Nevzuhur başkanlık sistemi ve banka şubesi

Biriktirdiğiniz parayı değerlendirmek üzere mahallenizdeki banka şubesine gittiniz, vadeli hesap açtırmaya niyetlisiniz.

Saat 09:30 ama şube daha açılmamış, az sonra banka personeli teker teker gelmeye başlıyor, kapı açılınca ilk müşteri olarak siz de içeri giriyorsunuz.

Neler olduğunu anlamak için banka memuruna soruyorsunuz haliyle:
– “Mesai çoktan başladı mı, bu sizin şube sabahları kaçta açılır?”
– “Müdür bey kaçta teşrif ederse o zaman açılır”
– “Peki saat kaçta kapanır?”
– “Müdür bey ne zaman lütfedip bizi eve yollarsa o vakit kapanır”
“Neyse ya sizin bileceğiniz iş, ben vadeli hesap açtıracaktım, faiz oranlarınız nedir?”
– “Döviz mi, Türk Lirası mı mevduatınız?”
“Dolar, Euro falan kim kaybetmiş biz bulalım, TL tabi ki”
– “Yerli ve milli bir müşterisiniz, müdür bey adına teşekkür ederiz”
“Sağ olsun da, varsayalım dolar getirsek ne diyecekti sizin müdür bey?”
– “Muhtemelen dış güçlerin maşası bir terörist olduğunuzu mahalle muhtarınıza ihbar ederdi”
“Yok daha neler, neyse bırakalım gevezeliği, TL mevduat faizi diyorduk”
– “Ha onu biz bilemeyiz, müdür bey tanzim ve takdir ederler”
– “Peki tamam faizde anlaştık diyelim, dilediğim zaman vadeyi bozup paramı çekebilir miyim?”
– “Valla müdür bey ile konuşursunuz, müsaade ederse çekebilirsiniz”
“Her şey müdürün ağzına bakıyor, yok mu sizin bankanın kuralı, yasası, yönetmeliği?”
– “Vardı ama biz onu beğenmedik, rafa kaldırdık, yeniden yazılacak ama biz itaat ettik, rahat ettik, müdür bey ne derse o şimdi”
“Öyle saçmalık olur mu, siz resmen tek bir adamın kölesi olmuşsunuz, buraya zırnık para yatırmayacağım gibi şikayet de edeceğim şubenizi!!”
– “Pek heyecanlısınız, peki kime şikayet edeceksiniz?”
“Mesela BDDK’ya dilekçe yazarım”
– “Çok iyi edersiniz ama BDDK başkanı müdür beyin İmam Hatip’ten sıra arkadaşı, oradan bir şey çıkmaz”
“Fark etmez, gerekirse bakanlığa gider anlatırım bu keyfi tavırları, böyle lakayt bankacılık olmaz”
– “Bakanımız müdür beyin damadı olur, müdür beyimizin sözünden çıkmaz”
“Maşallah müdür beyimizin eli kolu uzunmuş, mahkemeye veririm gerekirse, hukuk devleti burası”
– “HSYK başkanı kuzeni, Adalet bakanı ise yeğenidir, tavsiye etmem, başınıza dert açılır.  Ola ki bir yolunu bulup temyize kadar ulaştınız, Yargıtay başkanı eski komşusudur”
“Nedir bu saçmalık, dalga mı geçiyorsunuz?  Aman ya ben gidiyorum, ne haliniz varsa görün”
– “Bi dakka, yok öyle bedavadan tüymek… Hooop Burhanettin, kilitle oğlum kapıyı”
“Gündüz vakti adam alıkoymak ha? Telefonum elimde, 155’i arıyorum”
– “Haşa, alıkoymak demeyelim de, müdür bey karar verecek paranızla mı ayrılacaksınız yoksa seve seve bize mi yatıracaksınız?”
“Adamı hasta etmeyin kardeşim, bak arıyorum şimdi 155’i, derdinizi anlatırsınız polislere, sizi gidi ruh hastası manyaklar!”
– “Sakin olun beyefendi, bu arada ilçe emniyet amiri müdür beyin süt annesinin üvey oğludur, onu söylemiş miydik?”
– “??!!!???!!!!??????
– “Size de yaranılmıyor beyefendi, hizmet ayağınıza gelmiş, üstelik izah ediyoruz sistemin nasıl işlediğini, sürekli dırdır ve muhalefet.. Bir kere de EVET deyiverin, şikayet etmeyin de şükredin biraz ya… Hem düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür, MÜDÜR BEY her şeyi bizden iyi düşünür”
Not: Bu yazıda anlatılan banka tamamen hayal ürünü olup, gerçek kurumlarla hiçbir surette ilgisi yoktur.  Banka memuru, mağdur müşteri ve müdür bey ise sizin gerçek hayatınızdan acıklı kesitlere ve tekrarlayan yanlışlarınız sürdüğü müddetçe yakın geleceğinize işaret etmektedir.

