edilmemiştir. Açıkçası Fatih fethettiği kentle ilgili net bir kararı olduğuna dair herhangi bir işaret vermemişti. Hatta Çandarlı Halil Paşa önderliğinde bir grubun şehre Osmanlı valisi sıfatıyla Mega Dük Loukas Notaras’ın atanması ve Konstantinopolis’e iç işlerinde bir tür özerklik verilmesini önerdiği de bilinir. Bu fikirlerin devlet kademesindeki diğer cenahta yarattığı rahatsızlık vali adayı Notaras’ın idamıyla sonuçlanmıştır. Bu iki kanat kuşatma esnasında da birbirine zıt fikirler ileri sürmüştü. Dahası Notaras, kuşatma boyunca sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile haberleştiğini söyleyince Paşa da görevinden alınmış, sonra o da idam edilmiştir. Çandarlı Halil Paşa’nın yerine, Rum kökenli Zağanos Paşa getirilmesinin devlet kademesinde devşirme kulların ağırlıkta olduğu dönemin başladığına işaret ettiğini söylemek yanlış olmaz. Fatih Sultan Mehmet Han gayrimüslim tebanın beklentisine uygun olarak öncelikle keşiş Gennadios’u patrik ilan etmiş ve kentin ikinci büyük mabedi olan Havariyun kilisesini yeni patrikhane olarak belirlemiştir. Şehrin harap durumunu görünce yapılacak çok iş olduğunu anlamış ve güvenlik amaçlı yıkılan surların onarımına, kamu düzeninin sağlanmasına ve temel ihtiyaçların karşılanmasına öncelik vermiştir ancak bilinenin aksine İstanbul’da kalmamış başkent Edirne’ye dönmüştür.
Fatih Sultan Mehmet 1455 sonbaharında İstanbul’a gelerek imar ve iskan çalışmalarının nasıl gittiğini bizzat incelemek istedi. Bedesten ve kervansaray yapılmasını, ticaret merkezi olan Makros Embolos’un (Uzun Çarşı) yenilenmesini emretmiştir. Latin istilasında hasar gören ve iki yüz yıldır ihmal edilen kentin su dağıtım sistemini onarmaya da girişmiştir ki, bu çok maliyetli bir projeydi. 1458 yılı ise Konstantiniyye için dönüm noktasıdır. Patrikhane olan Havariyun kilisesi çevresinde yaşayan müslüman yerleşimcilerin şikayeti artınca, Fatih Sultan Mehmet aklındaki planı uygulamaya koyar. Nekropol bölümünde eski Bizans imparatorlarının da gömülü olduğu Havariyun kilisesini yıktırır ve yerine kendi adını taşıyacak Fatih Camiinin projesine hız verir. Patrikhaneye de Haliç sırtlarında yeni bir yer gösterir. Aynı dönemde Topkapı Sarayı (Saray-ı Cedid) için de yer seçilmiştir. Sultan, devraldığı imparatorluğun Büyük Sarayının olduğu yeri değil, Bizans öncesi kentin Akropolis’ini seçer. Düşünecek olursak yarımadanın ucundaydı, savunması kolaydı, Haliç’e ve Boğaziçi’ne hakimdi, manzarası ömre bedeldi. Şahane bir seçim olduğunu biz de takdir etmiş olalım. Sultan Mehmet Han 1458/1459 kışının tamamını İstanbul’da geçirdi ve kentte ilk kez bu kadar uzun kalıyordu. Kentteki inşaat ve yerleşim faaliyetlerine bizzat nezaret etti. Mahmut Paşa, Hoca Paşa, İshak Paşa, Atik Ali Paşa Fatih’in imardan mesul vezirleriydi. Vazifeleri yeni yerleşimcilerle kenti şenlendirmek ve mamur etmekti. İstanbul müdavimleri kentimizde halen bu isimlerde semtler olduğu detayını gözden kaçırmayacaklardır. Fatih Sultan Mehmet Han artık İstanbul’u başkent yapmaya karar vermişti ve yeni kent onun emperyal vizyonunun bir nişanesi olacaktı.
Bu
seçimin tarihi ve sembolik bir anlamı daha vardı. İlk kez antik bir başkent bir islam
devletinin merkezi oluyordu. Daha önceki yıllarda başka islam uygarlıkları
tarafından fethedilen Şam, İskenderiye ya da Kartaca bu payeyi almamıştı. Genç
sultanı cezbedenin ne olduğunu bizzat kendi seçimlerinden anlayabiliriz.
Örneğin 1478’de Topkapı Sarayının Bab-ı Hümayun kapısındaki kitabede şu
ifadeler yazılıydı: “bu mübarek kale… iki karanın sultanı ve iki
denizin hakanı, insanlar ve cinler üzerinde Allah’ın gölgesi, Doğuda ve Batıda
Allah’ın yardımına kavuşan, su ve karanın kahramanı, Konstantiniyye kalesi
fatihi Ebu’l-Feth (Fethin Babası)… … Sultan Mehmed Han’ın emriyle inşa
edilmiştir”
Bu
tanımlama Osmanlı geleneğinin epey dışındaydı, muhtemelen babası Sultan II.
Murat’ın aklına bile gelmezdi. Gazi devlet anlayışının mütevazı sultanları
değil de, Doğu Roma’nın ya da Son Roma’nın müslüman imparatoru, Kayser-i Rum
cümleleriydi bunlar. Genç sultan artık büyük bir hükümdar hatta gazabından
çekinilen bir otokrata dönüşmüştü. Hakkını
teslim etmek gerekir ki, 1460 Mora ve 1461 Trabzon fetihleriyle Bizans tahtı ya
da mirası üzerinde hak iddia edebilecek hiçbir güç de kalmamıştı.
Sultan II.Mehmet fethettiği ve şehir devletine dönüşmüş harabeyi değil AYASOFYA’nın yorgun ihtişamında gördüğü büyük imparatorluk mirasını istiyordu. Öyle ki yeni sarayının ikinci avlusuna Havariyun kilisesinden ve Pantokrator manastırından getirdiği mermer lahitleri, asıl yeri Ayasofya’nın hemen yanı olan İmparator Justiniaus’un at üstündeki heykelini ve daha pek çok erken dönem Bizans eserini yerleştirmişti. Bu tercih hem zaferinin tadını çıkarmak hem de hayranlık duyduğu büyük bir uygarlığın izini sürmek olarak algılanabilir. Sultan Mehmet aynı zamanda rölik (relic) koleksiyoneridir. Hz.İsa, Hz.Meryem ve havarilere ait eşya ve objeleri özenle biriktirir ve saklar. 1479/1480’de İstanbul’da bulunan ressam Gentile Bellini’ye bir Meryem Ana & Çocuk İsa resmi de ısmarlamıştır. İlyada, Anabasis, Historia, Geographia (Ptolemaios atlası) gibi eserleri okumuş, kendi diline çevirtmiş ve bu alanda yetkin Bizanslı ilim adamlarını yanından ayırmamıştır. Kısacası burada tasvir edilen padişah 21. Yüzyıl Türkiye’sindeki siyasal islamcılarla anlaşabilecek bir profil değildir. Bizdeki çakma muhafazakarlar ile Fatih Sultan Mehmet’in aynı dinin mensupları olmak harici ortak noktaları olduğunu sanmıyorum. Bugün vasatlık deryasında çırpınan din bezirganları, Sultan Mehmet’in manevi mirasına sahip çıkacak son kitle bile olamaz. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet Han yazımızın ana konusu olan AYASOFYA’yı da özenle korumuştur ancak vakfiye meselesinde atlanan bir konuyu da ekleyelim. Fatih Camii inşaatına 1463 yılında başlandığında, yeni külliyenin ihtiyaçlarına binaen Ayasofya’ya vakfedilen tüm mal ve mülk Fatih Camii’ne devredilmiştir. Başka bir deyişle Ayasofya iktisadi ayrıcalığını kaybetmiş, vakıf kökenli gelirlerini yitirmiş ve iki numaraya düşmüştür. Yeni caminin taç kitabesi üzerinde yazılı olanlar Fatih Sultan Mehmet’in kendi adını taşıyan bu yeni esere atfettiği önemi gösterir olsa gerek:
“İlk günden Allah korkusu üzerine inşa edilen
ve bütün iyilikleri üzerinde toplayan bu mescidin tamamlanmasına, yeryüzünü
ilim ve irfanla dolduran bir emirle, Allah’ın Osmanoğullarından seçtiği ve
mülkten hayır olanı açığa çıkartmak niyetiyle bu beldeyi kılıcıyla fetheden
Yüce Hakan ve Büyük Sultan FATİH tarafından muvaffak olunmuştur… … büyük çabalara rağmen sultanlar ve emirlerden
çoğuna ve halifelerden bir kısmına buranın fethi müyesser olmadı”
“İlk günden Allah korkusu üzerine inşa edilmek” Ayasofya’da doğal olarak bulunamayacak olan kusursuz İslam mabedi kimliğine, “başkalarına müyesser olmadı” vurgusu ise başarılan işin büyüklüğüne işaret etmiyor mu?
15. YÜZYILDAN SONRA
Fatih Sultan Mehmet Han’ın vefatından sonra oğlu II.Bayezid hükümdar oldu. Babası gibi büyük bir hakan olmayan ama babasından daha gelenekçi ve dindar olan yeni padişah önce saray avlusundaki heykelleri kaldırtmış, rölik koleksiyonunu dağıtmış, babasının muhafaza ettiği Hipodrom meydanındaki bazı Roma sütunlarını yıktırmıştır. Ayasofya ise aynen muhafaza edilmeye devam edilmiştir. Bilhassa Kadir gecelerinde sultanların mutlaka Ayasofya’da namaz kılması geleneği başlamıştır. 1509 depremi (kıyamet-ı suğra) Fatih döneminde eklenen minareyi yıksa da, Ayasofya’da çok büyük hasar yaratmaz. Kanuni Sultan Süleyman döneminde tarih sahnesine çıkan büyük deha, cennet mekan Mimar SİNAN Ayasofya’nın bugünlere ulaşmasında önemli rol üstlenmiş ve yapıya eklettiği yeni payandalar hayranlık duyduğu Ayasofya’yı ayakta tutmuştur. Batı tarafına iki minare daha ekleyerek bugünkü dört minareli Ayasofya silueti Sinan ile ortaya çıkar. III.Murat camiye biri müezzin mahfili olmak üzere dört mahfil yaptırmıştır. Uzaktan bakıldığında minareleri olan bazilikayı andıran Ayasofya’nın büyük bir külliye haline gelmesi ise Sultan I.Mahmut dönemiyle başlar. Bugün de ayakta olan avludaki de şadırvan I.Mahmut dönemi eseridir. Sıbyan mektebi, imarethane ve 4.000 civarı kitabı bizzat bağışlayarak ihya ettiği kütüphaneyi de o ekler. Ufak tefek onarımlar görerek 19. Yüzyıla ulaşan Ayasofya’ya en büyük dokunuş ise Sultan Abdülmecid dönemindedir. İtalyan asıllı İsviçreli Fossati kardeşlere çok kapsamlı bir restorasyon projesi ihale edilir. Gaspare ve Guiseppe Fossati kardeşler 800 işçiyle giriştikleri ve tam 11 sene süren restorasyonda Ayasofya adeta yeniden hayat bulur. Fresk, rölyef, ikona, mozaik ne varsa elden geçirilir. Bazıları özenle gizlendikleri ince kireç sıvanın altında ilk kez keşfedilip gün ışığına çıkarılır. Serafim meleklerinin siluetleri özel çinko kapaklarla kapatılır. Kazasker Mustafa İzzet Efendi eseri 8 adet dev hat levha eklenir ve kubbeye Kur’an-ı Kerim’den Nûr suresi 35.ayet nakşedilir.
Binanın sağlamlaştırılması için tüm taşıyıcı unsurlar da elde geçirilir. Ayasofya’nın dış yüzeyi iklim şartlarına daha dayanıklı olması maksadıyla ilk kez boyanır. Yapının özellikleri ilk kez belgelendirilir ve sistematik bir düzenle arşivlenir. Bu kapsamlı onarımdan sonra 1894 depremi olmuş ve kısmen hasar gören Ayasofya bu kez İtalyan mimar D’Aronco tarafından tetkik edilmiş ve bazı endişeler ve tavsiyeler yine kayda geçmiştir.
İSTANBUL’UN İŞGALİ, KURTULUŞ ve CUMHURİYET DÖNEMİ
Osmanlı İmparatorluğunun bilhassa son 50 yılı büyük acılar, yıkımlar ve karmaşa içinde geçer. Mondros mütarekesi ve Sevr anlaşması ile imparatorluk fiilen son bulur ve 1453’te fethedilen kent yabancı ordular tarafından 1918 sonunda işgal edilir. Kentin caddelerinde İngiliz, Fransız askerleri dolaşmaktadır, tüm kilit noktalara işgal kuvvetleri yerleşmektedir. Kuklaya dönüşen hükümetin karşı duracak takati ve izzeti kalmamıştır. Ayasofya’nın kontrolünü almak isteyen yabancı güçlere, mabedi koruyan bir bölük Osmanlı askeri ve başlarındaki onurlu kumandan Ayasofya’nın teslim edilmeyeceğini ancak cebren hücum edildiği takdirde sütunlara sarılan dinamitlerin patlatılarak 1400 senelik yapının başlarına yıkılacağı söylenir. Gerçekten de namluları dışarıya çevrili iki mitralyöze ek olarak, içeride böyle bir tertibat vardır. Ayasofya’yı düşmana teslim etmektense, yok etmek evla görülmüştür.
Milli Mücadele başarıya ulaşınca nihayet İstanbul da 6 Ekim 1923’te düşman işgalinden kurtulur. Cumhuriyet hükümeti tüm yurtta olduğu gibi İstanbul’da hasar tespit çalışmalarından sonra neler yapılabileceğinin planlarına başlamıştır. Milli mücadelenin önderi, kurucu lider ve ilk cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal 1929 senesinde Ayasofya’yı ziyaret eder ve gördükleri karşısında pek müteessir olur.
Ayasofya’nın etrafında düzensiz metruk evler vardır. Avlu parsellenmiş ve açık hava kıraathanesi olarak kullanılmaktadır. Minarenin altında dükkanlar ve tezgahlar peydah olmuştur. Yapının dışında dökülmeler başlamış, kuş pislikleri senelerdir temizlenmemiş, etrafı ot bürümüştür. Temizlikten eser yoktur, mekan uhrevi azametinden tamamen uzaklaşmıştır. Bunun üzerine Ayasofya’nın nasıl ihya edileceğine dönük fikirler ortaya çıkar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen Ayasofya’nın sınırlı sayıda Bizans eserinin de sergileneceği bir müzeye ve kültür merkezine dönüşmesini önerir. Tüm uygunsuz yapılar ya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yıktırılacak ya da devlet tarafından istimlak edilecektir. Yapı tamamen temizlenecek ve çevre düzenlemesi ile meydanın öne çıkan eseri olarak konumlanacaktır. 1931 yılında Boston’daki Bizans Enstitüsünden Prof. Thomas Whittemore antik eser ve mozaiklerin tespit ve restorasyonu için İstanbul’a davet edilmiştir. Verilen izinler sonucu detaylı çalışmaların 1947’de tamamlandığını da hatırlatalım. Müze kararı Ayasofya’nın sürdürülebilir ve şanına yakışır halde tutulması, yeni bir işlev kazanması, Cumhuriyet’in yeni toplum ve kültür anlayışında bir kilometre taşı olması namına Bakanlar Kurulu tarafından alınmıştır. 24/11/1934 tarihli kararda onay mercii olan Atatürk’ün imzasının sahte olduğuna dair deli saçması iddialara gelince, 1 Şubat 1935’te müze olarak hizmete açılan Ayasofya Müzesini Atatürk 6 Şubat 1935’te gezdiğini bir gün sonra yayınlanan gazetelerden okuyabiliyoruz. Herhalde “yahu burası cami değil miydi, benden habersiz müzeye çevirmişsiniz” dememiştir? Kandırılmış makbul yönetici miti ya da “kendisi iyi ama çevresi kötü” lafları bugünlerin icadıdır, o dönemlerin değil!
Müzeye
çevirme kararının arkasında Bulgaristan’da düzenlenmiş Bizans Âsarı Kongresinde
Türk heyetinin söz vermesi, 1948’te Patrik seçilecek Athanegoras’ın 1932’de
Atatürk’le tanışarak onu ikna etmesi, ABD’den restorasyon bütçesinin hibe
edilmesine karşılık Washington’a taahhütte bulunulması gibi belgeye dayanmayan
ve ispatlanamayan iddialar ileri sürülmüştür.
Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi aslında ümmetten millete, saltanattan cumhuriyete uzanan yolda global bir “özgüven” gösterisi olarak da kabul edilebilir. Kılıç hakkı ve fetih sembolü olarak camiye dönüştürülen büyük kilisenin, 20.yüzyılda tartışmasız biçimde Türk toprağı olan İstanbul’da inançların kesişim noktası ve insanlığın ortak medeniyet eseri olarak sergilenmesi ve “kentlerin ecesi” İstanbul’u kaptıranlara “gelin, gönül rahatlığıyla gezin, ne kaybettiğinizi görün” mesajı gibidir. Kaldı ki Topkapı Sarayı, Mevlana türbe ve dergahı, Hacı Bektaş Veli türbesi de aynı dönemde benzer maksatlarla müzeye dönüştürülmüştür. Ortak özellikleri korunmaya muhtaç emsalsiz eserler olmalarıdır. Mutlaka iç kamuoyuna verilmek istenen mesajlar da vardır. Dine, hurafeye ve bir aileden gelen soya dayanmayan yepyeni bir yönetim biçiminin, bambaşka bir çağın başladığına dair işaretler olarak da okunabilir.
Derûnuna aşina olunması icap eden şehir ve Ayasofya
Bugün Ayasofya 1500 yıllık bir yapı olmakla birlikte, içine girdiğinizde zaman yolculuğu başlar ve hatta milattan önceki çağlara kadar varabilirsiniz. Ayasofya yapı malzemeleri Hıristyanlık öncesi Apollon, Artemis, Zeus pagan tapınaklarından gelmiştir. M.Ö 2.yüzyıldan kalma çift kanatlı ve bronz kaplı bir kapı Tarsus’taki bir tapınaktan sökülüp getirilmiştir. Helenistik dönemden yekpare küpler M.Ö 4. Yüzyıla tarihlenir, Bergama’dan getirilmiştir. Mermer sütunların kimi Efes’ten, kimi Lübnan Baalbek’ten getirilmiştir. Yerebatan sarnıcına eklenen meşhur Medusa sütunları gibi düşünebiliriz. Osmanlı döneminde de eşyalar eklenmiştir. Örneğin iki dev şamdan Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki Budin seferinde katedralden alınıp getirilmiştir.
Ayasofya
aynı zamanda Forum meydanının da adıdır ama meydandaki Büyük Saray, Senato
binası ve Hipodrom’dan eser kalmamış yalnızca Ayasofya bugüne gelmiştir. Dünyanın özelliklerini büyük ölçüde muhafaza
ederek ayakta kalan en eski simge binasıdır adeta tılsımlı yapısıdır Ayasofya. Elbette
İstanbul’da daha eskiye tarihlenen Bozdoğan su kemeri gibi Bizans eserleri
hatta daha eski kilise dahi vardır. Stoudios Manastırı (İmrahor İlyas Bey
camii) ve Sünbüli dergahı.. 461 yılında inşa edilmiştir, pek az kısmı günümüze
ulaşmış zemin mozaikleri ile ayrışır ancak ne yazık ki kullanılamayacak halde
harap olmuştur.
Ayasofya’nın
komşusu Aya İrini akla gelecektir ama Aya İrini hiçbir zaman camiye dönüşmemiş
Bizans kilisesidir. Topkapı Sarayı birinci avluda kaldığı için güvenlik nedeniyle
kapalı tutulmuş ve cemaat ile buluşup kalabalıklara ev sahipliği yapması
istenmemiştir. İçine asla dokunulmamış olup Osmanlı’nın ilk müzesi olmuştur. Tanzimat
sonrası ilk kez Fethi Ahmet Paşa döneminde askeri müze ve âsar-ı atika müzesi
olarak kullanılmıştır.
İstanbul’da bugün 85 Rum Ortodoks kilisesi vardır bunlardan yalnız biri Bizans döneminden bugüne kalmış ve halen az da olsa cemaati olan gayrimüslim ibadethanedir. Balat’taki Moğolların Meryemi kilisesi! Tüm kubbeli kiliseler camiye tahvil edilmişken Fatih Sultan Mehmet’in fermanı ile muhafaza altına alınmıştır çünkü Fatih Camii’nin mimarı olan Atik Sinan’ın annesi Bayan Christodoulos’a bağışlanmıştır. Bugün İstanbul’da Bizans döneminden kalan ama sonradan camiye dönüştürülmüş 16 kilise ayakta duruyor, iç yapı unsurlarının da olabildiğince korunduğu söylenebilir.
Mimar Atik Sinan’dan bahsetmişken kendisi Atik ön adı taşıyan herkes gibi köle iken hürriyetini kazanıp müslüman olan Rum asıllı biridir. Hünkarın büyük önem atfettiği Fatih Camii inşasını 1463-1470 yılları arasında yönetmiştir. İnşaatın bitmesine çok az süre kala Atik Sinan hapse atılır. Bir rivayete göre bitmekte olan caminin asla Ayasofya ile yarışamayacağını gören Sultan öfkelenmiş ve onu hapsetmiştir. İkinci rivayete göre Anadolu vilayetlerine İstanbul’un imarı için ağır vergiler salınmışken, kent dışından getirilen ustalara angarya yüklenirken harcanan her kuruşun hesabı sorulmuş, tahsisattan artan her kuruşun Hazineye devri talep edilmiştir. Atik Sinan’ın elleri kesildiğine göre kendisine emanet edilen paranın hesabını verememekle suçlanmış olabilir. Mimar Atik Sinan 1471’de hapiste ölmüş daha doğrusu öldürülmüştür. Evliya Çelebi risalelerinde Atik Sinan’ın Sultanı kadıya şikayet ettiği ve mahkemenin mimarı haklı bulduğu yazılıdır. Evliya Çelebi’nin Ayasofya ile diğer bağlantısı nedir, kendisi Ayasofya’nın türbedarıdır. Mimarının hazin sonuna sebep olan Fatih Camii 1766 depreminde yerle bir olur. Sultan III. Ahmet bugünkü haliyle yeniden yaptırır.
Ayasofya Bizans imparatorlarının taç giydiği ve Patrik tarafından kutsandığı mekandı. Osmanlı padişahlarında ise kılıç kuşanma geleneği vardır, bunun için aynı mekan kullanılmamıştır ama Ayasofya her zaman özel ritüelleri olan protokol camii, (ceremonial) amaçlara korunan mekan vasfını sürdürmüştür. Örnek vermek gerekirse, Ayasofya’nın üç imam kadrosu vardır ve İstanbul camileri arasındaki imam hiyerarşisinde her zaman 1 numara olmuşlardır. Ayasofya imamı olmak ayrıcalıktır, pek çok üstün özelliği aynı anda barındırmak gerekir. Ayasofya’nın bir Kürsü Şeyhi vardır, başka camilerde bulunmaz. Saray yönetiminin adamı, siyasi meselelerde kitleleri sürükleyen isim olarak konumlanan Kürsü Şeyhi, Bizans döneminde Ayasofya’da mukim Megas Rhetor (Büyük Hatip) geleneğinin devamını andırır. Bugün tüyleri kıbleye doğru buharla yatırılan makina halısı ile gündeme gelen Ayasofya’nın asıl geleneği bambaşkadır. Zemine serilen hasır Manyas’tan gelirdi, neme dayanıklı doğal bir malzemedir. Halılar Uşak’tan gelirdi ve daima Ayasofya’nın renk paletine uygun estetik kreasyonlar tercih edilirdi. Elbette bu incelikler kültür ve vukufiyet gerektirir, şimdiki kadrolarda pek bulunmayacak bir derinliktir.
Tam yeri gelmişken, 2006-2012 yılları arasında müze başkanlığını yaptığı Ayasofya’yı son dönemde en iyi anlayan, anlatan ve entelektüel derinliği ile dönemin bürokratlardan net olarak ayrılan Kültür Bakanı yardımcısı, tarihçi Prof.Dr. A.Haluk Dursun’u rahmetle analım. Kendisini “Ayasofya’nın bekçisi ve hadimi” olarak tanımlayan Haluk hoca’nın engin bilgisi ve estetik anlayışının eksikliğini maalesef en çok hissetmemiz gereken günlerdeyiz.
Ayasofya
geleneklerine dönersek, Padişah namaza geldiğinde onun ve maiyetinin yer aldığı
safın önüne kesme güller yerleştirilirdi. Bu kokulu yağ gülleri de Ayasofya’nın
bahçesinde özenle yetiştirilirdi. Minarelerinden
ezan okunan ve 1991’den beri namaz kılınan Ayasofya Hünkar kasrı Osmanlı
döneminde Topkapı sarayından çıkan padişahların Ayasofya’ya giriş kapısıydı
aynı zamanda… Padişah bir süre kasırda dinlenir, kendisine çiçek takdim edilir,
meyve ikram edilir ve Kasırdaki kapıdan cemaatin bulunduğu yere geçerdi.
Ayasofya şehrin çekim merkeziydi. En fazla bebek Ayasofya avlusuna bırakılır, en yoğun dilenci popülasyonu Ayasofya önünde olurdu. Ayasofya’nın kedileri de meşhurdur, muhtemelen ataları Paleologos sülalesi dönemini görmüş soylu kedilerdir. Bugün müdavim Gli’ye yerli ve milli isim arayan aklıevveller bilir mi, sanmam.
Bugün
Ayasofya’ya girerken sergilenen buluntular arasında üzerinde kuzu motifleri
olan taşlar vardır. Cumhuriyet döneminde
yapılan kazılarda ortaya çıkarılmış ve II.Ayasofya’nın temel kalıntılarından
kalmadır. Kuzular neyin nesi derseniz, İncil’deki anlatımıyla Hıristiyan
dualarında sıkça yer alan Agnus Dei (Tanrının kuzusu) figürüdür.
