Diego Armando MARADONA

Arjantin için unutulmaz bir yıldı 1978. 

Tangonun ve futbolun din kadar yaygın olduğu ülke, ev sahipliği yaptığı Dünya Kupası finalinde total futbolun temsilcisi Hollanda’yı 3-1 yenerek halkına karnaval sevinci yaşatmıştı. 

Daniel Passarella kaptanlığındaki şampiyon kadronun yıldızları orta sahanın patronu Osvaldo Ardiles ve 10 numaralı formasıyla golcü Mario Kempes idi.

Buenos Aires sabaha kadar çılgınlar gibi eğlenirken bu satırların şeref misafiri ise o tarihte henüz 18 yaşındaydı ve Dünya Kupası kadrosunda kendine yer bulamamış genç bir futbolcuydu.

“Diego Armando MARADONA”

Genç Maradona efsaneleşeceği 10 numaralı Boca Juniors formasıyla

O Arjantin’in dünya futboluna en büyük armağanı…

Pele, Cruyff, Eusebio gibi yıldızlarla anılan ve çoğu zaman onların önüne konan bir superstar.  Futbolu bırakmasının ardından ülkesinde ve dünyada hep veliahtı aranan, Lionel Messi dışında kimsenin boş bıraktığı krallık tahtına yaklaşamadığı, sahada bıraktığı izler silinmez bir futbol virtüözü

Öte yandan zaafları, hataları, buhranları ile bir yarım kalmışlık ya da kırılganlık öyküsü… Duygusal, gözü kara, ağzı bozuk, dik kafalı, müptela, cömert, neşeli, eğlenceli ufak tefek bir adam…

Ben Maradona’yı “büyük sporcu olmakla yıldız futbolcu olmak arasında açılabilecek en geniş makas” olarak niteliyorum.

Maradona’yı anlatırken “tam bir profesyonel” diyemezsiniz. Çalışma disiplinine iman etmiş ilkeli bir sporcu da değil ama seyredenin aklını baştan alacak bir futbol sanatçısı.  Bir takımın, bir şehrin, bir ülkenin kaderini eline alacak ölçüde “winner

Diego’nun uzmanlığı olan futbol üç ihtimalli, bol seçenekli ve basit bir oyundur.  Seyirciler Eduardo Galeano’nun deyimiyle iyi futbola aç birer dilenci olarak stadyumları doldururlar.  İşte tekdüzelikten kaçan o tutkulu insanlar top ayağına geldiğinde ne yapacağını sadece Tanrı’nın ve onun bildiği Maradona’daki bilinmezliği ve sürpriz ihtimalini hep çok sevdiler.

Yalnız Güney Amerika değil dünya futbolunda özellikle Brezilya ile rekabet halindeki Arjantin’in sahip olduğu haksız rekabet unsuruydu. Onlara 1986 Meksika’da bir dünya kupası kazandırdı.  “Tanrı’nın eli” diye temize çekmeye çalıştığı gayrinizami gol İngilizleri deli etmişti, aynı maçta 60 metrelik muazzam slalom ile attığı gol ise asrın futbol gösterisiydi. 

Arjantin milli takım formasıyla MARADONA

Finalde Batı Almanya’yı 3-2 yenerek kupa uzandıklarında karşılarında Franz Beckenbauer yönetimindeki kadroda Schumacher, Briegel, Brehme, Foerster, Berthold, Augenthaler, Littbarski, Matthaus, Magath, Voeller, Rummenige, Klaus Allofs, Dieter Hoeness hepsi bir aradaydı.  Turnuva takımı Almanların o güne dek çıkardığı belki de en geniş kadroydu yenmişlerdi Maradona önderliğinde…

1986 Dünya Kupası Maradona’nın ellerinde

Bu küçük adam aynı zamanda İtalya’nın hor görülen kenti ve insanları için, züppe kuzeylilere hadlerini bildirme fırsatıydı. Napoli’ye kendi ülkesine katkısından bile daha fazlasını kazandırdı denebilir.  O nedenledir ki 1990’da İtalya’da düzenlenen Dünya Kupasında İtalya-Arjantin maçına ev sahipliği yapan Napoli kentinin sokaklarında insanlar onun adını haykırıyordu: DIEGO… DIEGO… DIEGO…

Maradona’nın Napoli’ye kazandırdıklarından biri de UEFA Kupası

Doğaüstü güçlere sahipmiş gibi top üzerinde hakimiyet kuran Diego, yeşil saha dışında kendi hayatında söz sahibi olamıyor, zaaflarına yeniliyordu.