Bir aktörün ölümü üzerine

Bu ülkenin bölünmesinden yana endişe duymak yersiz, öte yandan nasıl bölüneceği / çizginin nereden geçeceği de çok önemli…

Aktör Tarık AKAN akciğer kanserini yenemeyerek bugün 66 yaşında vefat etti.  Türk sinemasının yeşil gözlü yakışıklı jönü neredeyse tüm kadınların gözdesiydi ve jet sosyetenin bir figürü olarak vur patlasın çal oynasın bir hayat sürebilirdi.  Apolitik, memleket gerçeklerinden uzak, yazın adada – kışın Moda’da hatta İsviçre’de kayakta gününü gün edebilirdi.

tarik-akan-ses

Tarık AKAN öyle yapmadı.  Hep mücadelenin tarafı oldu, hep doğru bildiği tarafta dimdik durdu.  İşçilerin haklarını savundu, sansüre karşı durdu, gençlerin ezilip horlanmasına sessiz kalmadı, memleketin ne kadar yakıcı gündemi varsa ya sözünü söyledi ya da net tavrını koydu.  Mahkemelere çıktı, darbe döneminde hücreye hapsedildi.  Bugünün muktediriyle de hiç iyi geçinemedi, geçinmek de istemedi.  Sanatıyla verdi mesajını, izleyicisine çoğu zaman ulaştı o mesajlar ama her devrin adamı olanlar gibi falanca muktedirin eteğinin altına saklanmadı.  Her devrin adamı olmak yerine her devirde namıyla anılan ADAM olmayı tercih etti.

tarik-akan-political

Haklıydı veya haksızdı ama araziye uymaktansa içinden geçeni paylaşmayı yeğledi.  Cumhuriyetçi, demokrat, sol görüşlü bir aydın olarak yaşadı, yaşadığı gibi öldü.

Kendisinin dört dörtlük bir mümin, kusursuz bir insan olduğunu iddia edecek değiliz.  O da hatalarıyla, kusurlarıyla, sevaplarıyla, günahlarıyla bir ademoğlu idi.

Ülkemizin %99’un tabi olduğu varsayılan İslam inancına göre kul ölünce amel defteri kapanır, bu dünyadaki hukuk sona erer.  Soranlar “iyi bilirdik” der, varsa haklarını helal eder, cenaze defnedilir, bundan ötesi kul ile Allah arasındadır.

Merhum Tarık AKAN yalnızca sanatıyla, hayat verdiği karakterlerle bile milyonların kalbine yer etmiş biri olarak hayırla ve hasretle yad edilecek.  Fakat ölümünden sonra ona solcu, komünist, dinsiz, iktidar partisi aleyhtarı gibi etiketler yapıştırıp cehenneme gitmesini, kabir azabı çekmesini dileyenleri ve türlü beddua eşliğinde bu ölümden büyük haz duyan epey kalabalık bir kitleyi yine gördük.

Oysa bizim nesil büyürken, yaşlılar nefret ettikleri / kazık yedikleri  / hayatlarına menfi tesir eden insanlar için bile ölüm anından itibaren “Allah taksiratını affetsin” ya da “bizden geçti, Allah’ından bulsun” derlerdi ve konu kapanırdı.  Oysa bugün hayatları boyunca Tarık AKAN’ı görmemiş, onun elinden bir bardak su içmemiş, aktöre borç vermemiş / borç almamış, ondan kazık yememiş, zarara uğramamış bir grup insanın kin dolu iğrenç cümlelerle nefret kusması toplumun itinayla sürüklendiği berbat atmosferi göstermesi açısından çok trajik..