Ayasofya’da pek çok paha biçilmez mozaik var ama iki tanesinden bahsedelim. İmparator Kapısı girişinde bulunan LEON mozaiğinde İmparator 6.Leon Hz. İsa’dan af dilerken tasvir edilir. Bu mozaikte Hz. İsa’nın elindeki metinde şu yazar: “Ben dünyanın nuruyum, barış sizinle olsun” Ayasofya’nın kubbesine nakşedilen Nûr suresinin 35.ayetinin meali neydi? “Allah göklerin ve yerin nurudur….” Bu mozaiğe bir cevap mıdır yoksa inanç sistemleri arasındaki benzerliğe saygı mıdır, bilinmez ama Ayasofya böyle inceliklerin mabedidir. Keşke bugün Nûr suresinde anlatılan zeytin ağacı Ayasofya bahçesine dikilse, biliyorum Hilafet hevesleri coşan yeşil sarıklı amcalar sabahtan Sultanahmet meydanını doldurmuşken 2020 kadrolarından beklenmeyecek bir incelik..
Diğer mozaik ise güney holünde yer alan SUNU mozaiği.. Bu tasvirde Meryem Ana değerli taşlarla süslü bir tahtta oturmaktadır, kucağında çocuk İsa görülür. Tahtın sağında İstanbul’un kurucusu İmparator Konstantinos, Konstantinopolis’i; solda ise Ayasofya’nın kurucusu İmparator Justinianus, Ayasofya Katedrali’ni Hz Meryem’e sunarken görülüyor. Burada başarılar ilahi kimliklere adanmıştır, anlamı “şehir de, halk da inanç da senindir; her şey senin uğruna”dır. Hz. Meryem’in üstünde ise hiçbir zaman giymediği 10.yüzyıl motifleri taşıyan Roma elbisesi vardır.
Osmanlı Devleti döneminde yapılan tek mozaik süsleme, Ayasofya’daki en kapsamlı ve modern restorasyonu yaptıran Sultan Abdülmecid’in tuğrasıdır. Dış narteks ana giriş kapısında yer alan oval biçimdeki tuğra mozaiği, yere dökülen orijinal altın mozaik parçalarından yapılmıştır. Aslında Ayasofya’nın hayranı olan Sultan Abdülmecid kendi tasvirinin yapılmasını ister. Fakat dönemin din adamları böylesi bir ibadethanede bunun uygun olmayacağını söyleyince o da tuğrasının yaptırılmasını ister.
Kıtaların birleştiği, medeniyetlerin kesiştiği İstanbul’da yok olan ya da henüz gün ışığına çıkarılamamış Bizans eserlerinden bahsederken, daha sonraki Osmanlı döneminden de çok kaybımız olduğunun altını çizmeliyiz. Aslında bu şehrin topografyası tamamen değişmiştir. Deniz surlarının bugün kıyıya mesafesine bakılarak anlaşılacak biçimde önü doldurulmuştur. Pek çok yerde kot farkı oluşmuştur. Nüfus yoğunluğu, bilinçsiz kentleşme, yol yapmak / bulvar açmak gibi gerekçelerle yapılan kıyımlar şehri örselemiştir. Tarihi eserlerini ve onun altındaki izleri bir türlü gözler önüne seremez İstanbul… Mesela Tophane diye bir meydanı vardı İstanbul’un. Bugün de ayakta olan Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Tophane-i Amire, Nusretiye Camii, Tophane Meydan Çeşmesi, Tophane Kasrı beşgeninde enfes bir meydan olabilecekken bugün keşmekeş halindedir, aktif şantiyelere ev sahipliği yapmaktadır.
AKP ve Ayasofya 2020
Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi Türkiye’deki muhafazakar kitlenin tepkisini çekmişti. Makaleler, şiirler, ateşli konuşmalarda belli bir ilgi grubuna yeniden cemaat ile buluşacağı o büyük günün hasreti anlatılmıştır. Ezanın aslına döndürülmesi konusunda hızlı ve cesur bir adım atan DP iktidarından başlayarak tüm sağ iktidarlardan, seçmenlerinin bir kısmı Ayasofya’nın Osmanlı dönemindeki vasfına kavuşturulmasını talep etmiştir. Bu konudaki tartışmalarda zaman zaman tansiyon yükselse de genelde bu yıla dek kitlesel nitelik kazanamamıştır. Yine de Ayasofya siyasal islamın romantik kızıl elmasıydı.
Ayasofya ile ilgili son hukuki karar 2018 yılında Anayasa mahkemesine aitti ve bir derneğin başvurusunu reddetti.
Peki defalarca Ayasofya konusundaki başvuruları reddedilmişken ve 2020 yılındaki son davada Danıştay savcısı 1934 tarihli Bakanlar kurulu kararının yasal, imzaların gerçek olduğunu ve konu hakkında karar merciinin yürütme erki yani Cumhurbaşkanlığı olduğunu söyleyip davanın reddedilmesi yönünde görüş bildirmişken Ayasofya kararı niye Danıştay eliyle alındı? Karardan sonra olup biteni izleyip gerekirse geri adım atabilmek ve bunu yargı erkine ihale etme şansı var ama esas konu Danıştay kararı, cumhuriyet döneminde çıkarılan kanunları ve alınan kararları “hukuki denetim” kisvesinde “siyaseten” tasfiye kapısını da açıyor.
Bir de Milli Egemenlik iddiası var. Yargı, egemenliği sınırlama, yürütmenin faaliyetlerini denetleme işlevini görebilir fakat egemenin yerine geçemez. Hele bugünkü iktidarın kendi döneminde yasalaşan konularda bile hukuku hiçe sayan iş ve eylemlerine uzaktan bakan yargı erkinin, fiilen yok olmuş ve hukuken tasfiye edilerek malı-mülkü millete devredilmiş Osmanlı ailesinin kararlarını hukuki gerekçeler yaratarak yeniden yürürlüğe sokma girişimindeki garabet komik tekerlemelere benziyor. Hukuk-guguk falan derken yıl olmuş 2020!
Fetheden egemen Sultan II.Mehmet şahsi iradesiyle ve kılıcının kudretiyle; düşman işgalinden memleketi kurtaran Mustafa Kemal Paşa hükümetinin kararı ve kurucu lider anlayışıyla bu egemenlik hakkını kullanmıştır. Biri koruyucusu kalmamış kiliseyi camiye çevirmiştir, öteki kaderine terk edilmiş camiyi müzeye.. Dilediği takdirde tek yetkili, süper etkili, sonsuz iktidarın sahibi R.Tayyip Erdoğan da dilediği dönüşümü yapabilirdi ama o manevra alanı bulmak için yargı kartını oynamayı seçti.
Atatürk’ün imzası ve 1934 kabinesi hedef alınmış olsa da, hukuki dayanak haline getirilen vakıf senedi, Fatih’in iradesini içeren belge olarak, hilafetin kaldırılmasına dair 1924 tarihli kanunu tartışılabilir hale getiriyor! Eğer Fatih Sultan Mehmet’in vakıf senedi üzerinden bir Cumhuriyet hükümetinin yürütme işlemi hukuken iptal edilebilirsa, önce o vakıfnamedeki “Osmanlı devleti yıkılınca…” ne olacağına dair hükme de bakmak gerekirdi. Büyük Fatih buyurmuş ki, “Osmanlı yıkılacak olursa Ayasofya vakfımın mütevellisi yeni kurulacak devletin başındaki kimsedir”. Yani Danıştay, 1934 tarihli bakanlar kurulu kararını Sultan’ın iradesine aykırı ilan etmekle aynı vakıfnamenin içindeki başka bir hükmü aynı iradeye aykırı biçimde yok sayıyor. Vakıfname geçersiz ise 1934 tarihli karara kulp takmak yargıya düşmez, yok geçerliyse mütevelli heyetinin fiili başkanı sayılacak Mustafa Kemal Atatürk’ün kararı ortadan kaldırılamaz. “Biz böyle takdir ettik, yaptık oldu” bir hukuk işlemi değil, bir egemenlik işlemidir. Ayasofya tamamen bir egemenlik alanıdır. Naçizane tahminim odur ki AKP’nin 2023 vizyonu Cumhuriyet ile son ve en büyük hesaplaşmanın olacağı tarihe işaret etmektedir, uygulama alanı kağıt üzerinde de kalsa laiklik ilkesinin anayasa metninden çıkarılması yeni bir kızıl elma olmasın mı?
2011 yılında Başbakan kararname ile Ermeni, Rum ve Musevi vakıfların mülk edinme yasağını kaldırırken, 1936 sonrası edindikleri ve el konmuş taşınmazlarının sahiplerine iadesi yolunu açtı. O zaman hukuki karara ihtiyaç duyulmamıştı. Kaldı ki siyasi etkisi ve iktisadi değeri açısından çok daha kritik bir karardı.
Erdoğan seçmenine AYASOFYA müjdesini verdiği 35 dakikalık konuşmasında 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını “tarihe ihanet” olarak nitelendirmiştir. Fatih’in Vakıfnamesi ile bedduasını bilhassa dile getirmiştir. Kabe ve Mescid-i Aksa vurgusu tamamen AKP seçmenine “ezilen müminlerin hiç bitmeyen mağduriyeti” üzerinden selam göndermektir. “Milletim değerlerine düşmanlık edenlerle bir daha sınanmasın” diyebilmiştir. Müzeye dönüşme kararını utanç olarak nitelemiştir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Türkün kapalı bahtı Ayasofya ile açılır” sözleri bakalım gerçek olacak mı? İkinci bir Fetih, basübadelmevt, prangalar, zincirler, tekbirler, secdeler ile din sömürüsünde süreli doz aşımını seçmiştir. Kısacası özenle hazırlanmış bu hitabında siyasi hamasetin dibine vurmuştur. TV dizilerinden tarih öğrenenlerin gözyaşlarına gark olduğuna eminim. Düne dek Atatürk’e laf edemeyenlerin yokluktan İsmet İnönü’ye sallama zarureti de artık bitmiş olabilir. Bugüne dek en çok “iki ayyaş” diye yaklaşılan eleştiri sınırı artık çok daha ileri gidecektir. “Vakıf dokunanı yakar, çiğneyen lanete uğrar” çığlıkları ile artık hedef net biçimde irade sahibi Mustafa Kemal’dir. Sormak lazım, vakıfnameye sadık kalan Osmanlı’nın Dersaadeti 4 yıl 10 ay düşman işgali altında kaldı. Anadolu ve Trakya paramparça edildi! Daha büyük zillet, daha kallavi lanet var mıdır? Bu milleti o zilletten kimler kurtarmıştır? Bugün AKP mescidi gibi protokol namazıyla açılan Ayasofya’nın bulunduğu İstanbul’u düşmandan kim kurtarmıştır?
Erdoğan’ın anketlerde sürekli kan kaybeden partisinin geleceğine ve kendisinden uzaklaşma ihtimali olan ultra islamcı kitlelere göre pozisyon aldığı hatta siyaseten çaresiz olduğu iddia edilmektedir. Daha geçen yıl söyledikleri hatırlanınca bu iddialar yabana atılamaz. İlk kez 16 Mart 2019’daki Tekirdağ mitinginde bir vatandaşın Ayasofya’nın cami yapılması çağrısına Erdoğan, “Büyük Çamlıca Cami’ni yaptık. 4 tane 5 tane Ayasofya eder, o kadar büyük. Anadolu yakasında, tüm İstanbul ve Türkiye’de en büyük camii. Mesele o değil, bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, Ayasofya’yı dolduralım… Bu oyunlara gelmeyelim, bunların hepsi tezgah. Biz ne zaman neyin nasıl yapılacağını çok iyi biliyoruz. Bu namussuzlar böyle dedi diye biz adım atmayız” demişti. Üç gün sonra katıldığı TV programında ise 60 bin kişi alan Büyük Çamlıca camii ile övündükten ve Selâtin camiler konusundaki bilgisizliğini sergiledikten sonra “Ayasofya’nın ibadete açılmasının bir faturası var, onun faturası bizim için çok daha ağırdır” dedikten sonra başka ülkelerdeki islam eserlerin ve camilerin başına neler gelebileceğini anlatmıştır. Sonraki cümle ise şahane “Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar İSTİKAMETİMİ kaybetmedim”
Ne oldu ki pusula şaştı, rotadan kopuldu, istikamet değişti, onu yakında öğreniriz.
Çaresiz muhalefete gelince en sık duyduklarımız “Kutuplaşma fırsatı vermeyelim” ve “oyuna gelmeyeceğiz”. Muhalefetin en büyük parçası CHP’nin siyasi bir kutup oluşturma kapasitesi olmadığı gibi, muhalefetin tamamı “oyuna gelmeyelim” derken aslında Erdoğan’ın kurduğu oyunun parçaları olmaktadır. Bilhassa “bu iktidarın Milli Egemenlik hususunda Cumhuriyetin kurucu kadrolarına laf söyleme hakkı yoktur, onlara öğretebileceği bir şey de asla olamaz” diyememişlerdir. Asla belirleyemedikleri gündemde rolleri belirlenmiş figüran gibi davranmaları da Erdoğan’ın yurt içinde canı ne isterse yapabilecek kadar sınırsız güce sahip olduğunu gösterir bir vaziyettir. Türk tipi başkanlık sisteminde Erdoğan’ın karşısında denge & denetleme mekanizması olacak kim kalmıştır? Hiç kimse!! Bugün de alana kurduracağı dev ekranda şovunu yapacak, belki minberdeki siyasi hitabıyla duygusallaşan seçmeninin gönül telini titretmekten geri durmayacaktır.
Bitmeyen fetih, sürekli fetih, döne döne benzer cümlelerle aynı bayat hamasetin bir sebebi var. İstanbul’un fethedildiğine inanamışlar sanki, kendi vatanında fethe çıkan şaşkınların vatan bilinci de tartışılır ya… Türkiye’de siyasi hevesi olanların tamamı Erdoğan’a göre kendini hizaya çektiğine göre, bu hamasetin siyasi faydaya tahvil edilmesi ancak dış düşmanla mümkün olabilir. Zırvalamaya meyyal Yunanistan dahil hiçbir ülke Türkiye’deki bir müzenin ya da caminin kullanımına karışamayacağına göre, yeni şeytan belki UNESCO olur. Türkiye, UNESCO tarafından 1972 yılında kabul edilen Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunması Hakkında Sözleşmesi’ni (Convention Concerning the Protection of the World Cultural and Natural Heritage) 1983 yılında imzalamıştır. Tarihi yarımadada yer alan Ayasofya eğer “Dünya Mirası Listesi” dışında bırakılırsa bu durum hükümete aradığı dış mevziyi kazandırır. Dilerim UNESCO böyle bir hata yapmaz, ha yapsa bile özgünlüğü doğru muhafaza edildiği sürece AYASOFYA –eller ne derse desin– emsalsiz bir kültür mirasıdır. https://whc.unesco.org/en/statesparties/tr
Peki Ayasofya ne olsun? Evvela Ayasofya’nın üç yıldan kısa olmamak kaydıyla kapatılması, içerideki iskelenin tamamen kaldırılması maksadıyla tüm restorasyonların bihakkın tamamlanması ve yorgun Ayasofya’nın başta deprem olarak tüm risklere karşı güçlendirilmesi gerekir. Ayasofya 1934 yılındaki iradeye uygun olarak müze olarak kalmalıdır ama ziyaretçi sayısı da sınırlandırılmalıdır. En pik günlerde 15.000 kişinin girip çıkması yapı için risktir. Atatürk tarafından tapusu CAMİ olarak çıkarılsa da Ayasofya bu yorgun haliyle bugün cami olarak kullanılmamalıdır. Bölgede müminler için ibadethane eksiği olmadığı da aşikardır. Cami olarak kullanıldığı takdirde zarar görmesi engellenemeyecektir. Altında galeriler ve sarnıç olan, yer yer çatlamış mermer zemin ve mozaikler korunamaz. Ayrıca bugünkü durumu göz önüne alındığında bir ısıtma, aydınlatma ve ses sistemi eklenecektir. Bunların da olumsuz etkileri düşünüldüğünde müze olarak korunmayan tarihi camilerin günlük kullanımdan ötürü yıpranması kaçınılmazdır. İznik ve Trabzon Ayasofyalarının hazin hali ise maalesef “sui misal” olarak önümüzdedir.
Bu çok uzun yazının son sözünü Fatih’in Patrik ilan ettiği ve eski günlerin hasretiyle konuşan keşiş Gennadios’a bırakalım.
“Ah kentlerimizin en iyisi, sevgili çocukların, bizler senin kaybınla nasıl yaşarız ve sen bizsiz olmaya nasıl dayanırsın? Daha da beteri, insanlar sana erişemezken, biz yaşamaya nasıl tahammül edebiliriz? Görünüşte hâlâ burada durmakla birlikte, aslında sonsuza dek yok oldun”
Gennadios’un özlediği içi boşalmış, fikren tükenmiş Bizans idi. Bizans tarihe gömülen bir seraptır. Bugün neo-emperyal hayallerin peşine düşüp diriltmeye uğraşanlar olsa bile Osmanlı da artık o serabın parçasıdır. Bize kalan İstanbul şehri olup, 40 yaş üzerinde olanlar için bile çocukluklarındaki İstanbul yok olmaktadır. Zamana bağlı doğal dönüşüm değil giderek hızlanan bir yozlaşmanın eseridir bu kayboluş. Etleri dökülen, kemikleri görünen bir cesedi andırmakta İstanbul… Hadi Ayasofya’yı da gözden çıkardık diyelim, madem egemenler öyle irade buyurmuş, eh varsın cami de oluversin ama İstanbul’un değeri ve derinliği çok geniş ve korumacı perspektifte ele alınmalıydı! Hele ki ince zevkleri olan, kültür ve sanat tarihiyle ilgilenen insanlar için bu kentte dolaşmak yürekleri tüketen bir azaba dönüşmüştür.
Keşke bu kadim şehri hakkıyla muhafaza edebilseydik, keşke bu şehri kan dökerek fethedenlere, canı pahasına koruyanlara, işgal ve istiladan kurtaranlara layık olabilseydik, keşke İstanbul’a ihanet ettiklerini söyleyenlerin biraz utanması olsaydı, keşke din üzerine siyaset yapılmasa ve memleketin geleceğine dair hiçbir sözü olmayan bu kof siyasetin peşine yüzbinler takılmasaydı…
Kaynaklarını hızla tükettiğimiz dünya 2019’u da paketleyip kenara koydu. 21.yüzyılda hem kaynaklarını, hem kazanımlarını, hem umutlarını gün gün yitiren Türkiye de 2020’ye adım atmış oldu.
Eskiden bir yılın olaylarını, dönüm noktalarını, öne çıkan kişilerini anlatan ALMANAK pek popülerdi. Her günü ayrı bir tutarsızlık, delilik, güldüren trajedi, inciten komedi yaşatan ülkenin 365 günü bu uzun yazıya sığmaz ama sadece son iki ayında (Kasım 2019 – Aralık 2019) öne çıkan bazı isimlerini, olaylarını hatırlayalım. Araya da birkaç soru serpiştirelim, gelenek olduğu üzere yazımızı 2020 dilekleri ile bağlarız. Başlıyoruz son iki aydan hatırladıklarımızla….
4 Kasım 2019’da TUİK tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık değişimi %8,55enflasyon olarak ilan etti. Rakamın küsüratlı oluşu inandırıcılığını artırdı?
Aynı gün İçişleri Bakanı, İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’na “ahmak” diyerek kendisine bu milletin bedel ödeteceğini bilhassa vurguladı. Belli ki seçimde bizzat sahada olduğu halde İstanbul’da 800 bin oy fark yemiş olmak Süleyman bey’in mücadele azmini kıramamıştı.
5 Kasım 2019 eski başbakan Bülent Ecevit’in 13. ölüm yıldönümü idi. BBC Türkçe servisi Ecevit’in ENOSIS hayalleri kuran Yunanistan’a hitaben söylediği şu cümleyi içeren röportajını yayınladı: “Tarihi zaferlerle ilgili hayallere önem veren hiçbir ulus, günümüz dünyasında huzur bulamaz” Arabasının arka camına tuğra sticker yapıştırıp, Diriliş Ertuğrul / Kuruluş Osman gibi dizilerden tarihi öğrenenler için bu cümle elbette saçmaydı. Bülent Ecevit zaten onlar için makbul adam değildi.
Aynı günlerde Türkiye’de insanlar ıspanak yiyerek zehirleniyor ve hastaneye düşüyordu. Yabani mantardan, çiğ etten, bozuk sütten zehirlenen duymuştuk ama ıspanakla zehirlenmek yepyeni ve farklı deneyimdi. Yüceler yücesi devletimizin çok önemli yetkilileri “aradaki yabani otları temizleyin, ha bir de iyi yıkayın” diyerek bize tavsiyelerde bulundu. Ne ıspanak üzerindeki pestisit kalıntıları için dertlenen oldu, ne maksimum kâr peşinde koşanları denetleyememekten rahatsız olan biri çıktı.
Bu arada gazeteciliği becerememiş yazar Ahmet Altan cezaevinden serbest bırakıldı, birkaç gün sonra tekrar gözaltına alındı. Niye salındı, sonra niye alındı?? “Adalet Mülkün Temelidir” cümlesi güldürmeyen fıkralar arasındaki yerini koruyor.
Bir
zamanlar komşuluk ilişkileri ve semt dayanışması ile meşhur İstanbul Fatih’te 4 kardeş ölü bulundu, orta yaşı devirmiş kardeşler geçim
sıkıntısı ve borç yükü altında ezilip topluca siyanürle intihar etmişti. Ekonomimiz uçuyordu ama herhalde bazıları
yerde unutulmuştu. Umursanmayanlar ve unutulanlar gibi Cüneyt (48), Oya (54), Yaşar (56) ve Kamuran Yetişkin (60)
sonunda mezarlıkta buluştular, kireç dökülmüş toprağa kondular. Yakında onları hatırlayan kimse kalmayacak.
6 Kasım 2019’da insanlık çölü Türkiye’nin mümtaz vilayetlerinden Aksaray’da otizmli çocukların ayrımcılık gördüğü, hastalıklı muamelesine tabi tutulduğu ve bu yetmezmiş gibi diğer öğrencilerin velileri tarafından protesto edildikleri (yuhalandıkları) haberi yayıldı. Otizmi bile protesto eden hassas Aksaraylıların rüşveti, yolsuzluğu, dolandırıcılığı, ahlaksızlığı protesto ettiğini ise asla duymadık, herhalde duymayacağız da.
Bu memleketin çocuklarla olan derdi bitmez, bitmiyor. LÖSEV’in 400 yataklı örnek hastanesi LöSante’ye yine ruhsat verilmedi. TBMM’de AKP ve yedeğindeki MHP oylarıyla öneri reddedildi. Her şeyiyle bitmiş, hazır hastanenin tam kapasite çalışmasına izin verilmedi. Bilmeyenlere hatırlatalım, lösemili çocuklar bu hastanede tamamen ücretsiz tedavi görüyor. LÖSEV’in bağışlarla ayağa kaldırdığı modern hastaneye HAYIR diyenlerin evlatlarına ve torunlarına sağlık diliyor, ters durumlarda Cleveland (USA) tavsiye ediyorum.
9 Kasım 2019’da Antalya’da bir
aile daha siyanür içerek yok oldu.
Ekonomi uçuyordu ama sorun siyanüre kolay erişim idi. Siyanüre yasak geldi, ekonomi düzeldi.
10 Kasım 2019 Ulu Önder, büyük devrimci Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ölüm yıldönümü idi. Ankara’daydım. Anıtkabir mahşer yeri gibiydi, ziyaretçi rekoru kırıldı. Sevdiğimiz kadar anlayabilsek, saydığımız kadar huzuruna vardığımızda mahçubiyet hissetsek belki farklı bir ülke olabilirdik. Ruhun şad olsun ATAM!
11 Temmuz 2019’da Trablus, Balkan ve Çanakkale cephelerinden sonra Osmanlı Bahriyesini bırakıp Karadeniz’deki Kuvayı Milliye saflarına katılan İstanbul Beşiktaş’tan Bahriye Kolağası Osman Muhtar’ın oğlu Mümtaz SOYSAL vefat etti. Akademisyen, yazar, gazeteci, entelektüel ve eski dışışleri bakanıydı. Yeri dolmaz birini yitirdi ülke..
Yine
o günlerde 11 yaşında toprağa giren Rabia Naz Vatan’ın babası Şaban Vatan’a kızının otopsi
görüntüleri izletildi. Koskoca devlet kaza süsü verilmeye çalışılan cinayet
sonrası bir babayı delirtmeye çalışıyor. Olayda adı en sık geçen siyasetçi TBMM
kürsüsünde nutuk atmayı sürdüyor.
12 Kasım 2019’da Hazine ve Maliye Bakanlığı
ekonomimiz aleyhinde algı oluşturmaya çalışanlara karşı hukuki süreç
başlatılacağını ilan etti. Hayat kısa,
ekonomimiz uçuyor, Almanya bizi kıskanıyor.
Diyanet İşleri başkanı kadın-erkek ilişkilerinde “bizim medeniyetimiz” vurgusu yaptı. Kocasına kek yapıp ayağına götüren ama evli olduğu öküzün yüzüne bakmadığı kadının yaşadığını cep telefonu bağımlılığı üzerinden işleyen Diyanet hazırlattığı gülünç filme para da ödemiş. Kadını evde hizmetçi, legal seks kölesi, çocuk bakıcısı olarak gören İhvan esintili çarpık medeniyet anlayışıyla niçin empati kurmamız gerektiği anlaşılamadı. Diyanet’in 2020 bütçesi 10,5 milyar TL, bu para vergi mükelleflerinden değil de zırva dinlemekten hoşlanan kişilerden tahsil edilse, güzel olmaz mı?
13 Kasım 2019’da KONDA Genel Müdürü
Bekir Ağırdır: “AK Parti’nin özellikle son 5 yılda bu ülkeye yaptığı en büyük
kötülük alın teriyle başarı zincirini kırmasıdır” dedi. Tespit diye buna derim, Bekir bey yerden göğe
haklıdır. Bekir Ağırdır kimdir?