Maradona ve masum keyiflerinden biri (CHE Guevara eşliğinde)

Yakın çevresinde onu iyiliğe yönlendirmeyen çıkarcılar bulunduğu çok açıktı.  Kadınlarla olan ilişkisi hayranı olduğu başka büyük bir yıldız George Best’i andırıyordu.  Uyuşturucu madde bağımlılığı hem kariyerini, hem şöhretini hem de sağlığını tehdit ederdi.

Arjantin futbolu üzerine konuşanlar arasında yakın dönemin popüler çekişmesiydi: “Maradona mı büyük Messi mi?”  Herkesin kendince seçim yapabileceği bu soruya şöyle mukabele edilmeli “Maradona eğer Messi kadar çalışsa ve onun gibi profesyonel yaşasa bu soru sorulabilir miydi?

Bir de tartışma var, “Maradona menfi bir örnekti, gençleri kötü etkiledi vs.”  Açıkçası ona özenip yasaklı madde kullanımına başlayan var mıdır bilmiyorum ama çocuklar ve gençler görmek istedikleri superstar MARADONA idealini her şeyin önüne koydukları düşüncesindeyim.  Dahası Diego’nun yaşadığı kriz ve çöküşler yetenekli tüm gençlere farklı açıdan bir ibret vesikası da olmuştur.  Kendini iyileştirmek için uzun tedavilere katlanması, her düştüğünde en baştan başlama azmi, başarısız sayılabilecek teknik adamlık kariyerinde çalıştığı hiçbir kulübü küçümsememesi onun içindeki direnen adamın göstergesiydi. Kaldı ki bir de şu var:

Kendi hayatınla ne yaptığını hiç umursamıyoruz. Önemli olan bizim hayatlarımızla ne yaptığın..

Yeşil sahaya odaklanırsak, 1980’lerde saf yetenek futbolda var olmaya yetiyordu, kısmen 1990’larda da karşılığı vardı ama 21.yüzyılda sporcu gibi yaşamak, çok çalışmak, atletik performans, profesyonellik, kişisel marka değeri, medya hakları, basın ilişkileri artık tozluktan, tekmelikten, kramponların çivisinden bile önemli…  Emek ve alın terinin gücünü en özlü biçimde Manchester United efsanesi Sir Alex Ferguson söylemiştir.

Çalışmayı sevmeyen yetenekler için futbolda gidecek yol kalmadığını söylüyor Sir ALEX

İngilizleri hariç tutarsak saf futbolseverin Maradona’ya kırgınlığı uyuşturucu madde kullanımı nedeniyle FIFA’dan aldığı bir dizi ceza ve özellikle 1994 Dünya Kupasında yer almaktan men edilmesi olur ancak.  1990 finalini kaybeden Maradona gözyaşlarına boğulmuştu ve finalin hemen sonrasında sporculuk düzenine aykırı hayatı ve kötü alışkanlıkları manşetleri süslüyordu. Yine de 1994 Dünya Kupasında ayva göbeği  ve düşen temposuyla 34 yaşındaki Maradona her türlü izletirdi kendini ve oyuna hükmetmek için her numarayı yapardı. Hatta keşke kendine çok çok iyi baksaydı, sırım gibi vücuduyla 1998 Dünya Kupasında boy gösterse ve 38 yaşına aldırmadan başka bir büyük maestro Zinédine Zidane ile sahada kapışsalardı. Olmadı.  Bize bunu çok gördü, kırgınız.

Langırt oynasalar bile izlenir!
10’ların rekabeti.. Soldan sağa Maradona – Messi – Ronaldinho – Zidane – HAGI

Bir dizi sağlık sorunu yaşayagelen yıpranmış bedeni şöhretin ve geçmişin yükünü daha fazla taşıyamadı ve 25 Kasım günü henüz 60 yaşında son nefesini verdi.  Bu yazı şu ana dek o ölmemiş gibi yazıldı çünkü Diego’nun efsanesi gerçekten ölümsüz.