Bu memleketin ebediyete göçen evlatlarını “bizden olan muhterem / bizden olmayan müptezel” diye ayıran, onların cesetlerini didikleyerek patetik bir tatmin duygusu yaşayan zavallıların adres gösterdiği cehennem, belki de o yaftalanan ölülerin cenneti olacaktır.  Ne de olsa, bu vicdansız güruh asla orada yer almayacağına inanmaktadır.

Sonuç olarak, Tarık AKAN’ın kaybına üzülenler ve “Allah rahmet eylesin” diyenler ile bu ölümden haz duyarak “ateşi bol olsun” diyerek beddua edenler üzerinden yarın ikiye ayrılacaksa bu ülke, kimsenin şikayet etmeyeceğine eminim.  Yeter ki ben, siz veya onlar inandığı tarafta yer alabilsin !

Hababam Sınıfı’nın Damat Ferit’i, Mavi Boncuk’un Yakışıklısı, Maden’in Nurettin’i, Sürü’nün Şivan’ı, Yol’un Seyit Ali’si, Bakırköy Taş Mektep okulunun sahibi, aktör ve dava adamı olarak hatırlanacaktır.  Cansız bedeni toprakla buluşacak olan Tarık AKAN, kendisini hatırlayanlar kadar uzun yaşayacaktır.

tarik-akan

Merhumu hayırla ve minnetle yad ediyorum.  Rabbim merhametiyle muamele etsin, onun arkasından zehir saçanları da ıslah etsin ya da benden uzağa koysun.. Onların cenneti, belli ki cehennemi aratmaz bana !

Özhan CANAYDIN ve insanlık halleri

Bu yazının kaleme alındığı gün, Galatasaray Spor Kulübü başkanı Sayın Özhan Canaydın’ın altıncı ölüm yıldönümüdür.  Köklü bir kulübün başkanı, geniş bir camianın lideri olarak yaptıkları ve yapamadıklarıyla onu en iyi tarih yargılayacaktır, ki kendisinden sonra ülke sporunda yaşanan bazı olaylar en azından rahmetli Özhan Canaydın’ın kıymetli bir sportmen olduğunu defalarca ispatlamıştır.

Ozhan Canaydın

Bu yazının amacı herkesin bildiği ve/veya hatırladığı geçmişi analiz etmek değil, iki insan ( Canaydın ve ben) üzerinden temel insanlık hallerine bakmaktır.

Pişmanlık hissi insana dair temel bir duygu olup, kökeninde yarım kalmış olmanın burukluğu varsa çok da uzun sürebilir.

Galatasaray hakkında atıp tutmayı pek sevdiğim yıllarda bana ayar vermek suretiyle meydan okuyan kulüp başkanı “madem çok biliyorsun, gel işin ucundan tut” demişti.  Böyle bir teklifi geri çevirmek olmazdı.  Pazarlama ve iletişim konularında bilabedel hizmet etmek üzere o zaman Mecidiyeköy’de bulunan kulüp merkezinde haftada bir-iki akşam mesai vermeye başladım.  Uzaktan tanıştığım Özhan ağabey ile yakınlaşmamız o döneme rastlar.  ( NotBen kendisine dil sürçmeleri dışında hiç “abi” demedim, hep “başkanım” derdim, arada takılırdı bana.  “Oğlum ben senin abinim, kimse yokken rahat ol” derdi.  Olamadım.  Ali Sami YEN’in koltuğunda oturan birine “abi” demek garip geliyordu, o vefat ettikten sonra ise sürekli “abi” diyorum)

Aradan uzun zaman geçip de, yakalandığı uğursuz hastalığın adı konduğunda, internetteki arama motorlarında epey vakit geçirdim, okuduğumu anlamak için tıp doktoru olmaya gerek yoktu, kaçınılmaz son mutlak kaderdi ve çok yakın olabilirdi.

Uzun boylu, gösterişli bir adam olan Özhan ağabeyin yavaş yavaş güçten düştüğüne şahit oldum.  Üzüldüğümü de hep sakladım, o ise iyimser tavrını hep korudu, başına geleceklerden korkmuyordu veya yeterince iyi bir yaşam sürdüğüne inanıyordu.