Anadolu’nun bir kasabasından çıkmış, parasız yatılı okumuş, ODTÜ’yü kazanmış,
üniversite yıllarından beri emeğiyle ayakta duran, özel otomobil sahibi olsa
dahi bugün bile İstanbul’da Koşuyolu-Üsküdar arası minibüse binmekten
yüksünmeyen yani halktan kopmamış bir araştırmacıdır.
Dönelim memleket dışına… Washington D.C. delisi Donald Trump, T.C. yürütmesini temsil eden en üst makamdaki kişiye “Don’t be a fool” diye biten akıl dışı ve küstah bir mektup yazdı. Biz mektubu önce çöpe attık, sonra çöpten çıkardık, delinin ayağına gittik, iade ettik. Kendisine başkaca resmi bir cevap verilmedi, deliyle deli olmadık, büyüklük bizde kaldı.
14 Kasım 2019 Rabia Naz’ın babası Şaban Vatan herhalde “henüz delirmediği gerekçesiyle” gözaltına alındı. Başka yoruma gerek var mı?
16 Kasım 2019’da Gümüşhane Valiliği Dipsiz Göl’deki define kazısı ile ilgili soruşturma başlattı. Hani filmlerden biliriz katil cinayet mahaline döner de, otopsi talebinde bulunduğuna ilk defa şahit olduk. Buzul çağından kalma doğal gölün dibinde hazine arama iznini T.C. devleti kurumlarından alan iki iş adamı? suyu dışarı boşaltıp gölün dibini kazdılar, elbette bir şey bulamadılar. Pek çok insan tepki gösterince konu hakkında soruşturma açıldı. Gölün dibi sıvandı, yeniden su dolduruldu. Dipsiz Göl oldu size “çamurlu küvet” En yakın konumdaki köyün sakinleri de “millete bi faydası yok, göl kapatılsın” demişler. Götüyle kavga edeni gördüm de, gölüyle kavga eden köylüler benim için bir ilk. Dipsiz Göl bu ülkenin geleceğine dair trajikomik olaylar zincirinde yerini aldı.
Aynı
gün R.Tayyip Erdoğan emeklilikte yaşa takılan yurttaşların talebine karşılık “Niçin erken emeklilik?
Bırakalım ne zaman emekli olması gerekiyorsa o zaman olsun” dedi. Ben de kendisine
sorayım: “Niçin müteahhitlere vergi affı ve finansal destek? Bırakalım ne
zaman tasfiye olması gerekiyorsa o zaman olsun” Çılgın projelere, mega yatırımlara, elalemin
kaynağı belirsiz parasıyla balıklama dalan zihniyetin hakkını arayan insanlara
duyarsızlığı altı çizilesi bir detay..
Erken emekliliğin İskandinav ülkelerini batırdığını iddia eden Erdoğan,
ayrıca emekli maaşlarının insani düzeyde olduğunu söyleyince, kendisine başka
soru sormaya lüzum kalmıyor. Umarım
danışmanları tarafından bu konuda kandırılmıyordur?
Bu arada başka bir AK Partili Hayrettin Güngör (Kahramanmaraş belediye başkanı) sokakta karşılaştığı baş örtülü bir kadının nereli olduğunu öğrenince sohbet esnasında “sizi biz müslüman yaptık” dedi. Trabzonluların cümleten Pontus mirası olduğuna dair tekrarlanan AK Parti söylemi Trabzon vilayetinde rahatsızlık yaratmıyor. Trabzonlular dini dogmaları aşmış, seküler, yumuşak huylu, sabırlı, anlayışlı insanlar 🙂
17 Kasım 2019’da Türk tiyatrosunun dev ismi, büyük sanatçı, hocaların hocası Yıldız Kenter’i kaybettik. Bu ülkeye kattıklarını düşününce kendisini her zaman minnetle anacağım, yeri dolmayacak birini daha yitirdi ülke.
Yeri kolay
dolacak ve bol taklidine maruz kalacağımız cinsten Büşra Nur ÇALAR isimli bir kadın bebeğine
şatafatlı mevlid düzenleyip tek taş yüzük taktı. Kendisi Instagram
fenomeniymiş, eşi Sağlık Bakanlığı’nda çalışırmış. Değirmenin suyu nereden
geliyor anlaşılamadı.
Anası
fenomen olmayan normal çocukların hayatı ise şöyle: Örneğin Türkiye’de Meningokok grup B aşısı devlet
tarafından karşılanmıyor. Özel sigorta şirketleri de ödemiyor. Tanesi 450 TL,
iki doz gerekli, aşı “ha deyince” de bulunmuyor. Menenjit bir çocuğun
hayatını kaydırır, buna rağmen mevzuatta değişiklik yapılmıyor. Bu arada ülkemizde aşı karşıtlığı giderek yaygınlaşıyor,
sahte kanaat önderlerinin osurup osurup ipe dizdiği zırvaların da katkısıyla önümüzdeki
yıllarda yeni salgınlarda çocuklar ölecek. Türkiye’de tam aşılı çocuk oranı
12-23 aylık çocuklarda % 66,9’a, 24-35 aylık çocuklarda %49,6’ya kadar
düşmüş… İki yaşındaki çocukların yarısı bile aşılı değil. T.C. Sağlık
Bakanlığı önlem almak zorunda! Çocuğunu
aşılatmayanlar öncelikle çocuklarını, ama ayrıca taşıdığı hastalığı
kapabilecek, kimi sağlık sorunları nedeniyle aşı yaptıramayan insanları ve
mikroorganizmanın daha güçlü tiplerinin evrimleşmesine imkan vererek de
aşılı/aşısız herkesi tehlikeye atıyor.
19 Kasım 2019’da 19 yaşındaki Güleda Cankel öldürüldü, isimlerini unutacağımız kadın cinayetleri zincirine bir
halka daha eklendi. Kadını “iktidar alanı” ya da “namus
beratı” gibi gören, üzerinde egemenlik kurabileceğine inanmış, eşit
haklara sahip insan olduğunu kabullenememiş erkek kafasının toplumdaki tüm
ilişkileri zehirlediği inkar ediliyor hâlâ !
Aynı gün R.Tayyip Erdoğan işsizlik
sorununu tek cümleyle çözdü: “Biz istihdam oluşturamadık diye değil, iş arayanlar
arttı diye işsizlik artıyor” dedi. Yani İP KISA değil aslında ama kör olası KUYU
DERİN !
Aynı gün İstanbul Müftülüğü, inatla
kış saatine geçmeyerek küçücük çocukları kör karanlıkta sokağa dökenlerin inadı
kırılmadığı için sabah ezanı ile sabah namazı arasına yarım saat
“time lag” koyduğunu ilan etti. Çünkü
İslam kolaylık dinidir.
21 Kasım 2019 günü eski genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt bey vefat etti. Dolmabahçe görüşmeleri ve
e-muhtıra rezilliği başta olmak üzere sırlarıyla gitti ama kendisine sus payı
olarak verilen Audi A8 bu dünyada kaldı. Dünya malı dünyada kalır, mezara konan
insan ancak itibarıyla anılır.
22 Kasım 2019’da termik santrallerin bacasına filtre takılma zorunluluğu AK Parti ve MHP’nin oylarıyla 2,5 Yıl daha ERTELENDİ! 15 termik santral, baca filtresi takmadan halkımızı zehirlemeye devam etme imtiyazı kazandı. Havuz medyasının yeni üyelerinden CNN Türk filtre takılmamasını ekonomik gerekçelerle doğrulayan feci bir yayına imza attı.
Bu arada Türkiye Diyanet Vakfınca
temeli dört yıl önce atılan Cibuti 2. Abdülhamid
Han Cami ve Külliyesi’nin resmi açılışının Kasım ayı sonunda törenle yapılacağı
ilan edildi. Haritada Cibuti’yi gösteremeyecek kitle bundan büyük memnuniyet
duydu. Ayrıca Mersin, Malatya ve
Trabzon’da yapılacak millet bahçelerine yaklaşık 74
milyon TL harcanacağı açıklandı. İktidar sevdalısı kitleden bir Allah’ın kulu
bunu sorgulamadı.
3 Aralık 2019’da pırıl pırıl bir genç kız daha evinin önünde hunharca bıçaklandı. Ceren Özdemir öldürüldü. Katilin dağ gibi suç kaydı olduğu ve hapishaneden kaçtığı ortaya çıktı. Hapishanelerdeki kapasite fazlası ve eleman yetersizliği daha kaç can alacak? İçişleri Bakanımız ise “her firarinin cinayet işleyebileceğine yönelik bir bilgimiz söz konusu değil” diyerek anlamsız bir beyanda bulundu. Beyoğlu’nda tramvay durağında beklerken iki firari tarafından bıçaklanan 23 yaşındaki elektrik mühendisi Halit Ayar’ı hatırlıyor musunuz? Bakalım Ceren’i ne zaman unutacağız. Bu arada Şule Çet davası sona erdi, sanıklar ceza aldı. Sanık avukatının Şule’yi suçlayıp itham ettiği cümleler herkesi utandırdı. Adalet yerini buldu diye sevinenler Şule Çet’in katilinin iyi hal indirimi almasıyla bir kez daha hayal kırıklığı yaşadı.
5 Aralık 2019 sabahı FOX TV’de İsmail
Küçükkaya’ya konuk olan AK Partili M.Tevfik Göksu İstanbul’daki hiçbir deprem toplanma alanının
imara açılmadığını, kentte
yeterli sayıda acil durum toplanma alanı olduğunu söyledi. Sabah neşesi olarak not ettik, geçtik.
7 Aralık 2019’da İstanbul Şehir Üniversitesi üzerinden eski yol arkadaşlarını usulsüz arsa devri ve dolandırıcılıkla suçlayan Erdoğan’a eski başbakanı Ahmet Davutoğlu “herkesin mal varlığı araştırılsın, ben üyesi olmadığım TBMM’ye hesap vermeye hazırım” diyerek cevap verdi. Beklendiği üzere tartışma uzamadan bitti, konu mal varlığı araştırılmasına gelince en cevval isimler bile bir anda lal oluyor. Enteresan?
Eğitimdeki global konumumuzu gösteren parametrelerden biri olan PISA testi sonuçları açıklandı. Sonuçlarda hafif bir iyileşme var, örneklemi de biraz kendi lehimize değiştirmişiz ama fen/matematik/dilbilgisi becerisi bir yana 15-16 yaşındaki gençlerde dünyanın en mutsuz / umutsuz gençleri bizde. Hani genç nüfusla övünenler bilsin isterim.
8 Aralık 2019 günü erkek şiddeti ve toplum duyarsızlığını eleştirmek, farkındalık yaratmak için Şili’den başlayan #LasTesis dalgasında, bu kez Türkiye’den kadınlar Kadıköy’de dans etti. Şarkının sözleri beğenilmemiş olacak ki polis müdahale etti. Gözaltına alınan kadınlar oldu. Dünyada bir ilke daha imza attık, hayaldi gerçek oldu!
Aynı gün yaş ortalaması 42,7 olan Finlandiya’da seçimi kazanan koalisyonun lideri Sanna MARIN 34 yaşında ülkenin üçüncü kadın başbakanı oldu. Kabinesinin üçte ikisi kadın!
9 Aralık 2019’da Şırnak’ta imha etmeye çalıştığı patlayıcının infilak etmesi sonucu Patlayıcı İmha Timi (PAMİT) Komutanı Astsubay Esma Çevik şehit oldu. Esma astsubay liseden sonra hukuk fakültesini kazanmış ama ailesine yük olmamak için bir yıl devam ettikten sonra Astsubay Meslek Yüksekokuluna yazılmıştı. Hani bu yaz Tunceli Ovacık’a bağlı Çakılyayla’da 4 yaşındaki Nupelda ve 8 yaşındaki Ayaz Güloğlu mayına basmıştı ya, işte başka masum çocuklar ölmesin diye EYP ile, mayınla uğraşırdı Esma Çevik.. Esma astsubayın çocukluğu Bayrampaşa Altıntepsi mahallesinde geçmiş, aynı semtte çocukluğu geçen avare bir futbolcunun %1’i kadar bile konuşulmadı elbette. Ruhu şad olsun!
10 Aralık 2019 Dünya İnsan Hakları Gününde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tutuklu Osman Kavala’nın hak ihlaline maruz kaldığına kanaat getirerek tahliye edilmesine hükmetti. Türk adaleti tutukluluğun devamında ısrarcı olacak gibi, kısacası “durmak yok yola devam”
12 Aralık 2019’da geçen sene 42.9 milyon TL’ye ihale edilen çöp sızıntı suyu ihalesi bu yıl İBB tarafından 23 milyon TL’ye en düşük teklifi veren aynı şirkete verildi. Aynı hizmeti verecek aynı şirketin bir yılda bu kadar fiyat kırmasını açıklayacak makul bir gerekçe ortaya çıkmadığından geçmiş yıllarda Saraçhane’deki İBB binasında neler döndüğüne, kimlerin nasıl köşe döndüğüne dair merak depreşti.
13 Aralık 2019’da Gelecek Partisi kuruldu. Ahmet
Davutoğlu liderliğinde takriben yüzde 1,5 oy potansiyeli ile ittifaklara göz
kırpıyorlar.
Aynı gün Bay Hulusi Akar’ın CHP milletvekili Özgür Özel’e
açtığı davada, 221 emekli subay, “Hulusi Akar aleyhinde tanıklık” yapmak için başvuru yaptı. Ben olsam uyku tutmazdı, tam bir darbe !
Aynı gün Ziraat Bankası Simit Sarayı’nın hisselerini 500 milyon USD
karşılığı satın alacağını kamuoyu ile paylaştı.
Zarar eden ÇAYKUR’un yanında simit satma gereksinimi doğmuş olabilirdi,
bilemezdik tabi.. Susam üreticisine
destek olmak istemişti belki de Ziraat Bankası ??
20 Aralık 2019’da TBMM’deki bütçe görüşmelerinde
eski DPT müsteşarı milletvekili İlhan Kesici “AKP döneminde 17 yılda Türkiye’nin dış ticaret açığı 1
trilyon 50 milyar dolardır. Aynı dönemde 2 trilyon USD ihracat yapıldığına
göre, ihracatının yarısı kadar açık veren hiçbir medeni ülke yoktur dünyada” ifadesini kullandı. Ekonomiyi kötü gösterdi diye hakkında
soruşturma açılır mı, göreceğiz.
25 Aralık 2019 AKP’nin global rant yaratma hevesiyle ortaya attığı Kanal İstanbul projesine dair ÇED raporu halkn görüşüne açıldı. Hazırlayan mühendislik firmasının kamu kurumlarından 42 ihale almış bir hizmet sağlayıcı ortaya çıktı. ÇED raporu karadan denize bakarak ve bol bol para düşünerek yazılmış, denizbilimciler Karadeniz’den gelecek yeni akımla Marmara denizinin öleceğine dair kesin konuşuyorlar. Orta Avrupa’nın endüstriyel atıklarını taşıyan Tuna nehrini Marmara’ya daha hızlı aktarmanın zarar vereceği çok açık. Tarım alanları yok olacak, on binlerce ağaç kesilecek, İstanbul’un su kaynaklarından Sazlıdere barajı tarih olacak, tatlı su kaynaklarına deniz suyu karışacak, yüksek miktarda kamulaştırma bedelleri ödenecek, tarihi ve doğal miras zarar görecek deniyor, kulak asan yok. Deprem riski var, milyonlarca insanı suni bir adaya hapsetme riski, Trakya’nın savunmasına gedik açmak gibi sayısız problemden bahsediliyor. Türkiye ekonomisinin önceliği bu mudur, kesinlikle değildir ama ne hikmetse Katar emirinin anası bile içine doğmuş gibi Kanal İstanbul civarından ucuza tarla kapatmış. Buna cevap “Hans ya da George alsa kimsenin sesi çıkmaz” İBB başkanı Ekrem İmamoğlu projeyi cinayet olarak görüyor, binlerce İstanbullu itiraz dilekçeleriyle kuyrukta ama tepki “isteseniz de istemeseniz de” “çatlasanız da patlasanız da” yapacağız! İktidar düşen süngüsünü yerden kaldırmaya, kitlesi üzerinde yeni bir rüzgar yakalamaya, küskün müteahhitlere yakında başlayacak dev hafriyat işinden pay verme sevdasına endekslenmiş durumda. Montreux Boğazlar Sözleşmesinde Türkiye’nin egemenlik haklarına zarar verecek konuma sürüklenmek ise geri dönüşsüz bir siyasi felaket olabilir. ÇED raporunun hassasiyetle hazırlandığını iddia edenlere soralım. Kaz Dağlarında Kanadalı Alamos Gold ağaçları keserken ÇED raporundaki etki değerlendirmesi neydi, sonuç ne oldu? Konu çok uzun da sonuçta ne olacak peki?
YA PA MA YA CAK LAR! Ne o kadar paraları var, ne iktidarda o kadar süreleri kaldı. Betona tapanlar tarikatının bu ülkenin geleceğini düşünmediği artık anlaşıldı.
25 Aralık 2019 Esed rejimi Rusya ve İran desteğiyle İdlib üzerindeki baskısını artırdı. Yüzbin kadar Suriyeli kamyon tepelerinde Türkiye sınırına dayanmış durumda.. Milyonlarca zorunlu misafire ek yenileri geliyor.
26 Aralık 2019’da AK Parti genel başkanı “İstanbul’da
yerel seçimi biz kazandık” dedi. Allah’ın hakkı üçtür
diyerek İstanbul’da seçimin tekrarını bekliyoruz. Hatta Bahçelievler,
Bayrampaşa, Beyoğlu, Eyüpsultan, Sancaktepe, Üsküdar, Zeytinburnu gibi
ilçelerin AKP’den muhalefete geçeceğine bugünden iddiaya girerim. Ne diyordu
siyasiler, “HODRİ MEYDAN”
Aynı gün yapılan KAP açıklamasına göre Yeşilköy Atatürk havalimanından erken çıkıldığı için, işletmeci TAV Havalimanları Holding A.Ş.’ye 389 milyon Euro ödeneceğini öğrendik. Bugünkü kurdan kamuya (vergi mükelleflerine) getirilen yük 2,57 milyar TL olup, itibardan tasarruf olmayacağı için bunu da es geçiyoruz.
26 Aralık 2019 ‘da merakla beklenen asgari ücret açıklandı. Üç sendika “2.578 TL’nin altını konuşmayız” derken, 2020 yılındaki asgari ücret %15 artışla 2.324 TL olarak tayin edildi. Bakan hanım “işçilerimizi enflasyona ezdirmedik” diyerek açıklamaya mizah kattı! R.Tayyip Erdoğan bahşiş verecek patron edasıyla “jest yapabiliriz” diye umut dağıttı. Yandaş medyada bile Reis’in jesti beklenirken, Reis muhteşem #YerliOtomobil lansmanında jest bekleyenleri tersleyerek ekonominin dönmesi gereken çarkları arasına fırlatıp attı.
27 Aralık 2019 Mahkeme kararını açıkladı, meğer SÖZCÜ
gazetesinde FETÖ unsurları yuvalanmış?? Gazeteci Emin Çölaşan, gazeteci Necati
Doğru gibi isimler 3 yıl 6 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldılar. T.C. bir hukuk devletidir, gülmeyiniz alınan
olur.
27 Aralık 2019 Tam gereken zamanda ve doğru yerde kaza denilen ama kazaya benzemeyen sürtme olayı
yaşandı. Aşiyan kıyısında Songa Iridium adlı kuru yük gemisi hava ve deniz koşulları
pek uygunken kıyıya dokunuverdi. Kimsenin canına, malına bir şey olmadı ama
Kanal İstanbul artık şart olmuştu! Bu
arada geminin işsiz güçsüz Karadeniz’de tur attıktan sonra neden İstanbul
Boğazı’na birden bodoslama daldığı henüz açıklanamadı.
Elbette 27 Aralık 2019’un esas olayı #TürkiyeninOtomobili olarak tanıtılan ve beş babayiğitin ürettiği elektrikli otomobil. Henüz bir adı yok, fabrikası yok ama prototip görkemli bir lansmanla kamuoyuna tanıtıldı. Yerli ve milli arabamız kutlu olsundu. İtalyan Pininfarina çizmiş, 2017’de Hong Kong’da üretilmiş, 2018’de Pekin Motor Show’da görücüye çıkmış ama nedense sıfırdan tek başına Türkiye’ye özel yapılmış gibi lanse edildi. İnsanların bu bilgilere erişemeyeceğini düşünmeleri acayip. Şimdiden sipariş aldığı söylenen fiyatı belirsiz yerli otomobilin, uluslararası otomotiv devlerini paniğe sevk ettiğine de inanmamız bekleniyor 🙂 Dahası Kuzey Kore liderine övgü ve münacat seanslarını andıran lansmanda her şey ulu lidere bağlandı, onun yerli ve milli her şeyin hamisi, başı ve sonu olduğu bol bol vurgulandı. Bol magazini ve acınası propagandayı kenara bırakırsak, otonom sürüşü destekleyecek elektrikli otomobile yatırım yapmak umut veren bir seçenektir. Betona, kanala, kaldırıma, rezidansa paraya gömmektense katma değerli üretim için risk almak iyidir. Uzun ve zorlu bir yol bu, mugalata kısmını hızla aşarsak dileriz istihdam yaratan sağlam bir rotası olur… Asırlık otomotiv markalarının cirit attığı global kurtlar sofrasında rekabet şansı yüksek olmasa da, Türkiye yollarında görmek isterim. Bu projenin sonu 2019’da semalarda olacağı propagandasını dinlediğimiz yerli yolcu uçağımıza benzemesin diyelim!
29 Aralık 2019 Batman’da adaklar adanan türbenin boş olduğu, içinde ceset, evliya, veli, enbiya olmadığı anlaşıldı. Köylüler duruma inanmak istemiyormuş. Aslında o köylülere anlatabilsek, mezarda iskelet olsa da yaptığınız boş iş… Ne dinde, ne bilimde ölüden medet ummanın karşılığı yok diye?
Aynı gün Cüppeli Ahmet Hoca’nın
dualarıyla ticaret hayatına atılan Caprice Gold
Gayrimenkul’un resmen iflas ettiği açıklandı. Bu yatırımın arkasındaki müthiş girişimci Jet Fadıl bir kez daha
keriz silkeleyerek rütbe almıştı. Kendisi benim anti-kahramanım, yeni fırsatlar
sunulursa daha çok vurgun yapar bu piyasalarda… Yolu açık, enayisi bol olsun.
Yine aynı gün Vatan Partisi’nin
yılbaşı kutlamasında iktidarın üçüncü ve minik ortağı Doğu Perinçek ile meşhur tank
palet fabrikasının sivil yatırımcısı gözde iş insanı Ethem Sancak birlikte türkü
söyledi. Orta dünya fıkrası gibi…
Libya’ya asker gönderilmesi için tezkere hazır, TBMM’ye gelecek. Akdeniz’de inisiyatifi tamamen kaybetmemek için yapılan deniz alanlarını birleştiren münhasır ekonomik bölge paylaşımı karşılığı yine askerimizin kanı, canı görüşme masasında. Mavi vatan savunması ve Doğu Akdeniz’deki ekonomik çıkarları müdafaa etmek için Kıbrıs ve Ege adaları nedeniyle papaz olduğumuz Yunanistan’la anlaşamıyoruz. Bu durumda Suriye, İsrail, Mısır üçlüsünden en az biriyle aramız iyi olmalıydı ki pozisyon alabilelim. Türkiye herkesle kavgalı olduğu için, Güney Kıbrıs hak etmediği kadar ağırlık kazandı. AKP-MHP oylarıyla Türk askeri deniz aşırı ülkeye gittiğinde, birliklerimize ateş açılırsa ne yaparız, onları nasıl destekleyeceğiz? Yine bir bilinmeze savruluyoruz, vatan evlatlarını ateşe sürerken körlemesine hareket ediyoruz. İyi tarafı ne, bu kapanın ortasında KKTC’nin stratejik önemini hatırladık.
Geldik 30 Aralık 2019’a Çorlu tren faciasında biricik oğlu Oğuz Arda SEL’i yitiren, mahkeme kapılarında itilip kakılan, isyanını Türkiye ile paylaşan acılı anne Mısra Öz Sel emniyet teşkilatımızca aranmış. Twitter paylaşımları nedeniyle Çorlu Başsavcılığı ifadeye çağırıyormuş. Mısra hanımla devletin mücadelesi giderek daha enteresan bir seyre bürünüyor. Daha önce de TCDD Genel Müdürü acılı anneyi twitter’de bloklayarak kurumsal tepkisini gizlememişti! Kurumun hatası nedeniyle yoldan çıkan lanet tren yakışıklı Oğuz Arda’yı ikiye bölmüştü, o henüz 9 yaşındaydı. Dokuz !!! Göz göre evlatlarını yitirip de delirmeyen, ayakta duran anne ve babalara büyük saygı duyuyorum. Allah onlara sabır ve dayanma gücü versin.
Görüldüğü üzere huzurlu bir ülkede 20 yılda olacak şeyi biz iki aya sığdırmışız, hatırlayamadığımız ya da yazmadığımız daha pek çok şey var. Memleketin gündemi o kadarına müsaade ettiği için genelde can sıkıcı, üzücü, saçma şeyleri yazmak durumunda kaldık ve buraya dek okuyanların içi şişmiş olabilir, “yahu bu iki ayda hiç mi iyi bir şey olmadı?” diyebilirler. Olmaz mı, oldu elbette?