Maradona’nın vakitsiz kaybının dünyayı saran pandemi dönemine denk gelmesi de ölümü kadar trajik bir talihsizliktir. Bu haftasonu dünyanın dört tarafındaki stadyumları dolduracak milyonlarca futbolsever ona saygısı gösterebilirdi, eminim o da böyle kalabalık bir veda isterdi.  Gerçi Gary Lineker gibi eski yıldızlar geçmişteki dişli rakiplerini saygıyla ve hayranlıkla yad etti.

Gary Lineker & Maradona

Yeni Zelanda – Arjantin rugby maçından önce Yeni Zelanda takımı üzerinde 10 numara ve Maradona ibarelerinin yer aldığı formalarını sahaya serip onu onurlandırdılar

Yeni Zelanda – Arjantin rugby maçı

Maradona’nın fani bedenini taşıyan tabutu halkın saygı geçişinde bulunması için başkent Buenos Aires’teki başkanlık sarayında katafalka kondu. Ülkede üç günlük yas ilan edildi.  Formasını giydiği Boca Juniors taraftarı anma törenlerinde en öndeydi.

İtalya’da Napoli halkı sokaklara döküldü, ateşlenen binlerce meşale ateş geceyi aydınlattı, Napoli belediye başkanının önerisiyle San Paolo stadyumunun ismi Maradona olarak değişti bile.  Keşke ülkemizde de böyle dünya çapında hayranları olan ikonik bir sporcu olsaydı değil mi, keşke?

Napoli’nin yüreği yanıyor, meşale dediğin nedir ki…

Maradona ve sihirli sol ayağı toprak altına konunca bitmez bu hikaye. Bakarsınız Belfast’ta doğup 25 Kasım 2005’te ölen George Best, Buenos Aires’te doğup 25 Kasım 2020’de bu dünyayı terk eden Diego Armando Maradona’yı alkışlarla karşılar.  25 Kasım 2016’da göçüp giden dostu Fidel Castro da purosunu yakar onları top oynarken izler belki, kim bilir…

2020 bizden iki büyük yıldızı (Kobe Bryant & Diego Maradona) aldı… Sevdiğiniz diğer büyük yıldızlara en iyi dileklerinizi ve dualarınızı gönderin, lanetli 2020’de onlara bir şey olmasın. 

Son sözü başladığımız yere götürelim. 1978 dünya şampiyonu Arjantin’in yıldızı Ardiles’in Maradona’nın ardından söyledikleri gerçeğin en yalın hali gibi..


Dentro de la cancha, era donde el era feliz. Jugando al futbol, era de otro mundo. – Futbol sahasında çok çok mutluydu. Top oynarken bu dünyadan değil gibiydi.

Kadere sözümüz geçmez ama emin olduğumuz şudur ki, çocuklar Maradona gibi topla oynamayı hep sevecek.

Tanrı’nın ellerindesin, eşsiz sol ayağın için teşekkür etmeyi unutma. adios amigo

Deprem ve manevi fay hatları

Türkiye’nin deprem ülkesi olduğunu bilmeyen kalmış mıdır? Hele 1999 Marmara depreminden sonra toplumdaki farkındalık daha da arttı. Bastığımız yerin kilometrelerce altında aktif ya da uyuyan faylar olduğunu, bunların muhtelif tür ve şiddette sarsıntıya sebep olabileceğini, birkaç saniyede hayatlarımızı yerle bir edebileceğini öğrendik.  Depremin değil gevşek zemine hatalı metot ve kusurlu malzemelerle yapılan binaların, başka bir deyişle işini bilen hırsızların(!) ve göz yuman yancılarının katil olduğunu biliyoruz.  Yer kabuğunun hiç şakası yok, Karaman dolaylarına taşınmıyorsanız kaçış da yok. Hepsini öğrenmiştik, tümünü biliyorduk ama hafıza yoksunluğu, yaşananlardan ders almama, “bize bişey olmaz” kafası bu ülkenin alâmet-i farikası…

17 Ağustos 1999

Kordon’da esen meltemini ayrı, dağlarında açan çiçeklerini ayrı sevdiğimiz güzel İzmir 30 Ekim 2020 saat 14:51’de şiddetle sarsıldı.  Merkez üssü Sisam adasının kuzeyinde, Seferihisar açıkları Ege denizinde olan sarsıntının büyüklüğü komşu Yunanistan’a göre 7,1, Avrupa’daki ölçümlere göre 7,0… Bizde Kandilli Rasathanesi 6,9 diyor, AFAD 6,6 dedi.  Dikilen ağaçları milyar milyar fazla, enflasyon verilerini tadında kararında, Corona virus teşhisi konan insanları biner biner az söyleyen zümre düşünülünce insan sormadan edemiyor kendine: Ölçümü etkileyen tüm verili koşullar dışında, “depremin büyüklüğü de siyasi bir mesele midir?” diye !..

Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle 73 yurttaşımızın hayatını kaybettiği İzmir’de en çok hasarı gören Bayraklı semtinde birkaç apartman yerle bir oldu. En kahredici tarafı, bu çöken binalardan bazıları hakkında kesinleşmiş “riskli yapı tespiti” mevcutmuş yani 6306 sayılı yasa gereği çok önce bu binaların tahliye edilerek kentsel dönüşüme girmesi gerekiyordu. İçlerinde daha önceki yer sarsıntılarında hafif hasar görüp “güçlendirme” geçirmiş olanlar da varmış.  Takviye işe yaramamış olmalı ki, yerle bir olmuşlar!  Daha korkunç iddia ise bazı binalarda taşıyıcı kolonların alan kazanmak için ya da ticari amaçlı kullanımlar için kesildiği, bunun adı da intihar oluyor elbette.

İnanılır gibi değil…

Yıkılan binalara 15-20 metre mesafedeki yapılar ayakta kalabiliyorsa bir kez daha şahitlik edelim ki, bir doğa olayı olan deprem değil hileli beton, eksik donatı, çürük bina öldürüyor.  Ülkenin altındaki fay kırıklarını yok edemeyeceğimize göre Türkiye’nin mega projesi kamu destekli, rantı gözetmeyen ve çok yoğun kentsel dönüşümdür. Üçüncü köprü, tünel, SİT alanlarına kondurulan lüks rezidans bolluğu ya da Kanal İstanbul fantezisi zinhar değildir.

Kentsel dönüşüm deyince İstanbul’da yaşayanların aklına sarı damperli hafriyat kamyonları ve Bağdat Caddesi’ndeki 40-50 senelik binaların yenilenmesi geliyor.  Ulusal risklere dönük hakiki kentsel dönüşüm ise örneğin Avcılar ya da Küçükçekmece’nin nüfus yoğunluğunu azaltmaktır.  İstanbul’un en riskli ilçeleri Fatih ya da Bahçelievler’de mukim orta gelirlileri ölüme terk etmemektir.  Okulları, hastaneleri, viyadükleri sağlamlaştırmaktır.

2019 yerel seçimlerinde AKP’nin adayı son başbakan Binali Yıldırım “İstanbul’un kentsel dönüşümünde başıboşluk var” diyordu.  1994’ten beri şehri yöneten siyasi akımın son temsilcisi olarak mesaj nereye, kimi eleştiriyor anlaşılamamıştı.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş seçildikten sonra yalnızca 2014 yılında Ankara ili dahilinde 30 imar planı değişikliği yapıldığını ve bu sayede 19 milyar TL tutarında rantın başka yerlere aktarıldığını söylemişti.

3 Ağustos 2018’de “her yer beton yığınlarıyla doldu” diye şikayet eden R.Tayyip Erdoğan ondan bir yıl önce 21 Ekim 2017’de İstanbul’a ihanet etmiş olmanın pişmanlığını dile getiriyordu.  Onu bu kötü yola İsmet İnönü itmiş olabilir miydi, onu hiç bilemeyeceğiz.

İstanbul’a aşık olan adam

Bir de zaman zaman hayret eden Abdullah Gül beyefendi var elbette:

İzmir’de yer sarsıntılarının hayrete şayan olmadığını, fay haritalarının bilindiğini hatta bu konuda İzmir Büyükşehir Belediyesinin kapsamlı bir planı olduğunu da ekleyelim.

http://www.izmir.bel.tr/izmirdeprem/

Kağıt üzerinde her şey planlı olsa da, panik her şeyin üzerine çıkıyor.  İzmir’de kent içi trafiğin kilitlenmesi, GSM hatlarında aşırı yüklenme ve iletişim problemleri yine yaşandı.  Fakat bazı sorular var ki hiç vakit kaybetmeden yüksek sesle sorulmalı ve sorumlular cevaplarını bulup kamuoyunu bilgilendirmeli:

– Yıkılan veya ağır hasar gören binaların kaçı imar barışından / imar aflarından faydalanmış?