İstanbul’daki son görüşmemiz, ne acayiptir ki, Levent trafiğinde ikimiz de farklı araçlardayken gerçekleşti.  34 GSL 16 plakalı bordo renkli sedan otomobilin arka sağ koltuğundaydı, başı geriye yaslanmış, gözleri kapalıydı.  Ben kullandığım aracın camını açtım ama uyuduğu belliydi, “başkanım nasılsınız?” diye bağıramadım.  Yanındaki eşi Asuman abla bana her zamanki zarif edasıyla bir an gülümsedi, yolumuza gittik ikimiz de.

Birkaç hafta sonra, Bursalı Özhan Canaydın, çok sevdiği kentteki özel bir hastaneye yatmıştı.  Durumunun giderek tatsızlaştığı haberleri geliyordu, mutlak sonu bilen ben nedense konduramıyordum.

27 Şubat 2010’da kulübümüzde olağan genel kurul toplantısı vardı.  Kürsüde konuşurken Özhan başkanıma geçmiş olsun dileklerimi iletip, yakın zamanda hizmete girmesini umduğumuz yeni stadyumdaki locasında nice maçları keyifle izlemesini dilediğimi salondakilerle paylaştım.

27 02 2010

Hasta yatağında genel kurulu takip ettiğini adım gibi biliyordum, Serdar Eder notu iletti bana “Özhan abi güzel dileklerinden ötürü teşekkür ediyor, konuşmanın tamamını da ilgiyle dinlemiş” dedi. Sevindim.

Bursa’ya gitme zamanı gelmişti, bir ya da iki sonraki hafta sonu için organize olabilirdim.  O sırada durumunun biraz ağırlaştığı, aile yakınları dışında ziyaretçilerin gelmemesinin rica edildiğini duydum.  Ben hem ailedendim, hem de değildim. Arada kaldım.  Hastane odasında zayıf, yorgun, takatsiz haliyle herkese görünmek istemeyeceğini ve bundan sıkılacağını bildiğim için de gitmedim.

Sonra bir gün telefonum çaldı, “İlker sen bilirsin, Özhan başkanı kaybetmişiz, doğru mu?” dedi ahizedeki üzgün ve kaygılı ses.  İçim o an öyle cızz etti ki, haberin gerçek olduğunu hissettim.  Bu dünyadaki hukukumuz buraya kadardı.

Neden onca şey paylaşıp da, hâl-i hayatında ve güzel günlerde bir kare fotoğraf çektirmedik bilemiyorum.  Bilgim dahilinde olmayıp da biri bizi fotoğraflamış olsa ve şimdi bana getirse ne hissederim, kestiremiyorum bile.   Esasen ben fotoğraf çektirmeyi sevmem, poz vermeyi hiç bilmem, objektifin önünde değil de, deklanşöre basan olmayı her daim tercih ederim.   Bilgim dahilinde Özhan başkanım ile birlikte görüntülendiğimiz tek kare budur ve çok hazindir.  Bursa’daki cami avlusu ve onun başucunda üzgün kardeşi 🙁

Canaydın Funeral

Rahmetli anneannemde de böyle olmuştu.  Seksen yaşını devirdiği halde iğneyi ipliğe gözlüksüz geçiren, takribi 800 metrekare bahçesini tek başına ekip biçip sulayan, sadece aileyi değil konu komşuyu da organik sebze meyveye doyuran, kümesindeki tavuklarından iyi verim alan anneannem için “hastaymış, yatıyormuş” dediğinde annem; “endişelenme annecim, o hepimizi gömer çünkü hayata tutkuyla bağlı, kafası zehir gibi ve emeğiyle ayakta duracak kadar üretken” demiştim.  Yine de hafta sonu ziyaretine gitmek için feribot bileti almıştım.  Ertesi gün sabaha karşı ev telefonu çaldı ve ben niye arandığımızı biliyordum.  Anneannemi kaybetmiştim, ziyaretine değil cenazesine gittim, son kez elini öpemedim.

Anneannem de, Özhan ağabey de Bursa’da yaşıyorlardı.  İkisi de katıksız Arnavutturlar, ikisine de söylemek istediğim bazı şeyleri söyleyemeden onları kaybettim.