Mesela başarılı oyuncu Haluk Bilginer uluslararası ödül aldı, sevindik tabi.. Termik santrallere filtre taktırılmaması inadı o kadar saçmaydı ki, Cumhurbaşkanı veto etti. Öncesinde termik santrallerin ekonomiye katkısını savunan milletvekilleri, daha sonra Cumhurbaşkanına teşekkür ederek çevreci mesajlar verdiler. Güldük, eğlendik. Simit Sarayı’na para gömülmesini R.Tayyip Erdoğan “tasvip etmiyorum” diye karşıladı. Önce onay verdiği işi, kamuoyu tepkisini görünce geri çekti. İyi oldu elbette. Yeniden değerleme oranı %22,58 olarak belirlenmesine rağmen Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) artış oranı %12’de kaldı. Özel araç sahipleri koyu renk cam filmi direnişinden sonra ikinci zaferlerini kazandılar denebilir. Wikipedia’nın iki buçuk yıldır yasak olmasını Anayasa Mahkemesi hak ihlali olarak saydı, yasak olduğu dönemde girmeyi beceremeyen varsa artık Wikipedia kaynaklarına erişebilecek. Havuz medyasının yosunlu dibi sayılan Güneş ve Star gazeteleri yayın hayatına son verdi. Ülkemizdeki kağıt israfının azalması adına mütevazı ama sevindirici bir adım.
Efendim görüldüğü üzere münafıklığın lüzumu yok, “Türkiye’de güzel şeyler de oluyor” Siz bu kadarıyla yetiniyorsanız hiçbir şeyi değiştirmeyelim. Aynı hamamda, aynı tastan birbirimizin sırtına ılık su döküp bütün dünyanın kirli, bizim pir ü pak olduğuna dair masallar anlatalım. “Türkiye daha iyisini hak ediyor” diyorsak, yanlışlardan dönmek ve bize kadermiş gibi dayatılanları değiştirmek gerekiyor.
Bastığımız toprağın altında bin medeniyet var, başımızın üstünde sonsuz gökyüzü, bulutlar… Yağmuru bekleyen verimli topraklar, yeraltı zenginlikleri… Sırtımızı dayayacak çınar da var, yağını çıkaracak zeytin de, dalları yere değen meyve ağaçları da.. Matemiyle bayramıyla yeterince deneyim kazanmamıza imkan veren tarih, kültürel zenginlik, çeşitlilik, emek var, kardeşlik var. Elbette yokluk, darlık, vasatlık, çürümüşlük de kuşatmış memleketi. Çok darbe gördük, çok yara aldık ama hepten de ölmedik ya! Üretebiliriz, paylaşabiliriz, zor günlere alışığız, her mihnete dayanırız. Unutturulmaya çalışılsa da bozulmamış kimi manevi değerler halen direniyor. Tek bir şeye ihtiyacımız var “DÜRÜST ve ÇALIŞKAN OLMAK” Birbirimizin ayağına basmak yerine, dünyayla yarışmak üzere hazırlanmak tek seçeneğimiz.
Tembelliği, kabullenmişliği, boşvermişliği, gıybeti kenara bırakırsak, kalbimizi temiz tutarsak, yeni bir toplumsal sözleşmeye tutunup birbirimize el uzatırsak bakarsanız 2020’de bir şeyler iyi yönde değişir. Sadece Ortadoğulu olduğumuzu söyleyenlere ve bizi o yöne itenlere; Balkanların, Kafkasların, yedi iklimin harman olduğu Anadolu’yu yurt edindiğimizi hatırlatırız.
Bir gün mutlaka emeğiyle ayakta duranların nefes alabildiği, adaletin hakim olduğu, gençlerin kaliteli eğitim aldığı, kadınların arkasına bakmadan yürüdüğü, çocukların kahkahalarla güldüğü bir ülkede yaşarız. Çok zengin olamayabiliriz, dünyanın nizamını değiştiremeyebiliriz ama “Yapamazlar, beceremezler, birbirlerine düşerler” diyenleri çatlatırız belki. Hiç mi oluru yok, bir gün olsun “azıcık” umut etmeyelim mi?
Gezegen güneşin etrafında dönmeyi sürdürüyor. Serde ve bedende sağlık olduktan sonra tüm seçenekler masada… Hepinize, sevdiklerinize, herkese MUTLU YILLAR
Birkaç asır önce yaşansaydı bu son iki ay, vak’a-nüvisler
sanırım şöyle kayıt düşerdi tarihe: “Dersaadet’in
şehremini olmasına türlü hile ve desise ile müsaade edilmedi. İmdi o zat cümle
Osmanlı mülkünün serdar-ı ekremi olmak üzre terfiye namzettir”
Dün mazbatasını ikinci kez alan Sayın Ekrem İMAMOĞLU kıtaların buluştuğu kentte umudun lideri oldu. Kamuoyu tarafından yeterince tanınmıyorken adaylığı ilan edilen, “kenar ilçenin belediye başkanı” diye küçümsenen, proje olmakla itham edilen, soyadından etnik kimliğine türlü çirkin saldırıya maruz kalan, ekseriyetle medyanın görmezden geldiği, sokakların ise bağrına bastığı “yeni nesil siyasetçi” Sayın Ekrem İMAMOĞLU 31 Mart yerel seçimlerinde 13.729 oy farkla büyükşehir belediye başkanı seçilmişti. Bu sonuç 25 yıldır İstanbul’un üzerinde oturan siyasal islamcı geleneğin koltuğu devretmesi anlamına geliyordu ki, birilerinin işine gelmedi. Ne hukukla ne mantıkla izah edilemeyen YSK darbesiyle gasp edilen mazbatayı takiben tekrarlanan seçimde bu kez Ekrem İmamoğlu her ilçede hatta neredeyse her mahallede oyunu artırarak farklı kazandı. 31 Mart’ta baltayı taşa vuran AKP’nin üzerine 23 Haziran’da ağaç devrildi. Şehre yıldırım düşmesini bekliyorlardı, Karadeniz’den tsunami geldi.
“Kimse 14 bin oyla seçimi kazandım demesin” diyenlere bugün sormak isterdim, “806 bin oy fark kafi geldi mi?”
Kazananın 1, kaybedenin 0 olacağı tek dereceli seçimi boykot etmeyi önermiş olanlar da eminim “iyi ki bizim dediğimiz olmamış” noktasına gelmişlerdir.
31 Mart günü AKP’nin kulağını bükerek mührü iktidar partisinin elinden alan seçmen, kibre boğulmuş ve halktan kopmuş parti sandıkları devirince bu haksızlığı sessizce not etmiş, 23 Haziran’da ise AKP İstanbul il örgütünü adeta falakaya yatırmıştır. 2001’de kurulup 2002’de tek başına iktidara gelen AKP böylesini deneyimlememiş olsa da, sandıkta halkın eli ağırdır, hiddetinden ve sillesinden çekinmek gerekir.
Seçim sonucu öncelikle AKP’nin başarısızlığıdır. Hezimeti şöyle tarif edelim. Pontus laflarıyla kızdırılan Karadenizliler ile yediden yetmişe terörist ilan edilen HDP’ye yakın Kürt seçmenden aynı sandıklarda tokat yeme talihsizliği 23 Haziran’da gerçekleşmiştir. Hatta neredeyse bu iki grup birbirlerine “elinize sağlık kardeşim” diyerek ayrılmıştır sandık başlarından. Ekrem İmamoğlu “konuşacağız, uzlaşacağız, barışacağız” diyordu, hani nasıl desek tarif ettiği kardeşlik “hayaldi gerçek oldu”.
Hatırladığımız üzere 31 Mart öncesi kerameti kendinden menkul BEKA söylemiyle medyayı ve seçmenin zihnini işgal etmişti AKP. Çöpümüzü kimin alacağı, çevre vergisinin hangi belediyeye ödeneceği, çocuk parklarındaki oyuncakları kimin tamir edeceği ile ilelebet payidar kalacağına inandığımız Türkiye Cumhuriyetinin kader çizgisi arasındaki gizemli bağ halen çözülebilmiş değil.
23 Haziran öncesi ise BEKA söylemi terk edildi, sağ olsunlar Cumhur ittifakı o işi arada çözüverdi herhalde. Birdenbire zuhur eden huzur ve güven ortamı bizi rahatlatmış olacak ki, Doğu Akdeniz’de sular ısınırken ve Suriye’de sıcak çatışma sürerken ordunun neredeyse üçte birini erkenden terhis etme kararı alındı, teşekkürler Ak Parti!
BEKA sorunu şıp diye çözülünce AKP’nin nedense kanaat önderi muamelesi yaptığı İmralı mahkumu ile mektup arkadaşı olmaya zorlandı insanlar. Ellerinde binlerce insanın kanı olan terör mahkumu HDP’ye tarafsızlık çağrısı yapıyordu. Devletin ajansı bu çağrıyı kamuoyuna yaydı. Ülkemizin en lüzumsuz siyasetçisi Devlet Bahçeli “Öcalan’ın HDP’ye tarafsızlık çağrısını görmezden duymazdan gelemezdik” diyebildi!! Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış, yalnızca avukatları ve yakın akrabaları görüşebilecek Abdullah Öcalan’ın kendisine övgüler düzen kılıksız bir akademisyen ile nasıl görüşebildiği halen muamma. Bu rezalet yetmemiş olacak ki, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kırmızı bültenle aradığı terörist kardeşi TRT Kürdi kanalına çıkarıldı. Osman Öcalan da CHP’nin eksiklerini eleştirmiş o konuşmasında? Yıllar yılı giderek eksilen devlet aklımız Öcalan ailesini Kürtlerin manevi önderi sanıyor korkarım ki.. Seçime birkaç gün kala yapılan bu utanç verici Öcalan Brothers hamlesi de milliyetçi hassasiyetleri yüksek bir kısım seçmenin Cumhur ittifakına çelme takmasına yol açmıştır. Tüm bu saçmalamalara, yalpalamalara, akla ziyan tutarsızlıklara rağmen vaat şampiyonu Binali Yıldırım’ın %45 oy alması ayrı bir tartışma konusudur. Elbette bu aralar “AKP hatalarından ders alır mı?” sorusu da zihinlerde, ben Türkiye’de tek başına iktidardayken hatalarından ders alarak değişen ve olgunlaşan siyasi parti görmedim. AKP’de bu ağır mağlubiyetin henüz sağlıklı okunamadığı kanaatindeyim. Dahası partiden seçmenin mesajını okuyabilecek ferasette kimse kalmış mıdır, ondan da şüpheliyim.
Seçimin şifrelerinden bir diğeri de, Süleyman Demirel’in deyimiyle “tencere her hükümeti sallar” saptamasıdır.
“Neyse halin o çıksın falın” diye bakılan kahve fincanının siyasetteki karşılığı mutfaktaki tavadır, tenceredir. 31 Mart öncesi muhalefetin favori şarkısı Barış Manço’dan mülhem “domates biber patlıcan” idi. Onlar da 23 Haziran öncesi patates, soğan bahsini kapattılar çünkü mevsimin etkisiyle fiyatları düşmüştü ama beyaz et, kırmızı et, pek çok meyve, süt ürünleri, akaryakıt, elektrik, çocuklara alınacak karne hediyesi bisiklet neye bakarsanız bakın her şey ateş pahası. Geçim sıkıntısı çekenler, işsiz kalanlar, vergisini ödeyemeyenler, siftah yapamayanlar İmamoğlu’na oy vererek Ankara’ya seslerini duyurmak istediler.
Sonuçta İstanbul kararını verdi, beş yıllığına başkanlık mührünü Ekrem İmamoğlu’na teslim etti. Bundan sonra ne olur? Öncelikle “seçilmişleri atanmışlara ezdirmeyiz, halkın iradesi başımız üstüne” diyerek nutuk atanların, vitrin süsü olacağını ilan ettikleri Ekrem başkanın önünü yargı kararı ile kesme ihtimali? O iş artık kolay değil… Açık farkla biten seçimin üzerine İmamoğlu’nu OR-Gİ havaalanında söyleyip söylemediği belli olmayan “it” lafı üzerinden kıstırmak ve makamından düşürmek çok riskli olacaktır. Canlı yayınlanacak belediye meclisi toplantılarında göz göre göre İmamoğlu’nun yolunu kesmek ve İstanbullunun hizmet almasını geciktirmek de iktidar bloku için anlamlı olmaz. İtibarsızlaştırmak yerine başarısızlığını beklemek ve başarısız olması için ince ince çalışmak AKP açısından daha tercih edilesi bir yol gibi görünüyor.
Başarının da başarısızlığın da ortak kriterlerinden biri finansman ya da maddi güç. 25 yıldır siyasal islamcılığın, 17 yıldır spesifik olarak AKP’nin elinde olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin durumu ise içler acısı. İBB bütçesinde yıllık bütçe açığı 3,7 milyar TL dolayısıyla belediye hizmetini sürdürmek için dış kaynak bulmak ve borçlanmak zorunda. İBB’nin 2019’da 1 milyar TL’nin üzerinde borç faizi ödeyeceği tahmin ediliyor. Toplam borç yükü 27 milyar TL’ye dayanmış. Bu koşullar altında yatırımlar, projeler, mali vaatler gerçeğe dönüşmek için sıraya girmek ve beklemek durumundadır. Oysa başarılı seçim kampanyası nedeniyle Ekrem başkana yönelik pozitif beklentiler tavan yaptı. Bu beklentilerin hızla hüsrana dönüşmemesi için İstanbul halkına mali durum açıkça anlatılmalı, her şeyin sırayla ele alınacağı, israfın önlenerek tasarruf döneminin başlayacağı ve sabırla adım adım her şeyin güzel olacağı izah edilmelidir. Her gün ileri bir adım olursa, el atılan konular yavaş yavaş iyileşirse sonuçta İstanbul’da gülümseyen insanların sayısı artacaktır. Ekrem İmamoğlu süper kahraman olmadığına göre sorunları tek başına çözemez. Ekipleri oluşturacak insan kaynağı düşünüldüğünde İBB bünyesinde Ekrem başkanın deyimiyle “alın teri” dökerek çalışan nitelikli insanlar mutlaka muhafaza edilmeli ama yaptığı işin hesabını veremeyen, yetkinlikleri soru işareti ve birilerinin yakını olduğu için vaktinde istihdam edilmiş kişiler hızla ayıklanmalıdır.
Lüks, şatafat, debdebe ve israf sona erdirilirken lüks makam araçlarının elden çıkarılması ya da ATM’den her ay maaşını çekip belediyeye tek gün uğramamışların ayıklanması yetmeyecektir. İBB ve bağlı şirketlerdeki tüm iş süreçlerinin kapsamlı analizinden sonra iyileştirilecek süreç adımları belirlenmeli, kaliteden ödün vermeden daha uygun maliyetlerle iş yapmanın yolları (görev tanımlarının birleştirilmesi, bürokrasinin azaltılması, yeni teknolojilerin kullanımı vb) uzmanlar tarafından belirlenmelidir.
Yirmibeş yıllık kadrolaşmanın neticesinde bulundukları konumu hak etmeyen kişiler olduğu gibi, güncel gelişmelerden biraz uzak kalmış ya da işletme körlüğünün etkisinde kadrolar da bulunabilir. Bu durumda tasarruf ve verimlilik artışına yönelik taze dış kaynak kullanımı ihtiyacı doğar ki, bu Ekrem başkanı yeni bir açmaza götürecektir. Türkiye’de siyasetin yazılı olmayan kurallarından biri seçim kazanan başkanın başına üşüşen kalabalıktır. Bilhassa üyesi olunan parti (CHP), ittifak ortağı parti (İYİ Parti), kampanya yönetiminde başarı gösteren çevreler ve yakınları, tüm bu kalabalık hep bir ağızdan “öyle yapalım, şöyle yapalım, falanca uzmanı getirelim, işi o şirkete verelim” benzeri telkinlerde bulunacaktır. Böyle tavsiye ve telkinlere her “HAYIR” dendiğinde kırgınlıkların doğması muhtemeldir. Bunu önlemenin yolu ise kolay anlaşılır ve 16 milyon İstanbullunun lehine olacağına itiraz edilemeyecek kurallar koymaktır. Şeffaf ihale süreci, açık eksiltme gibi yöntemler yanında sabit bedeli olmayan ancak sağlanacak ölçülebilir fayda üzerinden yüzde pay ile ücretlendirilecek servis sağlayıcılarla öncelikli çalışma kararı ilan edilebilir. Örneğin 11 milyon TL bedelle realize edilecek bir iş, aynı kalite ve benzer çalışma takvimi içinde %25 tasarrufla 8,25 milyon TL’ye yapılabiliyorsa, elde edilen 2.75 milyon TL tasarruftan belli bir % pay emek verenlere bedel olarak ödenebilir. Böylelikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi bütçesine yeni maliyet yükü gelmeyecektir. Pek çok firma için bu ilk etapta tercih edilesi bir uygulama gibi görünmese de, referanslarına İBB logosunu eklemek isteyenler hiçbir ticari risk almadan bu ayrıcalığa erişilemeyeceğini öğrenmiş olur.
Teknik konuları burada bırakıp biraz da halkın beklentilerinden bahsedelim. “Adama, kişiye, kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet işi bitti” diyerek gönüllerde taht kurdu Ekrem başkan, bu vaadin mutlaka takipçisi olunacaktır. Okçular Vakfı gibi mana ve önemi belirsiz kuruluşlar kendi ceplerinden diledikleri kadar yay çekip ok atabilirler ama İBB ile tüm finansal ilişkileri koparılmalıdır. Sayın başkanın isabetle belirttiği mültecilerin durumu ve deprem riski hem kafa yorulması hem de yatırım gerektiren konulardır. Her iki dosya da Ankara ile koordinasyon sağlanmadan somut neticelere bağlanamaz ve yürütmenin başı kendisine müstakbel rakip olarak gördüğü yeni nesil siyasetçiye nasıl davranır, yaşayıp göreceğiz.
Bugünlerde Fatih Sultan Mehmet köprüsündeki asfaltlama çalışmalarının da katkısıyla İstanbul trafiği yine çıldırtan bir noktaya geldi. Yeni metro hatları, toplu taşıma rutlarının rehabilite edilmesi, deniz ulaşımından daha çok yararlanılması gibi konular “çok acil” kategorisinde ve evvela planlama mesaisi gerektiriyor.
Duygulardan devam edersek #HerŞeyÇokGüzelOlacak sloganına vurulduk hepimiz ama akıl ve vicdan sahibi kimse mucize beklemiyordur. Daha yeşil, daha mavi, daha huzurlu, daha medeni, daha üretken bir İstanbul hasretimiz ve talebimiz bakidir elbet. Yukarıda izah edildiği gibi kasada halka dağıtılacak milyarlarca Türk Lirası olmadığına göre, ilk etapta maddiyattan ziyade üslup ve yaklaşım farkını ortaya koyacak manevi konularda “devir değişti” algısını yaratmak gerekiyor.
Siyaset ofiste değil sokakta yapılıyor artık, hakkınızdaki kamuoyu algısını önünüze gelen anketlerden okumaktansa sık sık sokağa çıkın Ekrem başkanım. Alışkanlığınızı yitirmeden arada semt pazarlarını gezin mesela, bu yaz açık hava konserlerine gidin Dilek hanım ile.. Spor karşılaşmalarını yerinde izleyin, Galatasaray’ın UEFA Şampiyonlar Ligi’nde oynayacağı grup maçlarına bekleriz mutlaka. Sürpriz yapın İstanbulluya bazen vapura, motora, metroya binin. Belediye sarayının karşısında Kanuni Sultan Süleyman’ın genç yaşta ölen oğlu şehzade Mehmet için yaptırdığı, Mimar Sinan’ın erken dönem eserlerinden enfes Şehzadebaşı camii var. Bir hafta Cuma namazını orada kılarsınız, bir hafta Fatih Camii’nde. Bir hafta başka yerde, siyasi mitinge dönüştürmeden kameralardan uzak orada da halkla temas mümkündür. Keza aynı şekilde Cemevi ziyaretleri yapabilir, Alevi yurttaşlarımızla hasbıhal edebilirsiniz. Bir Pazar günü mesela Beyoğlu Üç Horan Ermeni kilisesine, başka bir haftasonu Neve Şalom Sinagoguna ve tüm dinlerin mabetlerine uğrayıp İstanbullu ile selamlaşıp hal hatır sorabilirsiniz. Dediğim gibi kamera yok, basın yok…
Yol kenarında meyve yiyen bir çocuk gördünüz diyelim, hemen arkasında da uygun bir toprak parçası var, “çekirdeği yere atma, gel toprağa gömelim, belki seninle bir ağacımız olur” deyin o çocuğa. Emin olunuz ki, o çocuk bunu en az 30 kişiye anlatacak ve herhalde bu güzel anıyı otuz yıl hatırlayacaktır. “Çocuklar benim propagandamı yapıyorlar biliyorum” demiştiniz ya, doğrudur. Üsküdar Kısıklı’da ninesi ile oy verme kabinine giren 9-10 yaşlarındaki torunun “Ya ona değil, İmamoğlu daha iyiydi yaa” diyerek dile getirdiği serzenişi dışarıdan duyulmuş ve epey güldürmüştü insanları…
İstanbul’un tarihi dokusunu büyük ölçüde barındıran Suriçi’nin insan ve taşıt kalabalığından olabildiğince arındırarak gerçek değerine kavuşturmak bir hedef olsun. Suriçi bölgesinde bir bina mı yıkılacak, temel kazısına dikkat edilsin mesela, umulmadık arkeolojik bulgulara erişilebilir. Ülkeye paralel olarak kent ekonomisinin daraldığı dönemde turizmin önemi tartışılmaz. Geçmişten bir örnek geldi aklıma. Türkiye 2020 Olimpiyatlarına aday olduğunda son ikiye kalmış ve rakibi Tokyo’nun belediye başkanı Buenos Aires’teki final sunumunda “dünyanın en güleryüzlü taksi şoförleri bizde” ve benzeri mesajlarla insana dokunan, Olimpik seyircileri / misafirleri ilglendiren şeyler anlatmıştı. Sonuçta da kazanan Japonlar oldu. Bilhassa yabancı bir turistin İstanbul’a ilk vardığı andan itibaren tüm deneyimini ele alıp, “olabilecek en iyi izlenimle kentten ayrılması nasıl sağlanabilir” sorusu tüm sosyal paydaşlarla birlikte ele alınmalıdır. Japonlardan milletçe öğrenmemiz gereken diğer üç şey ise intizam, tertip ve tevazu sanırım…
İstanbul’da ekolojik denge giderek bozulacak çünkü üzüntüyle öğrendik ki İstanbul havalimanı ve Kuzey Marmara otoyolu için 13 milyon ağaç kesilmiş. Şehrin akciğerleri kuzey ormanları ve sulak alanlar böylece yok edilmiş oldu. Gidenlerin yerini tutmasa da, kesilenin iki katı 26 milyon ağacı hangi vadede nereye dikebileceğinizi planlayıp ilan edin. Hatta bunu bir kampanya haline getirebilir, “küreğini kap gel, fidan ve can suyu bizden” diyerek İstanbulluyu çağırabilirsiniz. İstanbul’da her evlenen çift için iki, her doğan çocuk için beş tane fidan dikilebilir. Kısacası çevrenin korunması, doğal çeşitliliğin artması, deniz kirliliğinin azaltılması gibi gibi konularda insanlara önce sorumluluk aşılayın, onları vazifeye çağırın. Her ne kadar seçim kampanyasında hemşehrilik vurgusu öne çıkarılsa da, bilhassa Binali Yıldırım Sivas, Diyarbakır ziyaretlerinde İstanbul için oy istese de bu kentte yaşayanların kente karşı mesuliyet hisseden İstanbullu kimliğine sahip olması için çalışılmalı, hatta bu kimlik özenle tasarlanmalı ve iletişimi yapılmalı. Yine yapılabileceklerden devamla, İstanbul’un çevresindeki 150 köyde tarımsal üretim yapılacağını söylemiştiniz. Mesela İSMEK çiftçi yetiştirebilir mi? Organik tarım kursları düzenlediğini bildiğimiz İSMEK bu faaliyetini genişletebilir mi? Mesela İstanbul-Kuzguncuk’taki bostana içi giderek bakanlar, el emeğine inananlar yeni tarım alanlarında seçecekleri birkaç haftasonu ikişer saat gönüllü çalışır mı, çıplak ayakla toprağa basıp çapa yapar mı? Karşılığı var elbet, ne yetiştiyse göz hakkı saklı. Kısacası betonu değil toprağı, rantı değil soluk almayı hatırlatabilir miyiz İstanbul’a ?
Sevgili Ekrem başkanım,
Serbest çağrışım gibidir bu şehir, bir konudan diğerine geçerken zihinde yeni kapılar açılır.
İstanbul büyük, derdi çok, kalabalığı tarifsiz, yükü ağır… Çocukların gözlerinde, gençlerin dilinde güvenilir lider & samimi insan kimliğini perçinlediğiniz zaman bu kentte binlerce İstanbul Gönüllüsü bulacak ve zoru kolay kılacaksınız.
Size oy vermeyenler de duysun bilsin ki seçim neticesinde “azgın azınlık” Saraçhane’yi işgal etmedi. Sisi kazanmadı, Mursi kaybetmedi, burası Kahire ya da İskenderiye değil İSTANBUL.. Kulaklardan beyne nüfuz eden zehirli dilden arınmalıyız. Tıpkı sizin de ifade ettiğiniz gibi birbirimize karşı zafer kazanamayız. Zafer ancak sade bir semtini sevmenin bile ömre bedel olduğu aziz İstanbul’un olabilir. Elbet bu ülkenin kaderi başkent Ankara’da çizilir ama biliriz ki İstanbul düzelirse, Türkiye ilerler.
Onlara ayıracağınız zaman kaçınılmaz olarak azalsa bile yine de en büyük destekçiniz olacak ailenize bilhassa teşekkür ediyor, üstlendiğiniz kutlu ama zorlu vazifenizde size ve ekip arkadaşlarınıza sonsuz başarılar diliyorum, Allah mahçup etmesin.
İnanıyoruz ki, güzel günler göreceğiz ve her şey sırayla rayına girecek, güzel olacak. Olmaya başladı bile…
Çok değil beş ay önce Beylikdüzü’nde yaşayanlar dışında pek kimse tanımazken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı oldu Ekrem İMAMOĞLU. Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere pek çok kişi ona fazla şans tanımamıştı.
Ülkenin içine itildiği çıkmazın yarattığı hoşnutsuzluğa ek olarak, 31 Mart seçimlerine kadar sürdürdüğü başarılı kampanya sonucu, ülkede herkesin tanıdığı ve AKP’ye oy vermeyenlerin dahi antipati duymadığı son başbakan Sayın Binali Yıldırım’ı az farkla geride bırakarak büyükşehir belediye başkanı seçildi.