– İnşaatları yapan müteahhitler ve bu inşaatları kamu yararı adına denetle(me)yenler sektöre ne kadar nüfuz etmiş, siyasi bağlantıları nedir?

– Eskiden bağ, bostan olan ve temelde sıvılaşma teşhisi konmuş arazide 8 katlı binalara imkan veren imar değişikliklerinin sebebi nedir?

– Binalar inşa edildikten sonra müstakil kat sahipleri ya da kiracılar tarafından yapılara kalıcı zarar verilip verilmediği nasıl araştırılacak?

– Sönen ocakların, yiten canların, yaralıların hesabı kimden sorulacak?

Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar… …” ile başlayan beylik cümleleri bırakalım ve bu soruların cevaplarına göre İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının harekete geçtiğini duyalım artık…

Bu tarz felaketlerden sonra devlet ricalinin incelemelerde bulunmak ve halkın derdini dinlemek için afet bölgesini ziyaret etmesi sıradan bir olaydır. Bu kez de ilk gidenlerden biri Bakan Bekir Pakdemirli bey oldu ama Cumhurbaşkanlığı kabinesinin en başarısız bakanlarından biri olan Bekir bey enkaz altında kalmış bir yurttaş ile onu kurtarmak için orada olan profesyonellerin arasına girdi, cep telefonu ile temas kurulan Buse’ye kendince mesajlar vermeye çalıştı.  Kameralar önünde PR çalışmasını çözdük de, tam o sırada enkaz altındaki Buse’nin telefonunun şarjı bitse ve nerede olduğuna dair ipucu elde edilemeden iletişim kesilse PR nereye varırdı acaba?

Bekir bey ve kameralar

İzmir’e giden diğer bakanlar da her cümleye “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla…” diye başladılar.  Zannedersiniz ki AKP genel başkanı talimat vermese İzmir depremini ana haber bültenlerinden izleyeceklerdi!?  Son derece çiğ bir öne çıkma, yaranma, göze girme yarışı içinde oldukları izlenimi güçlendikçe, atamayla geldikleri makamların da hızla anlamsızlaşmasına yol açıyorlar.  Tek kişinin ağzının içine bakan ve yalnız onun iradesine göre şekillenen Türk tipi başkanlık sisteminin çok kötü bir kurgu olduğunu saltanatın ilga edilmesinin 98. yılında yeniden idrak etmiş olduk mu? (1 Kasım 1922 – 1 Kasım 2020)

Elbette grizu patlamasından, sel baskınına dek iktidarın ihmaline yöneltilecek her türlü eleştiriyi ilahi & rahmani mazeretlerle savuşturmayı kendine misyon edinmiş Diyanet İşleri başkanı Ali Erbaş son noktayı koydu:  “Deprem kıyametin alıştırmasıdır”   

Kitle iletişiminde çok etkili isimler

Öyle zamanlar yaşıyoruz ki, öyle yapay ve samimiyetsiz tavırlara maruz kalıyoruz ki ve yine birileri nasılsa her şeyin birkaç haftada unutulacağına yüklü bahis oynamış gibi pervasız hareket ediyor ki 1 Kasım 1958’de kaybettiğimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın sözü geliyor akla:

“ Kalbi olanların dili yok, dili olanların kalbi yok “

Kalbi temiz tutmaktan başka, unutmamak / unutturmamak / soramayanların sesi & sorulamayanların dili olmaktan başka ne yapılabileceğini düşünürken Twitter’de harika bir mesaja denk geldim, bu yazının sonunu da öyle bağlamak isterim.

İNSANLARA MEZAR İNŞA EDEN MÜTEAHHİTLERİN DEĞİL KENDİ DERTLERİNİ KENARA BIRAKIP KURTARMAYA GİDEN MADENCİLERİN ÜLKESİNİ KURMAMIZ GEREK”  via @BSMTV_TR

Sarı baretli madenciler gönüllü olarak İzmir’e gelmişlerdi, en iyi bildikleri işi farklı şekilde yapmak için.