Siz siz olun, sevdiğiniz biri hastaysa yanında bulunmaya çalışın.  Büyüğünüzse elini öpün, -Allah esirgesin- küçüğünüzse başını okşayın ama illa ki zaman yaratın.  Ertelemeyin, ihmal etmeyin, sakın ola vazgeçmeyin.

Şimdi ben her ikisini de özlüyorum, her ikisinin de mekanı cennet olsun.  Elbet bir gün buluşacağız, ikisine de anlatacaklarım birikti.

Son söz; dediğimi yapın, yaptığımı yapmayın.

 

Doğa dile gelse ne derdi düşmanına ?

Gelin bir senaryo yazalım, yaşanmamış bir felaket başımıza gelmiş gibi düşünelim, hani Allah esirgesin şu cennet vatanın dört bir yanı yedi düvel tarafından işgal edilse ne yaparsınız ?

Istanbul isgal

Misal İğneada Longoz ormanları Bulgar çetecilerin eline geçmiş, Kaz Dağları ve Bodrum’un bakir koyları Yunan işgali altında, Mersin Akkuyu’ya Suriye çıkarma gemileri kapak atmış, Sinop ve çevresi Rusya’nın Karadeniz donanması tarafından top ateşine tutuluyor.  Rus paraşütçüler Palovit Vadisi, Uzungöl ve Samistal yaylasına da inmiş üstelik.

Yetmemiş, Artvin Cerattepe Gürcistan tehdidi altında.

İstanbul’un kuzeyindeki ormanlık arazide İngiliz ordusu ağır ağır ilerliyor, önüne geleni deviriyor, tahrip ediyor.

Hele UNESCO dünya mirasında yer alması gereken Hasankeyf yok mu, “barajı patlatır, sular altında bırakırız” diyen katil sürüsü IŞİD’e rehin düşmüş.

Böyle bir durumda ne yapardınız ?

Gazi Mustafa Kemal Paşa, çoraklığıyla ünlü Ankara’nın orta yerinde Atatürk Orman Çiftliği’ni ihdas ederken eminim aklından şu cümle geçiyordu.

Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez

Ankara demişken nasıl unuttuk, dış güçler Atatürk Orman Çiftliği arazisini kısmen ele geçirmiş, ODTÜ arazisine doğru ilerliyor.

İşgal tehdidi öyle büyük ki, başkenti Konya veya Kayseri’ye taşımak tartışılıyor.

Allah muhafaza eylesin, dileriz kimsenin başına gelmesin ama siz böyle bir durumda ne yapardınız ?

Vatanın bağrına rant hevesi dayamışsa hançerini, vardır elbet kurtaracak bahtı kara maderini”  diye niyet edersiniz.

Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” der, savunmaya geçersiniz. 

Hayatınız için, geleceğiniz için, çocuklarınız ve torunlarınız için başka çareniz kalmamıştır.

Benim sadık yarim kara topraktır” demiş Aşık Veysel, biliriz ki topraktan geldik, toprağa gideceğiz.

Nazım Hikmet mezarının başucunda bir çınar ağacı istemiştir en fazla, dünya malı dünyada kalır çünkü.

Hakiki müminlerin tek bir harfinin bile değişmediğine iman ettiği kutsal kitap Kur’an-ı Kerim’de ise şöyle yazmaktadır.

Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların birçoğu da azabı hak etmiştir. Allah’ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Şüphesiz Allah ne dilerse yapar”     HAC Suresi, Ayet 18

Bitkiler ve ağaçlar Allah’a secde ederler”      RAHMÂN Suresi, Ayet 6

Secde eden arbre

Bütün dinlerin kutsadığı doğa kendisini yok etmek için taarruza geçen düşmanlarına karşı nasıl mukabele edecektir acaba ?

Siz ne yaptığınızı bilmiyorsunuz, o yüzden sizi affediyorum, kendimi yenileyerek meydan okuyacağım”  ya da

İntikamım kallavi olacaktır, bana meydan okunamayacağını size ispat edeceğim!

Doğanın cevabı ne olur bilmem ama düşmanın yok ettiği savunmasız ağaçların kuru dalları, doğanın dengesine ve toprağın bereketine kastedenlerin cehennemdeki kazanına odun olsun.

Ateşleri harlı, cehennemdeki ömürleri uzun ve azaplı olsun.

Gömülecek toprak bulamasınlar, tabutları geri dönüşümlü plastikten olsun.