Takip edebildiğim kadarıyla seçim gecesinden itibaren başarılı kampanya yürüten yerel siyasetçi kabuğunu geride bırakarak büyük oynamaya başladı İmamoğlu. AKP cenahından gelen üçbin küsür oy farkla seçimi aldıklarına dair zamansız açıklaması sonucunda standart bir CHP adayı “İstanbul için hayırlı olsun” diyerek Anadolu Ajansı eliyle manipüle edilen neticeyi kabullenir ya da kendine hakim olamayıp ahbabı gazeteciye “adamlar yine kazandı” diye mesaj atabilirdi. Ekrem İmamoğlu ise elindeki sarih verilere güvenen bir lider olarak defalarca kameraların önüne çıkıp, insanları düzenli bilgilendirdi. Kelimelerine özen gösterdi ama çekinmeden “biz kazandık” dedi, bu sayede umut ayakta kaldı, sandıklar terk edilmedi. Bu sayede çuvallar kaybolmadı, çöplüklerden binlerce oy pusulası çıkmadı. İstanbul’a ve İstanbul seçmeninin iradesine sahip çıkıldı. Üstelik bu yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi (Sn.Canan Kaftancıoğlu) ya da İYİ Parti’nin (Sn. Buğra Kavuncu) başarısı değildi, bizzat İmamoğlu’nun kurup idare ettiği ekiplerin de çok emeği olduğu konuşuluyor. Ekrem başkanın organizasyon becerisi inkar edilemez. Kısacası İMAMOĞLU kimsenin hakkını yemedi ama hakkını da yedirmedi. 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece herkes onun yerleşik kalıplara uymayan biri olduğunu artık anlamıştı. Dolayısıyla yerel politikacı olarak başladığı yarışta emeğiyle sivrildi, siyasette bir üst lige çıkmış oldu.
İmamoğlu’nun çetin ceviz olduğu anlaşılınca, bu kez hak edilen mazbatayı vermemek için tam 17 gün ipe un serdi birileri. Caddeler, sokaklar, semt pazarları, stadlar “MAZBATAYI VER” çığlıklarıyla yankılandı. Akla ziyan geciktirme denemelerinin sonunda nihayet mazbata seçilmiş başkana takdim edildi ve Saraçhane’deki makama geçildi. Gel gelelim 19 gün sonra 6 Mayıs günü Yüksek Seçim Kurulu (YSK) darbesi ile artık yalnız kağıt üstünde hukuk devleti sayılabilecek ülkenin kanunlarına bir defa daha takla attırıldı, hakkaniyet hiçe sayıldı, aynı zarftan çıkan dört oydan üçü helal biri haram kılındı ve mazbata sahibinden (ç)alındı. Aynı şey AKP’nin başına gelse yani seçimin güvenliğini yüzlerce kez överek seçmene güven telkin etmiş olan YSK mazbatayı önce Binali Yıldırım’a verip sonra geri alsa bunun muhafazakar seçmenin zihnine ikinci 28 Şubat olarak kazınacağını, itinayla kabartılan mağduriyetin şarkılara, filmlere konu olacağını biliyoruz değil mi? Demokrasiye yaşatılan travma asla azımsanmamalıdır. Bu yapılan haksızlık hafife alınamayacağı gibi şaka, mizah kaldıracak bir konu da değildir.
Bu satırların yazıldığı andan 24 gün sonra 23 Haziran 2019 günü İstanbul yeniden sandığa gidecek. Bu kez sandığa tek bir oy atılacak. Saadet Partisi adayı Necdet Gökçınar beyefendiye haksızlık etmek istemem ama gidişat belli ya İmamoğlu ya da en yakın rakibi seçimi kazanacak. Ekrem İmamoğlu siyaseten bir üst lige çıktığı için yeni rakibi daha güçlü, daha etkili ve daha cüretkar biridir. Onu iyi tanıyorsunuz, hepimiz çok iyi tanıyoruz.
Bugün
İstanbul seçimine dair kafamdaki notları derleyip toparlamak istedim.
Hatırlanacaktır, 1994’te Refah Partisi yerel seçimlerden zaferle çıktığında, genel başkan Prof.Necmettin Erbakan basının önüne iki prensiyle çıkmış ve Ankara’da galip gelen İ.Melih Gökçek’i TÜRKİYE Şampiyonu, İstanbul’da kazanan Recep Tayyip Erdoğan’ı ise DÜNYA Şampiyonu olarak ilan etmişti. AKP genel başkanı Erdoğan siyasi kariyerinde adım adım yükselirken çıktığı semti, yetiştiği kenti, onu emsalsiz başarılara götüren İstanbul’u hiç unutmadı. Unutamadı.
Peki
ya “İstanbul benim sevdam” diyen, Ankara’da makam sahibi olduğu halde İstanbul’a
hasretini saklamayan, İstanbul’da her olan biteni, bilhassa doğan ve doğacak rantı
gün gün takip eden Erdoğan 31 Mart seçimleri öncesi partililerine ne demişti?
“Unutmayın,
İSTANBUL’DA TEKLERSEK TÜRKİYE’DE
TÖKEZLERİZ. İstanbul’da metal yorgunluğu olursa Türkiye’de paslanırız”
Ya
31 Mart seçimlerine bir hafta kala Cumhur ittifakının ortaklaşa düzenlediği
mitingde ne diyordu Devlet Bahçeli:
“İstanbul cumhur ittifakının hassasiyet ve haysiyet merkezidir. İstanbul demek TÜRKİYE demektir. İstanbul sıradan bir şehir adı değildir. Bu SİPER düşerse Türkiyemiz gider, nice miras ve emanetler kararır”
Bu iddialı söylemler İstanbul’u kaybetmenin sindirilemediğini ve YSK’ya adeta sipariş verildiğini ispatlar nitelikte değil midir? Elbette müjdelenmiş şehri kaybetmenin hissi tezahürü değildi bu geri alma çabası, sanırım ilk kez Watergate skandalının ortaya çıkarılışını konu eden 1976 yapımı All the President’s Men filminde duymuştuk şu repliği: Always follow the money (her zaman parayı takip et)
Bilindiği üzere YSK sandık kurullarının teşkilinde kamu görevlisi (devlet memuru) olmayan kişilerin bulunmasını ana gerekçe olarak göstererek İstanbul seçimlerini iptal etti (2019-4219 sayılı YSK kararı). Tek parti döneminde “hamili kart yakınımdır” referansı olmadan kamuda tayin ya da atama yapılamadığı, 16 Nisan referandumu sonrası rejim değişikliğiyle devlet ile hükümet arasındaki ayrımın iyice bulanıklaştığı, sürüden ayrılanı kurtların kaptığı dönemde pasaportu, kariyeri, aile şerefi hatta hayatı ve hürriyeti işvereni olan devletin (hükümetin) elinde olan kamu görevlilerinin seçimde görev alacak en tarafsız kişiler olduğuna kim karar veriyor? İlçe ve il seçim kurullarında görev alanlar ağırlaşan siyasi baskıyı ve haklarında açılabilecek soruşturmaları göğüsleyebilir mi? Seçim yeniden itiraza konu olursa, aynı YSK’nın yine 7 üyesi marifetiyle acayip kararlar vermeyeceğine emin miyiz? Josef Stalin oy verenlerin aslında bir şeye karar vermediğini, asıl kararın oyları sayanlara ait olduğunu söylerken tamamen haksız mıydı? Çoğaltılabilecek sorularla karamsarlık yaymak ya da panik havası oluşturmak değil muradım ama bilelim ki aslında “her şey daha zor olacak” Bu zorluğu bilerek hatta akla gelmeyen tuzakları da gözeterek umudu büyütmeli ve siyasi mücadele aynı şevkle devam ettirilmelidir.
Sayın Ekrem İmamoğlu az hata yapan ve kendi içinde tutarlı bir siyasi profil olarak öne çıkıyor ama ben müsaadesiyle şeytanın gör dediği üç detaya dikkat çekeceğim.
İlk olarak 6 Mayıs 2019’da seçimin yenileneceği ve verilen mazbatanın iptaline karar verilmiş olduğu ilan edildiği andan itibaren İBB ve bağlı şirketlerinin sosyal medya hesaplarının tutumu ve dili anında 180 derece değişmişti. Örneğin aynı gün ikindi namazını müteakip gömülen fesli Kadir Mısıroğlu hakkında tek kelime edemeyenler, YSK kararından sayılı dakikalar sonra sözde tarihçiye övgüler düzüp rahmet dilediler. Buradan anlıyoruz ki, 19 günlük Saraçhane mesaisinde İBB sosyal medya hesaplarının admin panellerine ulaşılamamış ve tam yetkili kullanıcı şifreleri teslim alınamamış. Bir daha bu boşluğa düşülmemelidir. Sayın İmamoğlu seçildikten sonra belediye çalışanlarına hitap ederken işini doğru yapanların endişelenmemesi gerektiğinin hep altını çizmişti. Kanımca bu kez seçim dönemlerinde siyasi kampanya neferi gibi çalışarak zehirli dile ortak olanların, geçmiş dönemin hesabını veremeyenlerin ve şaibeli işlere karışanların ipinin çekileceği ve hukuk çerçevesinde sonuna kadar iz sürüleceği üstüne basa basa vurgulanmalıdır. İBB özel kalemine ait çok sayıda makam aracını Yenikapı meydanında sergileme vaadi benzeri hamlelerle akıl almaz israfın halka teşhir edilmesi son derece doğrudur. Filipinler’i uzun yıllar yöneten Bayan Imelda Marcos’un binlerce çift fiyakalı ayakkabısının daha sonra kurulan bir müzede halka sergilenmesi, baskı ve yolsuzlukla hatırlanan karanlık Ferdinand Marcos dönemin unutulmaması adına dünyada akla gelen örneklerden biridir.
Elbette işin esası tam tamına 26 milyar 760 milyon Türk Lirası gibi devasa borç yüküyle devralınacak büyükşehir belediyesinde geminin nasıl yüzdürüleceğidir. İsrafı önleyerek bu borcun faiz yükünü hafifletebilirsiniz ama İBB Meclisi ve Ankara tarafından yola taş konacağını bilerek ana paranın nasıl eritileceğini dikkatle planlamak gerekecektir. Ekrem başkanın yolu pek müşkül, yükü çok ağırdır. Seçildikten sonra devralınan manzarayı ve birikmiş dertleri nasıl çözeceğini doğru anlatması çok mühim…
İkinci örneğimiz muktedirle birlikte kalkınırken gazetecilik refleksini kaybeden ve Beştepe’nin halkla ilişkiler elemanına dönüşen kimi basın mensuplarının sordukları maksatlı sorulara cevap vermemek ya da cevap verirken onları “demokrasi, icraat ve İstanbul” düzlemine çekme gereksinimidir. 31 Mart öncesi Ekrem İmamoğlu’nu itibarsızlaştırmak için programına davet eden Turgay Güler’in kazdığı kuyuya düşerek stüdyoya adeta gömülmesini keyifle izlemiştik. Habertürk TV’deki son programda 2024’e dek kıtaların buluştuğu kutlu şehri yönetmeye namzet İBB belediye başkan adayına 1930’ların sonunda Dersim’de yaşananları soran Nagehan Alçı da hak ettiği cevabı aldı. Ancak aynı programda başka bir soruya verilen cevaptaki girizgah cümlesi cımbızlanarak bağlamından koparıldı ve kumpasa meyilli havuz medyası tarafından montajlanarak dört koldan servis edildi. Normal koşullarda “bu deli saçmasına kim inanır ki?” deyip önemsememek mümkün iken, hatların keskinleştiği, kutuplaşmanın zirve yaptığı, herkesin kendine benzerlerle birlikte yankı odalarında aynı sesleri dinlediği ortamda böyle umursamazlıklar risklidir.
Karikatürize ederek şöyle bir örnek verelim. Trabzonlu Ekrem İmamoğlu’na “Pontus” ya da “Rum” iması ile çok çirkin ve ırkçı yakıştırmalarda bulunan densizlerin varlığını biliyoruz. Diyelim ki bu soru tahrik edici bir üslupta tekraren yöneltildi, Ekrem başkan da: “Yok artık, daha neler.. Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağımı da söylüyor muymuş bu şaşkınlar?” deyip gülerek cevap verdi. Oldu ya, havuz medyası “Ayasofya’yı yeniden kilise yapacağım” kısmını ustaca montajlasa şaşırır mısınız? 23 Haziran’a dek mizah, ima ve türlü söz sanatlarını bir süre kenara koyup her şeyi dosdoğru ve tek bir anlama gelecek biçimde net söylemek faydalı olacaktır.
Üçüncü konu, Ekrem İmamoğlu’nun güçlü yönlerinden biri olan kampanyayı sokağa, çarşıya, pazara taşıması ve halkla kucaklaşma anları..
Görece düşük oy aldığı ve AKP’nin ilçe belediye başkanlığını kazanmış olduğu bölgelere ağırlık verilmesi isabetli bir strateji. Kadıköy ya da Şişli’de propaganda yapmanın adaya moral destek dışında bir katma değeri olmayacağı açık. Son olarak Arnavutköy ilçesindeki esnaf ziyaretinde bir gençle İmamoğlu arasında yaşanan gerilim ve Süleyman Soylu’nun dahi dillendirildiği “Ukala Ekrem genç kardeşimize tokat attı” iddiası… Ekrem İmamoğlu’nu kızdırmak ve kışkırtmak için özel hazırlanmış izlenimi veren, tahsili ve bilgisi olmadığını itiraf eden ama beynine fikr-i sabit kazınmış genci ikna etmek şart mıydı? Peygamber sabrıyla tanınan, tebessümüyle sevilen, asabi Trabzonlu değil de mutlu Hollandalı gibi İstanbul sokaklarını gezerken takdir toplayan Ekrem başkana yönelik baskının artacağı, bu baskının rastlantısal değil planlı anlarda alevleneceği, yapay zeka taşıyan bir prototip olmadığına göre vatandaş Ekrem’in de öfkesine yenilebileceği pek muhtemeldir.
Biliriz ki bize tepkili yaklaşan ön yargılı biriyle el/beden teması kurmak tatsız sonuçlara gebedir. Bu karşımızdaki insanı her zaman rahatlatmaz, bilakis saldırganlık eğilimi olarak algılanabilir. Gerginliği artırabilir. Şöyle düşünelim, siyaseten tamamen karşı olduğumuz ve zerre haz etmediğimiz biriyle tokalaşmaktan diyelim ki kaçamadık ama o şahıs kameraların önünde bize dinlemek istemediğimiz derdini anlatmaya çalışırken kolumuza, omzumuza, yanağımıza, başımıza dokunsa rahatsız olmaz mıyız? Maalesef tek taraflı propagandaya maruz kalarak, illet/zillet/terörist/dörtlü çete martavallarını dinleyerek bugüne gelen insanların kalbinde buz tutmuş empatiyi iki dakika defrost etkisiyle çözemeyebilirsiniz. Anton Çehov’un dediği gibi: “En tehlikeli insan tipi, az anlayan çok inanandır” ve bu tiplemeden yüzbinlercesi yaşıyor bu memlekette. Dolayısıyla bazen “canın sağolsun” deyip uzaklaşmak ya da “Allah ıslah etsin” diye nokta koymak tercih edilmelidir. Ya da ortama göre şaka yollu meydan okunabilir. Mesela ele aldığımız örnekte “delikanlı sen haklıysan ben haftasonu siyasi faaliyetime ara verip eski lokantacı olarak senin mutfağında tam zamanlı çalışacağım ama ben haklıysam dükkanın camına –bugün yemekler Ekrem İmamoğlu’nun sizlere armağanıdır- yazacaksın, her gelene de selamımı söyleyip bedava servis açacaksın. Var mısın?” deyip konuyu bir şekilde bağlayabilirsiniz.
Sözün özü herkesin sizi sevmesini, benimsemesini, kalbinizdeki anlamasını, iyi niyetinize inanmasını bekleyemezsiniz Ekrem başkanım. Siz 23 Haziran’da %51 oy hedefleyin, kalan İstanbullular da başkanlık performansınızı gördükçe, sizi tanıdıkça severler belki 🙂
Ne yazık ki Türkiye’de kimlik siyaseti ve mağduriyetlerin yarıştırılması politikanın ana unsuru haline getirildi. Dünyadaki polarizasyon ve otoriterleşme rüzgarlarının fazlasıyla tesirinde kalan Türkiye’de seçim sistemi ve ülke barajı kutuplaşmanın artmasına vesile oldu. Ekonomik darboğaz, kıstırılmışlıkla birlikte çaresizlik, sosyal yardıma muhtaç bırakılanlar, durmaksızın din sömürüsü, kültürel kodlardan koparak vasatlaşma, tekelleşen medya, toplumsal hafızanın kısırlaştırılması, her biri sırayla bu ateşe odun attı. Global ölçekte nitelikli akademisyenlerimizden siyaset bilimci Prof.Yılmaz Esmer’in cümleleriyle ifade etmek gerekirse “Aslında biz seçim yapmaktan ziyade –hangi kimlikte kaç kişi var?- diye sayım yapıyoruz. Katılaşmış, kemikleşmiş kimlikler de akşamdan sabaha değişmiyor”
31
Mart 2019’da İstanbul’un 39 ilçesinde kurulan 31.186 sandıkta 8.866.614 oy
kullanıldı. Dolayısıyla seçime katılım oranı %83,88 oldu. 2014 yerel
seçimlerinde ise katılım %89,2 olmuştu.
Yakın geleceğe dair tahmin yürütmek adına 23 Haziran’da katılım oranının %86 olarak gerçekleşeceğini varsayalım. Mevcut durumda iki aday arasındaki farkın 14 bin olduğunu düşünürsek, 31 Mart’a göre olası nispi artışın karşılığı 224 bin İstanbul seçmeni varsaydığımız senaryoda başkanın kim olacağını tek başına belirleyebilir. Şahsi mazeretler ve mücbir haller dışında, daha önce AKP’ye oy veren seçmen Ankara’da üretilen siyasete, genel gidişata ya da hayat pahalılığına kızdığı için sandığa gitmemiş olabilir. AKP muhalifi seçmen ise kaybetmekten yorulduğu, sandığın ülkenin kaderini değiştiremediği, yerel seçimi önemsemediği için sandığa gitmemiş olabilir. Elbette katılım oranı biraz bıkkınlık, biraz da yaz mevsiminin etkisiyle örneğin %81’e de inebilir, bu da başka bir bilinmeze kapı açar. Yeri gelmişken AKP ve MHP’nın ısrarlı talepleriyle il genelinde yeniden sayılan 319 bin geçersiz oyda esrar perdesi arayanların, 2014 yerel seçimlerinde İstanbul’da 422 bin geçersiz oy kullanıldığını nedense hatırlayamadıklarını hatırlatmış olalım!
Normal şartlarda 23 Haziran’da AKP karşıtı seçmenin sandığa gitmek için motivasyonu daha güçlü görünüyor. Mazbatanın seçilmiş başkanın elinden siyasi saikle alınmasıya yaratılan mağduriyet, bu sefer kazanan tarafta olmanın hazzı, AKP’nin gerileme dönemine damga vurma dürtüsü öne çıkabilir. İstanbul’daki AKP seçmeni ise “çaldılar” diye kodlanan kirli propagandadan, havuz medyasının F tipi montajlarından ne kadar etkilendiğine ve Erdoğan’ın “davamıza sahip çıkalım” çağrısına ne denli kulak verdiğine göre neticeye tesir edebilir.
Daha önce Ak Partili olduğunu ifade etmiş ve o istikamette oy kullanmış ama nobranlıktan, despotizmden, kibirden, adaletsizlikten yılmış hatta utanmış makul insanların 23 Haziran’daki vicdan sınavı da değerlidir. 31 Mart’ta il genel seçimi için oy pusulasında MHP’yi tercih etmiş ama şimdi İmamoğlu’na oy verecek seçmen de göz ardı edilmemeli. Bilhassa Erdoğan-Muharrem İnce seçimi sonrasında kırgınlık ve küskünlük yaşayarak artık oy vermekten vazgeçenlerin bu kez taze bir mücadele azmiyle sandığa gidip gitmeyeceğini de göreceğiz.
Öte yandan devlet-hükümet-parti üçgeninin düz bir çizgiyi andırdığı ülkede AKP’nin büyük bir avantajı 31 Mart’ta oy kullanmayan 1,7 milyon seçmenin detaylı listesine erişme ihtimalidir. Bu kitlenin yaklaşık yarısı oy verme hakkından gönüllü vazgeçmiş apolitik yurttaşlar olarak mütalaa edilebilir. Mevzuat gereği diğer partilerin ulaşamadığı bu değerli bilgiye AKP erişiyor ise, müthiş bir adam adama markajla skorbordu değiştirmesi mümkündür. Düşünsenize titiz bir çalışmayla sandığa gitme konusunda mütereddit 70 bin kişi farklı yollarla motive edilir ve Binali bey’e oy vermesi için sandığa götürülürse bu 31 Mart’ta iki adayın arasındaki farkın tam beş katına tekabül edecektir.
Seçimden çekildiklerini ilan eden adaylara 31 Mart’ta oy vermiş seçmenin bu kez İmamoğlu’na oy vereceğine dair bir ön kabul de hatalı olacağına göre, yapılması gereken Ekrem başkana oy vermiş 4 milyon 171 bin kişinin birer kampanya gönüllüsü gibi harekete geçip, 31 Mart’ta oy kullanmamış hısım, akraba, dost, arkadaş, komşu kim varsa oy vermeye davet etmesidir. Siyasi mobilizasyonu zirveye çıkaracak bir tür ikna zinciri kurularak katılım oranı yükseltilirse İmamoğlu’nun ikinci zaferi mümkün olur. Bu ikna zincirinin aynı zamanda 23 Haziran’da tatile çıkmamak ya da yakın çevredeki yazlıklardan bir gün önce dönmek şeklinde işlemesi de gerekir. Bu beklenti/talep/rica farklı tonlarda seslendirilmesi, katılımın özendirilmesine dair mesajların işlenmesi faydalı olacaktır.
Gelelim benim başkandan şahsi ricama.. Öyle ya, Dersaadet’in şehremini olmasına müsaade etmediler, artık kendi kahramanlık hikayesini ona inananlarla birlikte yazarak bir nevi Serdar-ı Ekrem olma yolu açıldı. Herkes de bu yükselişin farkında ve Ekrem abisinden, Ekrem oğlundan, Ekrem bey’den bir şeyler talep ediyor. Benimki çok basit..
VERDİĞİNİZ SÖZLERİ HEP HATIRLAYIN, size o sözleri hatırlatacak insanlar olduğunu unutmayın.
Bu şehrin nimetlerini ganimet bilenlerin farklı yollar keşfetmesine, yeni alışkanlıklar edinmesine izin vermeyin. Şeffaflık, hesap verebilirlik, adalet, sorumluluk gibi ilkelerden vazgeçmeyin. Üyesi olduğunuz siyasi parti dahil olmak üzere hiçbir çıkar grubuna özel imtiyaz tanımayın. “Kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet dönemi bitti” diyerek 16 milyon hemşehrinize eşit muamele edeceğinizi söylemiştiniz, o sözün bilhassa takipçisiyiz. Koltuk ağırdır, makam baştan çıkarıcıdır, iktidar herkesi bir şekilde zehirlemeyi başarır. Hani şeyh dirayetli olsa da müritleri onu uçurmaya çalışır, aman ayaklarınız yerden kesilmesin. Hakikat ile, vicdan ile, halk ile bağınız kopmasın. Mesela 2017 yılı Ekim ayında İstanbul’u anlatırken: “Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” diyen Erdoğan gibi olmayın. İçinden geçen başka / prompter üzerinden okuduğu çok başka samimiyetsiz politikacılardan olmayın. “İhanet ettik” denen kentin 39 ilçesinde miting yaparak yeniden oy istenmesini ibretle takip edin. Siyasi günahlarını taşıyamayacak hale gelenlerin tövbe istiğfar etmeyi seçim sonucuna bağlamasını, tövbeye şart koşarak helak olmaktan çekinmediklerini, kul hakkı yediklerini bile bile iftar / sahur gezip vaatlerde bulunduklarını hatırlayın. Onlardan olmayın, onlara dönüşmeyin. İstanbul’a dair hayallerinizi, hedeflerinizi, bu güzel şehirde mukim İstanbulludan somut beklentinizi en samimi şekilde anlatmayı sürdürün. İnsanların daha iyi yaşaması için en verimli çözümleri yine insanlarda arayın, mümkün olduğunca çok sayıda İstanbulluyu karar alma süreçlerine katın. Ve her zaman gençlerle ve bilhassa çocuklarla bir araya gelip, onların gözlerinden icraat döneminizin karnesine bakın.
Çocukların en azından temel ihtiyaçlarını sorunsuz karşılayabildiği, küçük şeylerden mutlu olduğu, kahkaha attığı, güven içinde özgürce dolaştığı bir kent medeniyet yarışında rakiplerinin önüne geçecektir. Dahası, pırıl pırıl zihinlerin öyle bir ortamda büyümesi ülkenin geleceğine dönük milli servettir.
Bu vesileyle en büyük destekçiniz olacak zarif eşiniz Hanımefendi ve bilhassa çocuklarınızdan vazifeniz icabı çalacağınız zaman için, her biri İstanbullulara haklarını helal etsinler. Yolunuz açık olsun, Allah mahçup etmesin.
İnanıyoruz ki #HerŞeyÇokGÜZELOLACAK ve bu eşsiz şehirde hep beraber yaşayacak, güzel günler göreceğiz !
Hafızası iyi olanlar için zor bir ülke burası, tekerrürden ibaret tarih sahnesinde sürekli “sar geri / al ileri” replay modunda aynı film izlettiriliyor bize…
Bilhassa parasal konularda işler sarpa sarınca, makro ekonomik göstergelerin bozulmasından ötürü toplumda görmezden gelinenlerin bile desteği lazım olunca en sık duyduğumuz repliklerden biridir “Aynı Gemideyiz”
Her şey tıkırındayken ise “biiiz ve onlaaaar” haykırışları kulaklarımızda çınlar. Herkes aidiyetine, kartvizitine, adamına ve parasına göre muamele görür. Kimse başkasının derdiyle dertlenmez, empati kurmaz, komşu komşusunun aç mı tok mu olduğunu merak etmez. Yok sayma ve ötekileştirme geminin kamaraları arasındaki sınıf farkını aşar, saygıdeğer yolcular ile ambardaki fareler ayrımına kadar uzanır.