Onlar ki çalıştıkları yer altında bir yaşam odasının çok görüldüğü emekçilerdi.  Onlar ki maaşları ve kıdem tazminatları ödenmediği için haklarını ararken kolluk kuvvetlerinden biber gazı yiyenlerdi.

İnsanlara diri diri gömülecekleri mezarları parayla satıp köşeyi dönen müteahhitlerin izzet ikram gördüğü ülkede mi yaşamak istiyoruz yoksa emeklerinin karşılığını alamadıkları halde başkalarının hayatını kurtarmaya koşan onurlu madencilerin başı dik gezdiği ülkede mi?

Elazığ depreminde enkaz altında kalanlarla hem Türkçe hem Kürtçe gönül köprüsü kuran UMKE gönüllüsü Emine Kuştepe’nin rahat edeceği bir Türkiye, yine Elazığ depreminde bir anneyle kızını enkaz altından kurtaran JAK timinden Astsubay Zehra Yıldız’ın huzur içinde yaşayacağı bir Türkiye daha güzel olmaz mı?

Emine Kuştepe

16 yaşındaki İzmirli konservatuvar öğrencisi İnci’ye enkaz altındayken damar yolu açan, ona ne zamandır keman çaldığını sorarak rahatlatan UMKE görevlisi Eda Nur Doğan’ın İnci salimen çıkarıldıktan sonra “ona ulaşmak muhteşem bir şeydi, o artık benim kardeşim” diye ifade ettiği büyük insanlığa ortak olacağımız bir Türkiye mesela?

Eda Nur Doğan

Türkiye Mağaracılık Federasyonu üyesi Tahsin Kaymak daha önce hayat kurtardığı apartmanın enkazından peş peşe üç cansız beden çıkarınca mola verdi örneğin, çöktüğü yerde üç kişilik aile için gözyaşı döktü ve sonra işine döndü.  O içtenlik, o gayret, o dirayetin hakim olduğu bir Türkiye?

Tahsin Kaymak

Enkaz altında kalanları kurtarmak için yola düşen çilekeş madencilere,

İzmir depreminde varını yoğunu ortaya koyan AFAD, AKUT, JAK, UMKE, İHH ekiplerine,

İzmir itfaiyecilerine İstanbul’dan, Manisa’dan, Bursa’dan, Eskişehir’den, Balıkesir’den, Erzurum’dan memleketin dört bir yanından katılan kahraman itfaiyecilere,

Covid-19 yüzünden izin yapmadan, ailelerinin yüzünü görmeden insan üstü bir çabayla çalışırken hastanelere getirilen yaralıları hayatta tutmak için yine müthiş iş çıkaran fedakar doktorlarımıza / hemşirelerimize,

Ambulansları beklerken 7/24 adanmışlığın fotoğrafı

Polis memurlarına, insani yardım malzemesi dağıtanlara, seferber olan tüm insanlara,

Depremin ilk dakikalarından itibaren komşularını kurtarmak için çıplak elleriyle beton yığınlarına dalan yürekli İzmirlilere,

Hatta hayvan hakları yasasını bir türlü çıkarmayan ülkenin insanlarını teker teker bulup yerlerini göstererek arama kurtarma görevi yapan şahane can dostlarımıza,

Süper kahramanların da dinlenmeye ihtiyacı vardır

MİNNETTARIZ.  Onların ülkesini kurmalıyız, onların mutlu olacağı ve haklarının teminat altında olacağı Türkiye lazım hepimize…

Emeğiyle ayakta duran, onurlu, ahlaklı, fedakar insanların huzur içinde yaşayacağı, hakkı olanın haksızlık karşısında ezdirilmeyeceği bir ülkeye erişene dek son söz İzmir depreminde kaybettiğimiz Göztepe taraftarı Ali Çağın Kaygusuz kardeşimizin olsun.

Sen deprem olduktan üç dakika sonra para dileniyorsan, vatandaş da elbette 20 yıldır ödediği deprem vergisinin nereye gittiğini soracak. Sen de hesabını vereceksin” demiş 25 Ocak 2020’de…

Sahi ya, #DepremVergileriNerede