Onlarca çocuğu bir yıl boyunca okutacak parayı bir haftalık yaz tatilinde harcayanlarla, tek evladını devlet okuluna göndermek için kendisinden bağış adı altında “kayıt parası” istendiğinde yutkunanlar birbirlerini asla görmez, bilmez, düşünmez. Aynı fatura kuyruğuna girmez, aynı etkinlikte yan yana bulunmazlar. Hani olmaz ya, kazara aynı semt pazarına gitseler bile malı iyi olanla, fiyatı ehven olan tezgahlar arasında ayrı gayrı düşerler.
Hakikaten aynı gemide miyiz yoksa bizim devasa gemiyi sığ ve karanlık sulara sürükleyenler kılavuz kaptanın teknesinde paralel bir hayat mı yaşıyorlar?
Aynı gemideyiz korosunun beş tip solisti bulunuyor.
Başarısızlığına ortak, beceriksizliğine kılıf, propagandasına kalabalık arayan iktidar
İktidarın yancıları, yalakaları, maaşlı adamları
Milyarder seviyesindeki patronlar ve global ölçekte yüksek refah düzeyini mevcut düzene borçlu olanlar
Aynı gemideyiz şarkısına iştirak etmez ya da detone olurlarsa iktidar tarafından yaftalanmaktan korkanlar
Aynı gemide olduğumuza samimi olarak inananlar
Gördüğüm kadarıyla o aynı geminin güvertesinde üç popüler şarkı var
Tadımız kaçmasın, dolar her yerde yükseliyor, zararı hepimize
Mahallenin delisi Trump aklına eseni yapıyor, bu hakaret hepimize
Yenilmeyeceğiz, boyun eğmeyeceğiz, biz kazanacağız, eyyy Amerika vs.
Sırayla gidersek eğer:
İktidarın durumu çok net, karşılarında siyasi muhalefet ya da üzerlerinde TBMM ve yüksek yargı denetimi olmadığı için tek endişeleri toplumsal muhalefetin güçlü bir itirazda bulunma potansiyeli. Bunu önlemenin en kısa yolu “birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyaç duyduğumuz günlerde” dış güçler / şer yuvaları / ülkemiz üzerine oynanan oyunlar benzeri komplo teorileri anlatmak. İnananları “vatanperver”, inanmayanları “dış güçlerin piyonu”, “vatan haini” “terörist” “çapulcu” vs. diye ayrıştırmak ve kışkırtmak. Zaten iktidarın yancıları ve yalakaları da aslen bu ayrışma ve kamplaşma ateşine benzin dökmekle mükelleftir. 24 Haziran 2018 gecesi ruhsatsız silahlarla sağa sola ateş etmek bu mükellefiyetin parçasıdır örneğin!
Patronların ve süper müreffeh kesimin de oyun planı net. Bir kere bu grubun kişisel veya aile düzeyinde en ufak bir kaygıları, endişeleri bulunmuyor. Euro, dolar, sterlin, swiss francs, külçe altın artık her neyse, dünyanın herhangi bir yerinde onları yaşatacak bir serveti eskilerin deyimiyle iddihar etmişler, kenara ayırmışlar. Bulundukları konumu, yararlandıkları vergi aflarını, en ziyade müsaadeye mazhar olma imtiyazını, hukukun üstünlüğünü yok sayabilme ayrıcalığını bu iktidar 16 yıldır sağlıyor. Riske girmeye gerek yok dolayısıyla gemi aynı, kamaralar birinci sınıf!
Erdoğan’ın kindar olduğunu bilenler, yükselmeyi umanlar, fark edilmekten ve ezilmekten korkanlar koro kalabalığının içinde, arka sıralarda “aynı gemideyiz” şarkısını terennüm ediyor.
Samimi olarak aynı gemide olduğumuzu inananlar ise memleketin dört bir yanında aynı anda dövizin yükseldiğini, hep birlikte fakirleşerek ülkeler liginde küme düştüğümüzü, Trump denen şımarık züppenin hepimizle alay ettiğini, el ele verirsek bu yangından sağ çıkacağımıza inanıyor. İyi niyetli güzel insanlar bunlar, üzülmeseler keşke..
Peki nasıl oluyor da dış güçler böyle fütursuzca Türkiye’nin dengeleriyle oynayabiliyor, bize operasyon çekiyorlar? Madem çok güçlü bir devletiz, neden bu tip kirli oyunlara bağışıklığımız yok? Dünyada nasıl bir yer işgal ediyoruz ki, alt tarafı sıcak para trafiği ve döviz kuru üzerinden alt üst oluyor ekonomimiz? Nasıl oluyor da Pakistan rupisi, Tunus dinarı, Etiyopya birri hatta yaşanan insani drama üzülüp yardım gönderdiğimiz Myanmar kyatı TÜRK LİRASI kadar değer yitirmiyor ??
En basit ifadesiyle verimsiz bir ekonomiye sahibiz, ürettiklerimiz global pazarlarda katma değeri yüksek ürünler kategorisinde değil, cari açığımız endişe verici boyutta, ihracatımız içinde ithal girdilerin payı yüksek, son yıllarda dış borç stokunun GSYİH’ye oranı sürekli yükseliyor, dolayısıyla her yıl ödememiz gereken dış borç ve faizi artıyor. 2002’de 129 milyar USD olan dış borç, 2018’de 450 milyar doları aşmış durumda. Bütçe açığına ek olarak, denge denetleme kurumları iyi işlemediği için toplanan vergilerin harcanma şekli ülkenin öncelikli ihtiyaçlarına ve 21.yüzyılın beklentilerine uygun olamıyor. Dünyadaki tüm ülkeler kendi topraklarına doğrudan yatırım çekmek, uygun koşullarla borçlanmak için uğraşırken Türkiye “risk primini” yükselten acemi adımlar atarak herkesin tersine bir seyir izliyor. Coğrafi olarak baktığımızda doğrudan yatırım ve ihracat pazarı olarak en cazip ülkelerle gerilim yaşıyor, dış ticaret konusunda denk bir ilişki kuramayacağımız ülkelere pek çok riski de üstlenerek yaklaşmaya çalışıyoruz. Cazibe merkezi olabilecekken, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamayacak konuma düşüyoruz.
Özel sektörün döviz pozisyonu ve borçluluğu korkutucu boyutta, bu borçların çoğunda hazine garantisi var, hane halkına düşen borçluluk hiç olmadığı kadar yüksek seviyede ve pek çok aile kredi kartlarının minimum ödemesini tutturduğu için geçinebiliyor. Özalist ekonominin 1980’li yıllarda damarlarımıza zerk ettiği, dünyada serbest dolaşımdaki sermayenin bollaşmasıyla Erdoğan döneminde müptelası olduğumuz “tükettiğin kadar adamsın, satın alamıyorsan zavallısın” zehri sayesinde tatminsiz, savurgan ve bunlar yetmezmiş gibi vurdumduymaz kamu sektörünün müsrifliğini de finanse etmek durumunda olan uyuşturulmuş insanlarız. Üretene, alın teri dökene, eli nasırlı olana olan saygı dahi azaldı. Yıllardır övündüğümüz nüfusu genç dinamik ülkeyi çalınan sınav sorularıyla, göreve gelen her Milli Eğitim bakanının sistemi sil baştan değiştirmesiyle, artık iyi yetiştiremediğimiz öğretmenlere hissettiremediğimiz değerle, yozlaşan kültürel kodlarla, hayalleri çalınan çocuklarımıza aşılayamadığımız idealizm ile ziyan ettik, ediyoruz. Bunun etkilerini önümüzdeki on yıllarda daha ağır hissedeceğiz.
Zırt pırt değiştirilen kamu ihale kanunu ise iktidara yakın olan şahıs ve şirketler için hoş sürprizler içeriyor. 10 liraya ihale alıyorsun, 7 liraya alt taşerona veriyorsun, o denetlenmediği için malzemeden çalıyor, sen oturduğun yerde 3 lira kazanırken vatandaş da ekonomik ömrü kısa vasat hizmet alıyor. 1000 liraya ihale alıyorsun, teminat mektubu da vermişsin, sonra sudan sebeple ihale iptal oluyor, aynı iş başkasına 1600 liraya veriliyor. Aradaki fark ne oluyor, belirsiz.
En güzeli ise “servet transferi amaçlı organize işler” dediğim mega yatırımlar. Turgut Özal’ın yap-işlet-devret modelinin çok üzerinde tam bir Şark kurnazlığı var burada. Seçim kampanyalarında AKP’nın ağzında sakız edip seçmenin gözüne, kulağına yapıştırdığı otoyol, tünel, şehir hastanesi, tren yolu köprüsü, maden, HES her neyse bir firmaya veriliyor. Firma devlet bankalarından yüklü kredi alıyor, sağladığı finansla işin müteahhitlik kısımını tamamlayıp hizmete açıyor. Yüce devletimiz bu mega projelere araç geçiş garantisi, hasta yatış garantisi, kömür alış garantisi vs. veriyor. Köprüden araba geçmedi, hastaneye yeterli hasta gelmedi mi aradaki farkı AMERİKAN DOLARI olarak devletimiz şirketlere takdim ediyor. Bu şirketler yatırım riskine girmeden çatır çatır tahsilat yapıyor, bu cömertliğin ödülünü minnet borcu olarak kimlere geri veriyor, belirsiz. Betona dayalı bir rant paylaşımına hangi iktisat kuralı kıymet verir, bilinemiyor.
Otoyollardan, köprülerden, tünellerden geçiş dövize endeksli.. Alışveriş merkezlerinde dükkan kiraları dövize endeksli.. Türk sporcuların Türk kulüplerinden aldığı ücretler Euro.. Hayatın her alanında, her şey dövize bağlı çünkü liraya güven yok.
Washington’un delisi Donald Trump iğrenç bir üslupla Türkiye’ye ayar verdiğinde “onların dolarları, bizim de Allahımız var” diyen kayınpeder, ekonomi yangın yeriyken vasat altı bir prezantasyonla alkış bekleyen damat, kıdem ve liyakat dışında belirlenmiş bürokratik kadrolar, tutarsız ve değişken ekonomi politikaları ile Türkiye tam bir açık hedef durumunda.
Patronların tutumu kapitalizmin doğal refleksidir. Yıllardır da değişmez. İşler iyi giderken, gürül gürül akan çeşmeden kovasını dolduran ve bir bardak suyu dahi paylaşmaktan imtina edenler, sular kesilince “hepimiz aynı gemideyiz” der ve krizi (susuzluğu) topluma ihale etmeye çalışırlar.
Peki ya zerre-i miskal kaale alınmayan anayasamızda vaaz edildiği şekliyle demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletini idare edenlerin durumu nedir? Cumhuriyetin kazanımları olan üretim tesislerini önce kaderine terk edip sonra üç otuz paraya satacaksın, sana oy verene “millet” vermeyene “bölücü” gözüyle bakacaksın, defalarca ikaz edildiğin halde Pensilvanyalı hain şarlatanla yıllarca iş tutup dershane rantı üzerinden başlattığın kavga kan davasına dönüşünce “aldatıldık, kandırıldık, Allah affetsin” diyeceksin, kredibilitesini yitiren ülkede ekonomi şapa oturup $ 6, € 7, £ 8 lirayı aşınca #AynıGemideyiz ??
1100 odalı saraylarda oturacaksın, Dersaadet’in muazzam saraylarına konacaksın, 300 odalı yazlık saray yaptıracaksın, siyah Maybach – Lincoln – GMC koleksiyonu yapacaksın, dizi dizi özel uçakların olacak, altın varaklı koltuklar ve Hermès çanta vazgeçilmezin olacak, tüm bu israfı “itibardan tasarruf olmaz” diye seçmene pazarlayacaksın, yandaşlarının milyarlık vergi borçlarını tek kalemde sileceksin, kamu bankalarını arka cebindeki cüzdana döndüreceksin, senin döneminde rüşvet iddiaları “45 mi 50 mi hatırlamıyorum” noktasına gelecek ama alt tarafı Amerikan banknotu senin ekonomini tarumar edince #AynıGemideyiz he ???
Bilim aşağılanacak, eleştiri küfür sayılacak, hakiki uzmanlara “hayatlarında iki koyun gütmemiş adamlar” denecek, dış politikaya yön verecek olanlar “monşer” ilan edilecek, en uslu duranlar üniversitelere rektör olacak, eğitimli olmak rahatsızlık unsuru sayılacak, hamlık-vasatlık-nobranlık-uyanıklık-ehliyetsizlik dört koldan pompalanacak, Türkiye’nin manevi itibarı yerle bir edilirken döviz kuru da dış ödemeler dengesini kemirmeye başlayınca #AynıGemideyiz ???
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran “iki ayyaş”, Lozan “mağlubiyet”, eski Türkiye’nin dış politikası “korkak, pısırık, sinik” ama ajandan bozma kıçı kırık bir rahibin bağımsız? yargıdan aldığı cezanın pazarlığını yapmak için ABD’ye giden heyet havalimanında tercüman bekliyor, üçün birini alarak geri dönüyor. Durum kontrolden çıkınca, pikapta aynı plak dönmeye başlıyor: #AynıGemideyiz
Döviz kuru bir günde %17 artış gösterince ilk aklına gelen şey aile büyüklerinin eczaneden satın aldığı ithal ilaçları stoklamak olan insanlarla, “cash is the king, dara düşenlerin mallarına çökme zamanı” diye düşünecek tefeciler ya da “milletin .mına koyacağız” kararlılığını daha da perçinleyen dolar bazlı ihale müptelası müteaahhit aynı gemide olabilir mi Allah aşkına ?!?
Elbette bir de “memleket ne krizler atlattı, bunu da atlatırız, şerbetliyiz” diyenler var. Evelallah atlatırız, bize işlemez Yankee salvoları ama AKP’nin kurulmasına vesile olan kriz ortamını hatırlamakta fayda var sanki..
2001 krizi öncesinde yine ABD bu kez Irak işgaline dair planlar nedeniyle Ankara’nın ensesindeydi, ülkede hükümeti dört koldan sıkıştıran muhalefet partileri vardı. Patronlar “ekonomi yönetiminin yanlışlarını vurgulayan” cümleleri çekinmeden kurardı. Ana akım medyada hükümetin zayıflığı ve iş bilmezliği eleştirilebiliyordu. Yüksek yargı organları daha bağımsızdı ve hükümetle olan mesafelerini koruma konusunda doğal bir reflekse sahiptiler. Sendikalı çalışan sayısı oran olarak daha fazlaydı, işçi mutsuz ve haklıydı, halkta siyasi fanatizm 2018’in %10’u bile olmadığı için pek çok insan “böyle yönetilmeyi hak etmiyoruz” diyordu, isyan eden esnaf Başbakanlık önünde yazar kasa fırlatıp buna rağmen yıllarca hapse atılmıyordu.
2018 yılının ikinci yarısında yine Washington ile pişti oynuyoruz ama bu kez hükümeti zorlayan muhalefet partisi yok, hatta iktidar bile siyasi parti olarak tezahür etmiyor. Sağ partilerin neredeyse tamamı tek adam Erdoğan’ın yancısı ve han-ı iştihadan düşecek kırıntılara talip zira ülkede siyasi rejim değiştiği için kazanan adam 1, diğerleri sıfır… Kendine “sol” diyen ama sosyal demokrasiden nasiplenmemiş CHP bu bozuk düzenin katalizörü ve devamlılığının sigortası haline gelmiş. O kadar şuursuz ve pespaye bir haldeler ki, olağanüstü kurultay için imza toplama / imza sayma sarmalına girmişler. “Etkin ve gerçekçi bir muhalefet ortaya koyabilecek tek yapı HDP olabilir mi?” diye düşünenler de, partinin demode Kürt milliyetçiliği ile terör örgütüne olan mahkumiyet arasında sıkışarak tamamen sistem dışına itildiğini görüyorlar.
Komprador patronlarda okka altına gitme korkusu hiç olmadığı kadar büyük, değil hükümeti eleştirmek “övgüde eksik kalır mıyım” paranoyası ile beğendiği kıza yaranmaya çalışan birer Recep İvedik’e dönüşmüş durumdalar. En bayağısından milliyetçi – mukaddesatçı boş hamaset ile ya uyutulan ya da gaza getirilen seçmenler çok sayıda, dahası süper güç olacağımıza, Osmanlı’nın dirileceğine falan inanan insanlar var.
Medya %90 Erdoğan’ın elinde ve kontrolünde, gazeteler-TV kanalları tek ses / tek yürek ! Yargı erki yaşadığı kriz ve bunalımlar sonucu bir tür memuriyet fonksiyonuna indirgenmiş izlenimi vermekte. Sendikaların adı anılmaz oldu, gizli işsizlik ve Suriyeli kaçak işçi gerçeği ile terbiye edilen emekçiler yorgun ve suskun, isyan eden tekme tokat susturulur, grev kararı bile münafık olmak için kafi. Sivil toplum zaten çok zayıf, OHAL görünürde kalktı ama aslında cep telefonu modellerinde olduğu gibi Pro Lite versiyonu sürekli kılındı. Bülent Ecevit’e yazar kasa fırlatan esnaf bugün dış güçlerin ülkemiz üzerinde oyunlar oynadığını ve süper kahraman Erdoğan’ın White House başta olmak üzere bütün şer inlerine gireceğine inanıyor. Bugün benzer bir eyleme yeltenen esnafı sarayın kapısında öyle bir derdest ederler ki, bir daha gün yüzü göremez.
Şurası çok net ki, 2001 – 2018 arasında köprünün altından çok sular aktı hatta köprü de yıkıldı, yenisi de dolara endeksli hazine garantili kamu ihalesi ya da PPP (public private partnership) modeli ile yapılır artık !
Velhasıl-ı kelam, bizim gemi karaya oturdu, yeniden yüzdürülmesi zaman alacak ve çok pahalıya mal olacak. Bu ülke belki yoklukla, sefaletle imtihan olacak. Hepimiz bundan nasibimizi alacağız, kaçarı yok ama yine de #AynıGemideDeğiliz
Gemi bizim ama gemiye Avrupa Birliği tam üyelik hedefi ve ileri demokrasi ideali ile yön gösterip de gemiyi Afrika modeli başkanlık ile üçüncü dünyaya sürükleyen kılavuz kaptan ve avanesi gemiyi çeken kılavuz teknedeler. Onların tuzu kuru hatta neredeyse tekneleri bile ıslanmaz.
İyi niyetli güzel insanlar üzülmeyin, gövdesi paslı, güvertesi kirli, dümeni arızalı, pervanesi dolara dolanmış olsa da gemi sonuçta bizim ve onlarla #AynıGemideDeğiliz
Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş, yüksek öğrenim yapmış, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip Türk vatandaşları arasından, doğrudan halk tarafından seçilir.
Bu satırların yazarı yukarıda anılan yeterlilikleri karşılamaktadır. İstanbul Fatih – Oruçgazi ilkokulu, Galatasaray Lisesi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler diplomaları noter onaylı takdim edilebilir. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler yüksek lisans programı, halen devam eden Adalet Meslek Yüksek okulu.. Hayat kısa ve öğrenecek çok şey var.
Ancak herhangi bir siyasi parti grubu beni aday göstermeyeceğine göre yazılı muvafakatim olursa ve 100.000 seçmenin imzasını alırsam aday olabilirim. Bu küçük detayı şimdilik kenara bırakırsak böyle bir siyasi makama aday olsam seçmene neler anlatabileceğimi düşünürken, bunları kağıda dökmeye karar verdim. Sonuna kadar sabırla okuyanlar, adaylığıma imza vermiş kabul edilirler 🙂
Muhtemelen diğer adaylar birbirlerini sürekli itham etmekten, mazotun litre fiyatı ya da asgari ücret seviyesi gibi popülist vaatleri arka arkaya dizmekten, vergi ya da imar affı üzerinden mavi boncuk dağıtmaktan geri durmayacaklardır. Kimlik siyaseti ya da kişisel çıkar hesapları üzerinden taraftar toplamaya çalışacaklardır. Bu ülkenin ihtiyacı aynı itiş kakışa bir figür daha eklenmesi olamayacağına göre, ben müsaadenizle sürüden ayrılıp farklı bir yol izleyeceğim.
Devlet dediğimiz örgütlenme insanlar için vardır, siyaset insanların barışı ve refahı için yapılmalıdır. İnsanlar aday olur, insanlar oy verir. Seçenler ve seçilenlerin hikayesindeki ortak öge insan ise, oradan başlayacağız
Tersten gidelim, insan ne olmadan yaşayamaz? Oksijen…
Nefes almalıyız.
İlk vaat “soluk almak”
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre örneğin başkent Ankara dünyada havası en kirli şehirlerden biri.. Tüm yerleşim birimlerinde kirletici faktörlerin minimize edilmesi bakanlıkların ve yerel yönetimlerin ilk hedefi olacak. Temiz hava her yurttaşın hakkıdır, Türkiye yeryüzündeki karbon ayak izini küçültecektir. Küresel iklim değişikliğinin yaratacağı felaketlere karşı alınabilecek altyapı önlemleri belirlenecek, hortum-sel-kuraklık gibi risklerin etkileri minimize edilmeye çalışılacaktır.
Aynı zamanda “soluk almak” özgürlüğün de tanımlarından biri.
Baskıcı, ceberrut, paranoyak devlet anlayışı külliyen reddedilecek.
Vatandaşın soluğunu kesen her tür uygulama kaldırılacak. Eleştirel yazı yazdı diye gazeteciler çalıştıkları kurumdan kovulmayacak, sosyal medyada kantarın topuzunu kaçırdı diye kimse gözaltına alınmayacak.
Metrekare cinsinden uygun alana sahip parklarda mini forum alanları yapılacak. İnsanlar bir araya gelsin, birbirlerini dinlesin, sohbet etsin. Çalsın, söylesin. Mesela Cem Yılmaz’ın tahtına namzet bir stand-up ustası varsa dilerse performansını sergilesin, ne zararı olabilir ki?
Hatta 1 Mayıs Taksim meydanında kutlansın, alanın fiziksel kapasitesi nedeniyle izdiham (dolayısıyla güvenlik) riski varsa üst aramasından geçen herkes önceden ilan edilen kotaya uygun olarak “sayıyla” alana girsin Taksim meydanına. Resmi açıklama şu yönde yapılmış olsa kötü niyetli olanlar hariç kimin diyeceği söz olur ki: “Fiziki imkanlar ve lojistik olanaklar göz önünde bulundurularak 90 bin kişinin katılımıyla Taksim meydanında 1 Mayıs şenliklerine İstanbul Valiliği müsaade etmiştir” Daha kitlesel kalabalıklar için de başka yerler adres gösterilir.
Her problemin çözümünü “özgürlükleri en az şekilde kısıtlama kaygısıyla” ele almak prensip haline gelmelidir.
Toplumu düdüklü tencereye çevirmek ve sürekli baskılamak anlık ve yıkıcı tepkilerin oluşmasına yol açar. Bunun yerine insanların sosyalleşmesine ve düşüncelerini paylaşarak birbirlerini tanımasına / anlamasına zemin hazırlanmalıdır. Yıllardır bizi zehirleyen toplumdaki ayrışma, kutuplaşma ancak bu şekilde ve zamanla azalır.
Maalesef Meclis-i Mebusan’ı kapatarak neredeyse herkesin peşine hafiye takmış Osmanlı sultanının popüler kültür ikonuna dönüştüğü dönemde, tam ters istikamette hürriyet sahaları açılmalıdır halka.. Özgürlük, kamu düzeni ya da istikrarın düşmanı değildir. Başkalarının hakkına tecavüz edeni, kamu düzenini bozanı, kanun dışı eylemlere kalkışanı önlemek ve bileğini bükmek de devletin varlık sebebidir.
Hava temiz, nefes alabiliyoruz, biraz rahatladık ama başka ne olmazsa alt tarafı birkaç günlük ömrümüz kalmıştır?
“SU”
Hayatın kaynağıdır su….
Dünyada son 100 yılda su tüketimi 10 kat artarken, kişi başına düşen temiz su miktarı yarı yarıya azaldı. Yaklaşık 1,1 milyar insanın içilebilir suya ulaşmakta zorluk yaşadığı, başta çocuklar olmak üzere yılda ortalama 10 milyon insanın sudan kaynaklanan salgın hastalıklar sonucu öldüğü bir dünyada su savaşlarının ortasında kalabilecek bir coğrafyada yaşıyoruz. Çocukluğumuzda suyumuzun bol olduğunu zannederdik ama son 20 yılda Türkiye’de kişi başına temiz su miktarı 4000 metreküpten 1430 metreküpe kadar düştü. Çanlar bizim için çalıyor ve kimsenin umurunda değil.
Gölleri, nehirleri kirleten unsurların detaylı tespitini müteakip karşı önlem alınacak. Sanayi tesislerinin bu su kaynaklarından uzağa taşınması, evsel atık ve diğer kimyasalların kirletici etkisinin azaltılması öncelik haline gelecek. Tarımda damla sulama özendirilecek, bununla ilgili yatırımlara destek olunacak, salma sulamada ısrar edenler para cezasına çarptırılacak.
Zengin biyolojik çeşitlilik içeren ormanların olduğu ve bu ormanların can damarı olan akarsuların olduğu yerde kesinlikle HES inşa edilmeyecek.
Denizlerdeki biyolojik çeşitliliğin 30 yıl öncesindeki seviyesine dönmesi için tüm önlemler alınacak. Yasa dışı balıkçılık faaliyetinin cezası artırılacak. Karadeniz’e komşu ülkeler ve Yunanistan’la bu konuda ortak inisiyatif geliştirilecek.
Denizden izinsiz kum çekenler, trol avcılığı yapanlar ve benzeri ihlallerin tespiti / önlenmesi için Sahil Güvenlik ve Deniz polisi yeni teçhizat, tekne ve personelle takviye edilecek.
Kıyılarda, yüzeyde biriken atıkların daha sık temizlenmesi için özel amaçlı teknelerin sayısı artırılacak, bu atıklar geri dönüşüme gidecek.
Tamam şimdi nefes alabiliyoruz, temiz suya erişiyoruz, sırada ne var?
Tahmininiz doğru, “Sağlıklı Gıda”
Türkiye’nin şehirleşme oranıyla övünülürken, şehirde yaşayan insanların çiftçilere, köylülere ve hayvancılıkla uğraşanlara muhtaç olduğu gerçeği değişmiyor. Hepimiz hiç tanımadığımız insanların eline bakıyoruz ama muhtaç olduğumuz o insanları bir an bile düşünmüyoruz.
Ekilebilir tarım sahaları daralıyor, verimli topraklar erozyonla yok oluyor ya da iskana açılıyor, hayvan sayısı azalıyor, verimlilik düşüyor. Çiftçiler mutsuz, köylüler fakir, planlama olmadığından ürünlerde fiyat istikrarı yok. Gıda enflasyonu orta ve dar gelirlileri ürkütecek boyutta, üstelik ne yediğimizden emin değiliz. Ne tohumdan, ne ilaçlamadan, ne katkı maddelerinden emin olamıyoruz. Gıdada tağşiş çok yaygın bir haksız kazanç aracına dönüşmüş durumda ve sağlığımızı tehdit ediyor.
Demek ki düzen değişmeli ve düzenleyici konumdaki T.C. Gıda Tarım Hayvanlık Bakanlığı en baştan yapılandırılacak.
Ata mirası genetiğiyle oynanmamış yerli tohumlar kontrollü biçimde çiftçiye dağıtılacak, organik gübre üretimi artırılacak. Besi hayvancılığında, tavukçulukta standartlar en baştan belirlenecek. Tarım üretimi merkezi sistemle ve bölgesel önceliklere göre planlanacak. Çiftçiler ve hayvancılıkla uğraşanlar verimlilik kıstaslarına göre konan hedeflere uygun performans gösterirse sabit yatırım desteği, vergi indirimi gibi teşvikler gelecek. Tarladan sofraya ulaşan zincir kısalacak. Temel gıda maddelerinde kendine yetebilen, komşu ülkelere de ihracat yapan bir ülke olmak idealimiz olmalıdır. “Köylü milletin efendisidir” diyen adamın büyüklüğüne inanınız.
Kırsaldan yakın zamanda kopan ya da büyük şehirlerde kendini kıstırılmış hissedenlerden nüfusa kayıtlı olduğu ilçe veya köye dönüp tarım – hayvancılık ile uğraşmayı taahhüt edenlere ilk yılı geri ödemesiz %9,9 yıllık faizle kredi verilecek. Yapılacak denetimler sonucunda aldıkları krediyi maksadı dışında kullananlar “devlet mallarına karşı işlenen suçlar” kapsamında işlem görecek.
Hava, su, gıda tamam…
Bundan sonraki ilk üçlü ise güvenlik-adalet-eğitim
Bu mühim konulara dair yaklaşımlarımızı sıkıcı olmamak adına çok kısa örneklerle özetleyelim:
Deniz ve kara sınırlarının güvenliği için elektronik gözlem ekipmanları ve insansız hava araçlarının kullanımı yoğunlaştırılacak. Irak ve Suriye’de devlet otoritesi boşluğundan faydalanarak Türkiye aleyhine pozisyon alan, girişimde bulunabilecek silahlı unsurlara göz açtırılmayacak. Caydırıcılık ön planda tutulup, sırf iç politika malzemesi olsun diye maddi / manevi yüksek maliyetli sınır ötesi operasyonlara kalkışılmayacak. Uluslararası hukukun da tanıdığı meşru müdafaa açısından askeri müdahale kaçınılmaz hale gelirse, mobilize edilecek en büyük kuvvetle hedeflere en kısa sürede ulaşılması yegane öncelik olacak. Müttefik ülkeler ve bölgenin legal aktörleriyle dürüst ve açık ilişkiler yürütülecek. Suçu önleme maksadıyla istihbarat birimlerinin çalışmalarında eş güdüm artırılacak. Uyuşturucu madde üretimi ve ticareti toplum için risk ve terörün finansmanına destek oluşturduğu için narkotik suçlarla ilgili kovuşturma ve soruşturma süreçleri sıkılaştırılacak. DEPREM riski milli güvenlik meselesi olarak ele alınacak ve nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki şiddetli bir depremin ülkeyi istikrarsızlaştıracağı varsayımıyla hasarı azaltmaya matuf önlemler hızlandırılacak.
Hakimler ve Savcılar YÜKSEK Kurulu tekrar ihdas edilecek, başka bir deyişle kaldırılan Y geri dönecek. Yürütmeyi temsilen tek HSYK üyesi Adalet Bakanlığı Müsteşarı olacak ve yargı bağımsızlığını ilgilendiren konulara değil sadece idari hususlara müdahil olacak. Adli yıl açılışına cumhurbaşkanı katılacak, misafirliğini bildiğinden konuşması 15 dakikayı geçmeyecek. Yüksek yargı mensupları cumhurbaşkanını alkışlamak, takdir etmek, övmek zorunda bırakılmayacak.
Tutuklu tüm gazeteciler ve milletvekilleri tahliye edilecek, dava dosyaları yeni mahkeme heyetleriyle ve tutuksuz yargılama esasına göre devam edecek.
İki yılın altında hapis cezası alanlar ya da kabahatler kanununu ihlal edenler için farklı sürelerde kamu hizmeti zorunlu olacak.. Kimisi aş evlerinde yemek dağıtacak, kimisi görme engellilere kitap okuyacak, kimisi yaşlı bakım evlerinde çalışacak. Kamu hizmetinden kaçınan ya da kaytaranın cezası katmerlenecek.
Tablet ya da akıllı tahta ile eğitimin kalitesinin artırılacağına dair fantezi terk edilecek. İçerik ve eğitmene ağırlık verilecek. Ders kitaplarında akıl ve bilimle bağdaşmayan, siyasi propaganda katkılı, ayrımcılığı körükleyen her türlü yazı ve görsel ayıklanacak. Öğretmenlerin maaşları ve yan hakları iyileştirilecek. Atama bekleyen öğretmenler, ihtiyaç doğrultusunda görevlendirilmeye başlanacak. Eğitim fakülteleri sil baştan ele alınacak. Öğretmenliğin toplumdaki saygınlığı artırılacak ama öğretmen olmak zorlaşacak. Genel kültürü yüksek, formasyonu eksiksiz, çok katmanlı sınavları aşabilen insanlar öğretmen olabilecek. Okul binalarının tamir ve yenilenmesi için yerel yönetimlerin ve eşrafın da katkısı talep edilecek.
Üniversitelerde öğretim üyelerinin birinci sorumluluğu bilim üretmek ve öğrencilere vakit ayırmak olacak. Özel sektöre, ticarete, siyasi danışmanlığa odaklanarak asli faaliyetinden uzaklaşanların akademik performansları sorgulanabilir. 12 Eylül kalıntısı YÖK kaldırılacak.
Yurt dışına devlet bursuyla gönderilen öğrenci sayısı %100 oranında artırılacak. Öğrencilerin ülkeye dönmeden önce en az 2 yıl yurt dışında çalışarak farklı deneyimlerle tanışması özendirilecek.
Dünya akademik literatürüne en çok katkıda bulunan devlet üniversiteleri bütçelerini diğer üniversitelere nazaran daha yüksek oranda artırma şansı yakalayacak.
Üniversite seçimlerinde rektörlük yarışını kim kazanmışsa Cumhurbaşkanı onu atayacak.
Kültür, sanat, spor festivallerinin üniversiteler arası katılımla gerçekleşmesi özendirilecek. Bu konuda devlet ve özel sektörden kaynak yaratılacak.
İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere köklü üniversiteler bölünmeyip bir bütün olarak devam edecek.
Üniversitelere dışarıdan silahlı terör saldırısı olmadığı ya da yüksek güvenlik riski ile Rektör davet etmediği sürece polis ve jandarma asla kampüslere girmeyecek.
Bu yazının devamında hepsi birbirinden önemli birkaç konuya yer verilecektir, elbette irdelenmesi gerekenler bunlardan ibaret değildir. Yeterince uzun olan metnin daha da sıkıcı hale gelmemesi dikkate alınmıştır. Sıradaki konu başlıklarına dönersek;
HARİCİYE SİYASETİ ve örnek vaka: Türk-Yunan ilişkileri:
Mustafa Kemal Atatürk’ün saygın, barışçı ve dengeli dış politikasından feyz alınacak. Son 5 yılda istifa etmiş ya da emekli olmuş seçkin diplomatlardan özel bir danışma heyeti kurulacak. Meslekten olmayan büyükelçi yurt dışı göreve atanmayacak. T.C. hukuk devleti sıfatıyla hiçbir sorununu rehine alarak çözmeyeceğinden ülkemiz sınırını aştığı için yakalanan Yunan askerleri casusluk amacıyla topraklarımıza girmedikleri hukuken ispatlandığı an ülkelerine iade edilecektir. Yunanistan’a kaçan 8 darbeci askerin iadesi için temaslar sıklaşacak.
Heybeliada Ruhban okulu meselesi Lozan antlaşması ve iki ülke ilişkileri ışığında yeniden ele alınacak. Son 10 senede oldu bitti ile Yunanistan tarafından işgal edilen Ege ada ve kayalıkları karşılıklı müzakere edilecek ve haksız işgaller mutlaka sona erdirilecek. Uluslararası antlaşmalara aykırı şekilde silahlandırılan hatta askeri havaalanı inşa edilen adaların durumu müzakere edilecek, çözüm bulunamazsa uluslararası hukuk platformlarına taşınacak. İki NATO üyesinin Ege Denizi üzerindeki rutin gözlem & devriye uçuşlarını mühimmat yüklü olmayan uçaklarla yapması teklif edilecek. Türkiye – Yunanistan arasında günübirlik turizm veya alışveriş amaçlı geçişler kolaylaştırılacak.
ULAŞIM
Ulaşımda raylı sistemler desteklenecek, şu anda istenen düzeyde yolcu deneyimi yaratamayan hızlı tren projesi rehabilite edilecek. Raylı sistemlere entegre büyük otoparklar yapılarak, mega kentlerdeki özel araç sirkülasyonu sınırlanmaya çalışılacak. Uygun olan kentlerde deniz ulaşımına ağırlık verilecek, büyük kentlerde uygun ana arterlerde tercihli bisiklet yolları olacak. Motosiklette alt vergi dilimi 250 cc’den 500 cc’ye yükselecek. Böylelikle motosikletin daha çok insanın birincil tercihi olması sağlanabilecek. Hybrid araçlarda büyük vergi indirimleri olacak, 10 yaşını aşan otomobiller ise yüksek vergi ödemeye başlayacak. İstanbul’da 5.000 yeni taksi plakası daha tahsis edilecek, mevcut plaka sahiplerinin hegemonyası kırılacak. Trafik ihlallerinin tespitinde EDS yaygınlaşacak, örneğin emniyet şeridini amacı dışında kullanan sürücü aracının 1 yıllık MTV’si kadar cezayı bir seferde ödeyecek. Buyrun emniyet şeridini kullanın, hazine kazansın!
Cumhurbaşkanı kent içinde yolları önceden kesmeyecek, geçiş üstünlüğü için trafik akışını keşmekeş haline sokmayacak. Uygun durumlarda deniz yolu ya da helikopter kullanılmak suretiyle yollardaki yüz binlerce insanın ulaşım hakkına halel getirilmeyecektir.
DİN ve Diyanet
Türkiye din ve vicdan özgürlüğüne saygılı, aynı şekilde dinin siyasallaşmasına ve ayrıştırıcı unsur olmasına karşı ve tüm inançlara eşit mesafede duran LAİK bir cumhuriyet olduğunu hatırlamak durumundadır.
İlkokuldan liseye dek her türlü siyasi, dini, ayrışmaya sebep olacak faaliyet, etkinlik, yapılanma okullarda men edilecek.
İlk ve orta dereceli okullarda her türlü dini sembol (türban-baş örtüsü dahil) yasak olacak. Liseden itibaren serbestiyet yalnızca imam-hatip okulları için geçerli olacak. Üniversitelerde doğal olarak hiçbir kısıt ya da sınırlama olmayacak.
Yeteri kadar İmam Hatip mektebi açıldığı ve kontenjanlarını dolduramaz durumda olduğu için, bir süreliğine yenisi açılmayacak.
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi dinler tarihi ve iyi insan olmanın özelinde elden geçirilecek, seçimlik ders olacak, 5.sınıftan itibaren müfredata girecek, merkezi sistem sınavlarında soru olarak sorulmayacak.
Diyanet İşleri Başkanlığının yetkisi ve bütçesi kademeli olarak daralacak. Fetva kurumu en baştan ele alınacak. İnsanlık onurunu zedeleyen, cinsiyet ayrımcılığına zemin oluşturan, hukukun suç saydığı fiillere mazeret oluşturabilecek fetva yayımlanamayacak.
Tarikat, cemaat türü grupların “din ve vicdan özgürlüğü” kapsamında her türlü faaliyeti serbest olacak. İtikat, ibadet, tasavvuf dışına taşarak siyaset ile ilgilenmeleri yasaklanacak, her ne nam altında olursa olsun ticari faaliyetlerine mani olunacak. Vakıf kurmaları özel izne tabi olacak. Tüm bu gruplar birer dernekmiş gibi aldıkları tüm bağışları makbuz karşılığı tahsil edecek, tüm bu gönüllü para hareketinin kaydını tutacak, olası hukuk ihlallerinden yönetim kademesi olarak belirlenen kişiler sorumlu olacak ve ağır cezalara çarptırılacaklar.
Bir yerleşim yerinde hiçbir ibadethane yoksa inşasına hemen izin verilecek, diğer şartlarda ancak ulaşım zorluğu ya da kapasite sorunu yeni ibadethane inşası için gerekçe olarak ileri sürülebilecek.
Cemevleri ibadethane sayılacak, camilerin yararlandığı avantajlı maliyetlere aynen tabi olacak.
Sinagog ve kiliseler talep ettikleri takdirde, tıpkı camiler gibi tesis yönetimi hizmetlerini bulundukları belediyelerden ücretsiz alacaklar.
Tarihi özelliği olan cami ve külliyelerde Kültür ve Turizm Bakanlığı onayı olmadan en ufak tadilat, tefrişat, ekleme yapılamayacak. Restorasyonları Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından onaylanmadan başlamayacak. Sabah ezanını saba makamında okumayı bilecek kadar görgüsü ve musıki bilgisi olmayanlar müezzin olamayacak.
Cumhuriyet düşmanı F.Gülen tehdidi
Kaçak Fethullah Gülen’in iadesi için 100 sayfayı geçmeyen İngilizce bir özet hazırlanacak, somut delillerle ABD’den tekrar istenecek. T.C. düşmanı Gülen Türkiye’ye getirilebilirse İmralı’da yüksek güvenlikli hapishanede tutulacak ve dahili ve harici ilişkileri sorgulanacak. Aşçı, bahçıvan, maklube yiyen ablalar hepsi cezaevini boylamışken 30 yıldır zehir saçan emekli vaizin sağ kolu, has adamı, gizli kasası, sırdaşı olup havuz medyasında her gün iktidar yanlısı yorum yapanlar gözaltına alınacak ve en baştan sorgulanacak. Kısacası her türlü iktidarla önceden yapılmış tüm hukuk dışı pazarlıklar geçersizdir. Ayrıca Gülencilerin tasfiyesi ardından kamuya giren herkes tekrar güvenlik soruşturmasından geçecek, liyakati olmadığı halde başka tarikat / cemaat bağlantısı nedeniyle tercih edilenlerin memuriyetle ilişiği kesilecek.
SAĞLIK
Sağlık sektöründeki mesai düzeninin değişmesi, hemşire ve hekimlerin iş yükünün adil ve makul bir hale getirilmesi uzun vadeli hedeftir.
İnsan kalabalığından yılmış, neredeyse elinde kronometreyle teşhis koymak durumunda olan, mesleğinden soğumuş bir hekimin hastalara şifa dağıtması, hasta yakınlarına medeni biçimde laf anlatması imkansızdır.
Hastanelerdeki güvenlik düzeyi ve dinlenme alanları da hemşire ve hekimler için kritik önemdedir. Sağlık hizmeti verenler işlerini yaparken kendilerini rahat hisseder ve gülümseyebilirse, pek çok sorun zincirleme çözülür.
SPOR: Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur
Sporda ilk hedef lisanslı veya lisanssız düzenli spor yapan yurttaş sayısını artırmaktır. Bu amaca matuf olarak koşu ve bisiklet parkurları başta olmak üzere alan yaratılacak. Engelli bireylerin spor yoluyla rehabilitasyonunun ne büyük fark yaratabileceğini bildiğimden, elit engelli sporcuların çocuklara örnek olması için farkındalık çalışmaları yapılacak. Olimpik sporlarda 2028 yaz olimpiyatlarında bugüne dek başarılı olunamamış bazı hedef branşlarda kürsüye çıkacak sporcular yetiştirilmesi için planlama yapılacak. Euro 2024 sevdasıyla Ankara’da inşa edilmek istenen 65.000 kişilik futbol stadyumundan vazgeçilecek, turnuva sonrasında atıl kalacak böylesine bir yatırım israftır. Futbol kulüplerine bir daha vergi affı olmayacak, T.C. pasaportlu oyuncularla ancak TL cinsinden mukavele imzalanacak. Doping yapan sporcular, uluslararası düzeyde ne ceza almış olurlarsa olsunlar, ömür boyu milli takımlardan men edilecekler. Vergilendirmede %15 olan stopaj %25’e yükselecek, kulüplere bu vergileri profesyonel sporcuların brüt ücretlerinden tahsil etmeleri tavsiye edilecek. Belediyelerin futbol kulüplerine destek olması yasaklanacak. Milli forma giyen tüm sporcular ancak madalya veya kupa kazanmışsa ekstra prime hak kazanacak, konu yasayla düzenlenecek.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin sevk ve idaresi
Vazifesine ve anayasaya sadakat ile bağlı asker olma vasfını yitirip, bir orgenerale yakışmayacak her türlü mesleki zaafı gösteren Bay Hulusi Akar re’sen emekli edilecek.
Kurmay subay yetiştirme konusunda asırlık sistemin ilgası geri alınacak, Askeri Liselerin tekrar açılması yeni komuta kademesine teklif edilecek.
Her halükarda Kuleli Askeri Lisesi veya Heybeliada Deniz Lisesi otel ya da rezidans olmayacak.
Kurmay sınıfının yetiştirilmesi hususunda Ergenekon, Balyoz mağduru olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinden uzaklaştırılmış vatansever subay ve paşalardan görüş alınacak. Tercih edenlerin askeri eğitimde uzman olarak görev almalarının önü açılacak.
Barış döneminde Türk Silahlı Kuvvetlerinin sabit masrafları ve değişken maliyetleri kontrol altında tutulacak. Bilhassa askerin iaşe ve ibatesinde israf olmayacak. Bu hususta görev alan özel şirketler dikkatle seçilecek, gıda zehirlenmesi gibi kabul edilemez olaylara sebep olanlar hakkında tazminat davaları açılacak, bir daha değil TSK, herhangi bir kamu ihalesine giremeyecekler.
Silah sistemlerinin ve özellikle mühimmatın olabildiğince yerli üretim olma hedefi devam edecek. MİLGEM projesinin dış satıma yönelik genişletilmesi sağlanacak.
Muhtelif konularda bazı fikirler…
Nükleer enerji ile ilgili projeler iptal edilecek. Rüzgar, güneş, jeotermal gibi çevre etkisi ve riski düşük yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelinecek. Ruhsatsız kömür madenleri derhal mühürlenip kapatılacak, tüm kömür madenlerinde yaşam odası zorunlu tutulacak.
Yavuz Sultan Selim ya da Osmangazi köprüleri gibi altyapı yatırımlarında müteahhit firmalarla yapılan anlaşmalar kamu yararı olmadığı gerekçesiyle revize edilecek. Herhalde söylemeye gerek yok, Kanal İstanbul gibi aşırı maliyetli ve doğanın düzenine aykırı projeler rafa kaldırılacak. Fay hatlarına yakın yerleşim birimlerinde kamu binaları başta olmak üzere risk haritası ve bugüne dek yapılan güçlendirme çalışmalarının sonucu halka açıklanacak.
İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde ihtiyaç halinde (yol genişletme ya da tarihi silueti koruma) kamulaştırma yapılacak. Bu amacın gereği olarak ve kamuoyu tarafından hatırlanması maksadıyla İstanbul’a hançer gibi saplanan Zeytinburnu 16/9 kuleleri ve Süzer Plaza kamulaştırma bedeli ödendikten sonra törenle yıkılacak, 1983’ten sonra verilen tüm inşaat izinleri 1/5.000 ölçekli nazım planlara göre incelenecek.
Halkın sahillere erişimini kısıtlayan inşaatlara ya da beach club benzeri yeni kumsal tesislerine artık müsaade edilmeyecek. SİT alanlarına, hazine arazilerine yapılan kaçak yapılar derhal yıkılacak. Orman yangınlarından sonra imar değişikliği yapılarak betona terk edilen alanlara yeniden orman vasfı kazandırılması öncelik olacak. Doğal olarak, kamu ihaleleri kovalamakla tanınan milyarder müteahhitlere artık vergi affı olmayacak.
İstanbul’daki Çapa – Cerrahpaşa – Haydarpaşa Numune hastaneleri parça parça yıkılacak ama arsa spekülatörleri ellerini ovuşturmasın bu kıymetli hastaneler bulundukları yerde peyderpey modernize edilip hizmetlerine devam edecek. İstanbul Taksim meydanı ve İstiklal Caddesi yeşillenecek, Bağdat Caddesindeki kentsel dönüşüm yavaşlayacak. Otopark yapmak gibi sudan sebeplerle deniz doldurulmayacak. Karadeniz yaylalarını birbirine bağlayacak yeşil yol iptal edilecek, o güzelim yaylalara değil asfalt çimento bile girmeyecek. “Turizm gelişecek” bahanesiyle berbat edilen Uzungöl ve benzeri örnekler doğal haline geri döndürülecek. Kaz dağlarında altın, Artvin Cerattepe’de bakır aramak gibi hevesler sona erecek.
Tiyatro, bale, opera vb. gösterilerinin bilet gelirlerinden Eğlence Vergisi alınmayacaktır zira sanata eğlence gözüyle bakan zihniyete aşina değiliz. Müzik aletleri satışında KDV %1’e inecek çünkü müzik insanlığın en büyük icadıdır. Hem neşenin ahbabı, hem yalnızlığın ilacıdır.
Televizyon kanallarında tamamen yapay kurgular üzerine oluşturulan ve toplumsal ilişkileri ya da bireylerin zaman yönetimini menfi etkileyen boş programların ve yapımcıların hareket alanı daraltılacak.
KAMU ve CUMHURBAŞKANLIĞI
Kamuda tasarrufa gidilecek, memuriyet kadroları ve memur sayısı azalacak. Özel maksatla toplanan vergilerin amaca uygun kullanıp kullanılmadığı halka anlatılacak. Örneğin 1999 depreminde geçici hale getirilen ama kalıcıya dönüştüğü anlaşılan Özel İletişim Vergisi (ÖİV) üzerinden toplanan takribi 64 milyar TL tutarında meblağın % kaçı depremle mücadele ve yapı güçlendirme maksadıyla kullanılmıştır? Araştırılacak ve açıklanacak.
Son yıllarda göze çarpan gösteriş, debdebe ve lüks düşkünlüğü çok keskin şekilde derhal sona erdirilecek.
Makamın devlet adına halka hizmete aracı ettiğini hatırlamayıp makam araçlarıyla sağa sola caka satanların devri sona ermiştir.
Cumhurbaşkanının onlarca araçla gezmesi, yüzlerce araçlık konvoylarla gösteriş yapması lüzumsuz bir ayıptır. Medeniyetin ölçüsü, gösterişe harcanan para olamaz.
Cumhurbaşkanının kalabalık heyetlerle yapacağı seyahatler için bir özel uçağı olmalıdır. Bunun dışındaki bazı planlı yurt içi seyahatlerini THY tarifeli seferleriyle yapacak, uçaktaki yolcularla hasbıhal edecektir.
Milyarlık otomobillerin tümü açık artırmayla satışa çıkılacaktır, seçimi kaybeden liderin hayranları bedelini peşin ödemek kaydıyla bu araçları satın alabilirler.
Yeni Cumhurbaşkanı aşağıdaki araçlardan oluşan araç parkıyla kara yollarındaki her türlü ulaşım ihtiyacını çözmeyi taahhüt eder.
Yürüyen ofis / İlk tercih: Mercedes Vito Select 119 CDI – 270 bin TL
Günlük işler için: Hyundai IONIQ Hybrid – 170 bin TL
Araçların protokole özgü güvenlik donanımlarıyla teçhiz edilmesi konusu bilahare değerlendirilecek olup, daha önce cumhurbaşkanlarının kullanmadığı araç markaları olduğu düşünülürse üreticilerden “kamuya bağış” olarak bedelsiz alınacağı umulmaktadır. Kamuda tasarruf demiştik, alırken kazanmak esastır 🙂
Görüldüğü üzere bugün 1 adet lüks Maybach fiyatının altına 5 adet motorlu araçla işimizi çözebiliyoruz. Kullanım maliyeti ve bakım masrafları da ayrıca indirimli tarifeden olacaktır. Cumhurbaşkanı 6 escort araç, 1 jammer, 1 ambulans dışında yüzlerce araçlık gösterişli konvoylar dönemini sona erdirmeye söz verir.
Kamudaki maksimum araç standartı budur, lüks düşkünlerine kötü haberi iletelim.
Reis-i cumhurun ikametgahı meselesi:
Türkiye Cumhuriyeti’nin birliğini temsil eden cumhurbaşkanları başkent Ankara’da Çankaya köşkünde oturur ve oturmaya devam etmelidir. Çankaya köşkünü yine 81 ilin nüfusuna kayıtlı seçkin askerlerden oluşan Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı koruyacaktır. Kendi askerinden korkan kişi cumhurbaşkanı olamayacağı gibi, yeni reis-i cumhur her ay en az bir kere akşam yemeğini konutunu koruyan askerlerle birlikte yiyecektir. Onların halini hatırını soracak, ailelerinden haber alacak, memleket ahvalini ilk elden / aracısız dinleyecektir.
AK Saray’ın akıbeti?
Olgun demokrasilerde meclisten büyük kamu binası şık olmayacağından Beştepe’deki süper lüks saray ODTÜ ile Ankara Üniversitesi arasında bölüştürülecek. Atatürk Orman Çiftliği’nden çalınan araziler iade edilecek, çiftlik Atatürk tarafından kurulduğu amaç ve ilkelere göre faaliyet gösterecek hatta tarım ve hayvancılık için bir tür laboratuvar vazifesi görecek.
Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?
Gezmeden evvel okuyan, gezerken gördükleri hakkında çevresindekilere doğru soruları sorup gerçek cevaplara ulaşanlar bilir. Dolayısıyla veriler, raporlar, danışman analizleri, akademik çalışmalar bir yerden sonra toplumu anlamaya yetmeyecektir.
Bu durumda hastanelerin acil servisleri, çocuk yuvaları, üniversiteler, yaşlı bakım evleri, bazı okulların mezuniyet törenleri, taksi durakları, semt pazarları, sivil toplum kuruluşlarının etkinlikleri ve benzeri yerlerde cumhurbaşkanı gözlem yapmak üzere bulunabilir. Bunların bazıları önceden haber verilmek suretiyle, bazıları habersiz gerçekleşebilir.
Cumhurbaşkanı arada sırada vapura, metroya binebilir, herkes buna alışmalıdır.
Cumhurbaşkanı ayda en az iki kültür & sanat etkinliğine katılmaktan keyif alacaktır. CSO konserleri, resitaller, tiyatro, bale, resim ve heykel sergisi, festivaller, müzeler, sinema bunların hepsi ilgi alanına dahildir.
Cumhurbaşkanı farklı yaş gruplarındaki amatör spor müsabakalarını yerinde izleyebilir, milli takım maçlarında protokol tribününde bulunabilir.
Cumhurbaşkanı bu ziyaret, gözlem ve katılımlarında peşine medyayı takmaz. Birkaç koruması, özel kalem müdürü ve dostları ile gezer.
Diyelim ki seçildiniz, ilk icraatınız ne olacak? Anıtkabir halkla birlikte ziyaret edilecek, bir ulusun önderine olan minnettarlığı yeniden vurgulanacak. Ona layık olamadığımız ve gösterdiği hedeflerin çok uzağına düştüğümüzden mütevellit ruhuna huzur vermediğimiz Atatürk’ün manevi şahsiyetinden geçmiş dönem adına özür dilenecek.
İkinci icraat: Daha güçlü bir parlamenter demokrasi kurmak için yeni anayasa komisyonu ve 15 Temmuz darbe girişiminin perde arkasını (siyasi ayağını) çözmek için soruşturma komisyonu kurulması direktifi vermek, kurulduğu andan itibaren ilgili çalışmalara katılmak
Üçüncü icraat: 1 Temmuz Kabotaj Bayramında Türk bandıralı büyük bir gemiyle İstanbul ve Çanakkale boğazlarını takiben Ege’ye açılmak. Yolculuk esnasında Sahil Güvenlik komutanı, Deniz Ticaret Odası başkanı, balıkçılık kooperatiflerinden temsilciler gibi denizlerin paydaşlarıyla istişare toplantısı yapmak
İlk yurt dışı ziyaret: Daha önceki tarihlerde başka bir uluslararası bir toplantıda bulunma mecburiyeti olmayacaksa, Kıbrıs Barış Harekatının yıl dönümünde KKTC (20 Temmuz)
İlk yurt içi ziyaret: Her seçim döneminde aykırı ve özgün tercihlere imza atmış, siyaseten memleketin geri kalan 80 vilayetinden ayrı gibi duran, muhtemelen bu satırların yazarına da oy vermeyecek, Milli Mücadele yıllarında Diyap Ağa gibi birleştirici kanaat önderi çıkarmış, tarihte kanlı isyanlara sahne olmuş, nev-i şahsına münhasır Tunceli’yi ve insanını yakından tanımak mühim bir tecrübe olacaktır. Daha önce orada bulunma fırsatım olmadı ama kanaatimce Dersim’in sırrını çözmeden memleketi tam olarak anlamış sayılmayız. Bu ziyarette halkla yakın temas öncelik olacaktır. Vali ve belediye başkanı ziyaret edilecek, kırsaldaki asayiş sorunlarına dair geçmiş dönem uygulamaları hakkında Tunceli garnizon komutanından bilgi alınacaktır. Munzur çayı kenarında toprağa oturup illa ki türkü dinlenecek ve tavşan kanı çay içilecektir.
“Bu profilde bir cumhurbaşkanı adayımız olabilseydi” diyorsanız yalnız değilim demektir. İmza vermeseniz de, canınız sağ olsun 😉
24 Haziran’a doğru giderken olasılıkları değerlendirmek üzere coğrafi açıdan oy verme davranışını da yıllar içindeki eğilimleri dikkate alarak analiz etmek faydalı olacaktır. Örnek olarak, daha gerçekçi bir seçmen profili sunduğu inancıyla 7 Haziran 2015 genel seçim sonuçlarını ve 16 Nisan referandumunu baz alıp, seçili 5 ilçede mukim yaklaşık 450 bin seçmenin dağılımına göz atalım.
Bursa / İnegöl (Seçmen sayısı: 170.480 / Sandık sayısı: 522)
%57,7 AKP
%15,6 MHP
%70 EVET
Çorum / Sungurlu (Seçmen sayısı: 37.525 / Sandık sayısı: 188)
%56,4 AKP
%26,7 MHP
%71 EVET
Kahramanmaraş / Elbistan (Seçmen sayısı: 92.070 / Sandık sayısı: 314)
%49,2 AKP
%25,5 MHP
%62 EVET
Trabzon / Akçaabat (Seçmen sayısı: 84.495 / Sandık sayısı: 318)
%57,4 AKP
%17,9 MHP
%69 EVET
İlk bakışta bu beş ilçenin ortak noktaları:
İlçe düzeyi seçmen sayısında Türkiye ortalamasının üzerinde olmaları
AKP-MHP tandanslı seçmen grubunun önemli bir ağırlığı olması
7 haziran – 1 kasım genel seçimleri arasında MHP’den AKP’ye ciddi oy kaymasının yaşanması
Muhalefet partilerinin sahada çalışma yapacak kadar seçmeni ve örgütü bulunması
Bu ve benzer kriterler oluşturulmak suretiyle belirlenecek hedef bölgelerde süreklilik arz eden çalışmalar yapılması önerilebilir. Muhalefet partileri ilçe örgütlerine şu soruyu mutlak sormalı:
“Merkezden hiç haber alamasanız, kampanya temalı broşür ya da bayrak gelmese, bu seçimde bizim adayımıza oy verilmesi gerektiğini ilçedeki diğer seçmenlere nasıl anlatırsınız?” Bilhassa 16 Nisan 2017 referandumundan sonra iktidar kanadının boşa düşen vaatleri ya da tek adam rejiminin ilçedeki sosyoekonomik yapıya vermiş olabileceği zarar seçmene örnekleriyle hatırlatılmalıdır. Ankara’da hiç görmediği bir lidere tapmayı seçenler hariç, ilçedeki seçmenler “ben bu düzeni hak etmiyorum” derse tepkisini sandığa da yansıtabilir. Eğer bu yerel kampanya dinamikleri konuda herhangi fikri olmayan örgütler parti lokalinde çay içmeyi yegane çözüm olarak görüyorsa, çoktan değiştirilmeleri gerekirdi. Yerel dengeleri “çalışarak” değiştiremeyeceğine inanan bir parti örgütü, hangi siyasi parti olursa olsun ziyandır, vakit kaybıdır. Eğer geleneksel çizgi devam ettirilirse, örneğin CHP Muğla Bodrum’da, İstanbul Kadıköy’de, İzmir Karşıyaka’da, Ankara Çankaya’da henüz belli olmayan çok gizli adaylarının kampanyalarını peş peşe tekrar ederse harcadığı her kuruş para boşa gidecektir.
Kampanyanın ana bileşenleri ne olmalıdır ?
Soru – cevap ve sık tekrar ilk planda olmalıdır. İnsanların birbirleriyle konuşurken tekrarlayacakları ve tartışacakları basit sorular ve kolay algılanır argümanlara ihtiyaç vardır.
Ölçülü mizah, iyimserlik, yumuşak üslup, kazanan taraf olunacağına dair kesin güvenin vurgulanması önemlidir. Türkiye’de yapılan seçimlerde “kazanan ata oynama” dürtüsü göz ardı edilemez, dolayısıyla rüzgarın bu düzene itiraz edenlerden yana estiğini %100 güvenle vurgulamak, halkın gündelik yaşamında dipten gelen dalgayla çok şeyin değişeceğini hissettirmek şarttır
Hedef kitlenin önüne beklemediği anlarda – mecralarda çıkmak, onları şaşırtmak için önemli olacaktır. Mevcut AKP belediyeleri, bütçe imkanları ve OHAL şartları nedeniyle sokakta ERDOĞAN kampanyasının görünürlüğü çok yüksek olacaktır Şartları zorlayarak, yaratıcı ve farklı yöntemlerle, gönüllülerin katkısıyla eşitliği kurmak için çalışmak, sokaklarda görünür olmak şarttır.
Partili siyasetçiler dışında saygın kişilerin görüş ve düşüncelerini gerekçelendirerek kamuoyu ile paylaşmasını sağlamak inandırıcılık açısından pozitif katkı sunacaktır. Bugüne dek siyasi tartışmalardan uzak durmuş, yüzü eskimemiş ve parti bağı olmayan şahsiyetlerin marjinal katkısı daha fazla olabilir. Örneğin TV kanallarında sürekli aynı simaların görülmesi ve aynı düşünceleri farklı cümlelerle tekrar tekrar aktarması izleyiciyi bıktırmıştır. Çok seslilik ve renklilik mutlaka ilgi çekecektir.
“Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” ana teması çerçevesinde geleceğe dönük ülkenin ne yönde ilerleyeceği ve bugünkü olumsuzlukların güçlendirilmiş parlamenter demokraside nasıl çözüleceğinin anlatılması gereklidir.
16 Nisan kampanyasında SDP – KADEM – Referandum Bilgilendirme İnisiyatifi gibi görünürde AKP parti organı olmayan ama kusursuz bir uyum içinde iktidara yakın duran oluşumların alternatiflerinin muhalefet bloku içinde yer alması sağlanmalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının (ya da bu görünümdeki amaca yönelik yapıların) daha fazla ilgi çekmesi olasılığı göz ardı edilmemelidir.
Kampanyanın tematik detayları başka bir yazımızın konusu olsun.
Yazın beyaz, kışın siyah üniforma giyerlerdi. Haki yeşile mahkum kara kuru askerlere göre daha elit, daha zarif adamlar gibi gelirlerdi bana. Heybeliada’ya yanaşırken şehir hatları vapuru, Deniz Lisesinin bahçesindeki çakı gibi öğrencilere imrenirdim 8-9 yaşlarında.
Üç yanı denizlerle çevrili bu güzel memleket ona ve onun gibi nitelikli kurmay subaylara emanetti. Yazımıza konu olan İzmit doğumlu Özden Örnek 1964’te katıldığı donanmada, 2003 yılında Oramiral rütbesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanı oldu. 2005’te görev süresini tamamlayarak emekli oldu. Bugün iktidarın pek severek sahiplendiği MİLGEM’in (yerli üretim gemi projesi) fikir babası ve manevi sponsoruydu. Astlarının sevdiği, saydığı seçkin bir komutandı.
Birkaç yıl sonra BALYOZ furyasında emekli oramirali de suçladılar. Darbe günlükleri diye bir iddia ortaya atıldı. Dönemin savcıları koskoca deniz kuvvetleri komutanının askeri darbe hezeyanı hakkında günlük tuttuğuna inanmamızı bekliyorlardı. Dijital belgelerdeki sahtecilik konusunda henüz ufku gelişmemiş ülkede, havuz medyasının ve bizzat siyasi iktidarın pompalamasıyla milyonlar onu “alçak bir hain” olarak yaftaladı. İtibarına göz diktiler Özden paşanın, bu ülkeye hizmetten öte ne günahı vardı anlaşılamamıştı ama devletin içine yuvalanmış çete kurban istiyordu ve kurbanlar günah çukurlarına batmış olmalıydı.
Kapatılan özel yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs” suçundan 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu karar, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nce onandı. Emekli Oramiral Örnek, Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararının ardından tahliye edilmişti. Örnek, bu dava kapsamında tam 1223 gün (41 ay) cezaevinde kalmıştı. Yeniden yargılama sonucu beraat etti ve haksız yere parmaklıklar arkasında tutulduğu günlerin karşılığı olmasa da 477 bin TL de tazminata hak kazandı.
Maalesef üç ay önce Özden Örnek’in oğlu Burak kanserden ötürü vefat etti.
Bugün de oramirali toprağa verdik ve muhtemelen Balyoz mağduru Özden Örnek vakitsiz kaybettiği oğluyla geçiremediği o 1223 güne kahrolarak son nefesini verdi.
“Adalet mülkün temelidir” levhasının asılı olduğu mahkeme salonlarda yargılanırken, mülkün kime ipotekli olduğunu biliyordu Özden paşa… Savunmasında dile getirdiği pek çok şey (Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmaya çalışan organize bir çetenin varlığı) dikkate alınmadı. Pensilvanya’da mukim T.C. düşmanı emekli vaiz henüz FETÖ ünvanı almadığından olsa gerek, o mahkeme salonlarına hiç uğramayan adalet amirale de tesadüf etmedi. Müstakil bir yapı olarak devlet adaleti tümden kaybetmişti.
“Devletin dini adalettir” sözünü çok sevenler bilsinler ki, konu adaletse, siyasal islamcılık sadece dönemsel çıkarları ve özel yandaşları kollayan dinsiz devlet tercih eder.
Denizlerin hakimi de olsanız, bir emrinizle onlarca korvet, fırkateyn, denizaltı ve onbinlerce denizci sefere de çıksa, devasa bir bütçeyi de yönetseniz, devlet protokolünde müstesna yeriniz de olsa eğer o ülkede yok ise ADALET ister gariban, ister amiral her bir yurttaşın hayatı kararabilir. Oysa ADALET kutup yıldızı gibi olmalıydı, herkes ona bakarak kendine çeki düzen vermeli ya da yönünü tayin etmeliydi. Kurumsal ünvanında adalet kelimesine yer vermiş siyasi partinin kesintisiz iktidarında yaşandı, pek çok adaletsizlik gibi bu anlattıklarımız da!
Adaletsizlik karşısında tarafsız kalıp, aslında zalimin tarafını seçmediğimizin şahidi olsun bu satırlar…
Her daim saygıyla yad edileceğine inandığım Oramiral Özden Örnek’e Allah’tan rahmet, silah arkadaşlarına, büyük acılarla peş peşe yüzleşen kederli eşi Sevil hanım’a ve diğer oğlu Tolga Örnek’e sabırlar dilerim.
Yakın geçmişteki oy verme davranışına bakılacak olursa, 24 Haziran’a dair bazı çıkarsamalarda bulunabiliriz. Buna göre;
2010 referandumunda Erdoğan gücünün zirvesindeyken, Pennsylvania “mezardan kalkıp EVET oyu verilsin” dediği zamanda alınan oy: %57
2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP’nin fevkalade isabetsiz ortak aday (Ekmeleddin İhsanoğlu) denemesine rağmen Erdoğan’ın alabildiği oy: %51,8
2017 referandumunda tüm manipülasyon hatta hile iddialarına rağmen başkanlık sistemine onay: %51,4
Manipülatif anketler ve propaganda yalanları bir kenara bırakılırsa, bu seçimde ERDOĞAN oyları için doğal üst sınır%53 olarak kabul edilebilir. Üst sınır %53’e Erdoğan sevdalısı AKP seçmeni, Devlet Bahçeli fanatikleri, bir kısım BBP seçmeni, Hüda-par, cemaat-tarikat–aşiret üçgenleri, perdenin arkasında oy pusulasının fotoğrafını çekerek para kazanacaklar vs. kısacası ilgili her seçmen dahildir. Bu sınırın aşılması için ya muhalefetin olağanüstü SAÇMA bir kampanya yürütmesi ya da 15 Temmuz üstü Zeytin Dalı misali konuların algı yönetimi ve bir dizi güncel olayla epey sömürülmesi gerekir.
24 Haziran’da muhalefet partilerinin kendi adaylarını göstermeleri durumunda, kurulu düzenin aleyhinde oy kullanmaları yönünde motive edilebilecek olası hedef kitlenin alt kırılımlarına bakacak olursak:
Devlet Bahçeli fanatikleri dışında tüm MHP seçmeni
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yıllar boyu Erdoğan karşıtı söylemler ile AKP’nin çıkarlarına uygun karar ve eylemler arasında salındı durdu. Devlet Bahçeli’nin parti genel başkanı olarak en zayıf olduğu dönemde, parti içi muhalefet sokaklara dökülmüşken Sivas-Gemerek mahkemesinin aldığı kararla olağanüstü kurultayın toplanmasına engel olundu. MHP seçmeninin yarısından fazlasının referandumda #HAYIR seçeneğine mührü bastığı kolaylıkla varsayılabilir ancak unutulmaması gereken AKP+Bahçeli tarafından yürütülecek “vatan hainleriyle aynı safta mı olacaksınız?” kara propagandasının yine bu kitle üzerinde oldukça etkili olacağıdır.
MHP seçmeninin hassasiyetleri göz önünde bulundurulmalı ve parti genel merkezinin tutarsızlıkları örneklerle işlenmelidir. AKP Osmaniye milletvekili gibi davranan Devlet Bahçeli ise bu kampanyada en sert şekilde eleştirilmesi gereken kişidir. “15 Temmuz’dan sonra her şey değişti” diyerek kendisini uzak görüşlü bilge siyasetçi gibi sunmasına asla müsaade edilmemeli, yakın gelecekte siyasi hayatımızdan silinmesini sağlayacak kadar köşeye sıkıştırılmalıdır.
Örneğin referandum kampanya döneminde “Türklüğün bekası için EVET diyoruz” diye formüle edilen akıl dışı söylemin cevabı şu şekilde verilmeliydi.
Tarihe damga vurmuş köklü bir milletin bekasını referandum sandığına bağlayan kişi ömrünü boşa geçirmiştir, hakiki milliyetçi olduğu yönündeki söylemi de safsatadan ibarettir
7 Haziran – 1 Kasım seçimleri arasında AKP’ye kayan %8,6 seçmen kitlesi
2015 yılı yaz başında AKP’nin oyu %40,9 idi. Daha sonra estirilen tedhiş dalgası ve TBMM kompozisyonundan bir hükümet çıkmaması 1 Kasım’da AKP’ye %49,5 oranında büyük bir zafer kazandırdı.
Bu kitlenin 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında estirilen rüzgardan ne kadar etkilendiği net bilinmemekle birlikte, seçimde Erdoğan’dan yana oy kullanmamaları kuvvetle muhtemeldir.
Ekonomideki çöküntüyü her alanda hissedenler, işini kaybedenler, dar ve/veya sabit gelirliler
Ekonomik büyüme, düşük enflasyon, döviz kurunda istikrar, istihdam sahaları, sosyal yardımlar her seçim döneminde AKP’nin en çok işlediği konuların başında gelirdi. Seçim öncesi manzaraya bakacak olursak, 2018 yılı ilk 4 ay ekonomik güven endeksinin sürekli düşüşü, çift hanelerde işsizlik, enflasyonda artış, her türlü manipülasyona açık döviz kuru ve fiili devalüasyon, Erdoğan’ın diline doladığı kredi faizlerinin düşürülememesi, iç piyasada daralan talep, üretimsiz ekonomide cari açığın artışı, Türk şirketlerinin döviz cinsinden yüksek borçlu oluşu, bankalardan kredi yapılandırması istemek zorunda kalan milyarderler, iflas eden ve/veya küçülen şirketler ile durum pek iç açıcı değil. Başarılı belediyecilik mirası ve tek parti iktidarına rağmen AKP’nin 2009 yerel seçimlerinde, 2007 genel seçimlerine göre 8 puan kaybetmesinin temel gerekçesi ekonomideki durağanlıktı. Bugün ekonominin daha sağlıksız ve ciddi risklere açık olduğu düşünülürse, geçtiğimiz yıllarda iyi kötü sonuç veren “bir dizi tedbirlerin” artık ekonomik gelişmeleri yönlendirememesi ve olumsuz beklentiler, oy verme davranışı üzerinde önemli tesiri olması sürpriz sayılmamalıdır.
Siyasete uzak, sandığı boykot etmeyi düşünen mutsuz & yılgın ya da ilgisiz kesim
Avrupa’ya nazaran seçime katılım oranlarının daha yüksek olduğu Türkiye’de 2010’dan bu yana sandığa gitme oranları %77 – %86 arasında değişmektedir. Buna rağmen siyasete tamamen uzak ve siyasi süreçlere katılmama eğiliminde olan insanların varlığına ek olarak, ülkenin geleceğinden ümidini kesmiş yılgın & küskün vatandaşların da var olduğu ortadadır. Seçimde katılım %90’a ne kadar yaklaşırsa bunun Erdoğan’ı emellerine aykırı bir tesiri olacağı değerlendirilmelidir. “Ben siyasete bulaşmam, siyaset de benim gündelik hayatıma karışamaz” yanılgısında olanlara bu ülkenin saat diliminin iktidar partisinin aklıevvel uygulaması sayesinde değiştiğini ve ülkenin batısında kış aylarının karanlık sabahlara mahkum olduğunu ya da yakın zamanda çocuklarını gönderebilecek devlet okulu (İmam-Hatip hariç) bulamayacaklarını anımsatmak kafidir.
Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar Çiftçiler
Yıllar içinde Türkiye’de şehirleşme oranı artmış, köylerde yaşayan seçmenlerin siyaseten özgül ağırlığı azalmıştır. Oysa tarım ve hayvancılık sektörünün stratejik önemi global ölçekte giderek artmaktadır. Tarımsal verimlilik, besin zincirinin devamlılığı, girdi fiyatlarına paralel olarak artan birim fiyatlar, çiftçinin giderek daha az kazanır hale girmesi, işlenemeyen topraklar, tarım ve hayvancılık ürünlerinde giderek artan dışa bağımlılık 80 milyonu ilgilendiren konulardır.
Örneğin Niğde’de binlerce ton patates depolarda çürümeyi beklerken, tarladaki patates 30 kuruşa alıcı bulamazken, büyük şehirlerde insanların patatese 5-6 kat fazla ödeyerek ulaşabiliyor olması ay sonunu zor getiren herkesin sorunudur. Kaçak yapılaşma, işsizlik ve lümpen kültürün merkezi haline dönen şehirlere mecburen göç eden insanlar üzerinden “kentlileşme” propagandası yapanlara karşı; tarım ve hayvancılık üzerinden muazzam gelir elde eden Hollanda vb. ülkelerin örnek alınacağı yepyeni bir anlayışla kaybettiklerimizi bu ülkeye geri kazandıracak çok farklı bir eylem planı gündeme getirilmelidir. Elbette seçimin en popüler konusu “tarım ve hayvancılık” değildir ama çiftçiler ve köylüler için yaşamsal bu konular her türlü siyasi tercihin üzerindedir ve şüphesiz Türkiye’nin uzun vadeli menfaatleri arasındadır. Bu kesime “kaybettikleri” ve “kazanabilecekleri” sürekli hatırlatılmalı, mesajlar “mazot 1 TL olacak” ya da #ŞekerVatandırSatılamaz türünden sığ ve popülist olmamalıdır.
Oy verme davranışı açısından bakılacak olursa da, köydeki yakınlarının AKP’den soğuması, Erdoğan seçeneğine yakın duran şehirdeki akrabalarının bir telefon görüşmesinde bile aklının karışmasına yol açabilir.
KADINLAR
AKP iktidarında en çok çile çeken toplum kesimi kadınlar…
Bedenleri üzerinden, başlarını örtmeleri ya da örtmemeleri üzerinden, doğurganlıkları hatta nasıl doğum yapacakları üzerinden sürekli eleştirilen ve ötekileştirilen kadınlar.
Kahkaha atmaları bile rahatsızlık yaratan, evde, sokakta, toplu taşıma aracında şiddete uğrayan ve giderek “kadına şiddet meşru sayılabilir” anlayışının yayıldığı bir döneme tahammül etmesi beklenen kadınlar.
Eşit işe eşit ücret beklentisi karşılanamayan, uygulanan politikalar sonucu işverenin ikinci değil sonuncu tercihi haline gelmeye başlayan yine kadınlar.
Sadakayı kurumsallaştıran bazı makyaj uygulamalar dışında, hiç akla gelmeyen ve giderek kısıtlanan kadınlar için bu seçim bu gidişata DUR deme fırsatı olabilir.
Bir zamanlar başını örten mütedeyyin kadınların tamamının Erdoğancı olduğunu zannedenler vardı, sanırım bu siyasi körlüğe esir olan kimse kalmamıştır. Ataerkil yapılarda tek adamın baskısıyla yakından tanışan ve bundan haz etmeyen her kadın, siyasetteki tek adam dayatmasına karşı durmaya adaydır. Bu seçimin sonucu ne olursa olsun, bu ülkenin kaderi kadınların azmi ve kararlılığı doğrultusunda şekillenecektir.
Bu alt kırılımlar 24 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı 1.turseçimi için öngörülmüştür. Eğer seçim ikinci tura kalırsa, seçimin kaderini ağırlıklı HDP seçmeninin oluşturduğu Kürt asıllı vatandaşlarımız belirleyecektir.