12 Eylül’den 24 Haziran’a – I

Başında olduğu hareketin iktidar alternatifi olamayacağını görüp, AKP Osmaniye milletvekili gibi davranmaya başladığından beri; Devlet Bahçeli sürpriz çıkışlar ve şok açıklamalarla R.Tayyip Erdoğan nam ve hesabına çalışıyor.   Kasım 2019’da yapılacak genel seçimin 26 Ağustos 2018’de yapılmasını önerirken Malazgirt zaferi, Büyük Taarruz gibi tarihi olaylara değinmesi, etkilemeyi umduğu kitlenin sığlığı kadar kafasında yarattığı “düşmanlara” karşı kılıç çekme heves ve heyecanıydı.

Ülke siyasetinin en güçlü, en kurnaz, en esnek ve sürekli kazanan figürü Erdoğan bu pası aldı, el yükseltti ve topu muhalefet ağlarına gönderirken skorborda 24 HAZİRAN yazdırttı.   O ana dek benim için 24 Haziran pazar çok değerli bir dostumun düğünü, sıcak bir yaz günü, gençler için üniversite sınavı ya da Dünya Kupasında sıkıcı grup maçlarından ibaretti.  “Ben siyasetle ilgilenmiyorum, işime gücüme bakıyorum” diyenlere PLATON’dan bu yana en büyük kapağı Erdoğan takmıştır, hem de defalarca!

Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle, tam 65 gün sonra Türkiye sandığa gidecek.  Seçmen hem hanedan kanı taşımayan ilk padişahını seçecek, hem de figürandan hallice milletvekillerini belirleyecek.  24 Haziran 2018’de sandığa gidecek olmamız erken seçim midir, baskın seçim midir?  Artık bunları tartışmanın lüzumu yoktur, anonim şirket gibi yönetilmesi hayal edilen ülkemizde patron ne derse o olur.  16 Nisan 2017 referandumuyla (bol manipülasyon ve eser miktarda hileyle) siyasi sistem hukuken olmasa da fiilen değişmiştir.  O günden bu yana Erdoğan cumhurbaşkanı, başbakan, başkomutan, başsavcı, yüksek yargıç, yüce din büyüğümüz vs…  kısaca PATRONDUR.   Patron uçmasa da, müritleri onun ses hızını aşabileceğine inanmaktadır ve karizmatik patronun çok müridi vardır.

Şüphesiz ki patron buraya cesareti, çalışkanlığı ve kural tanımazlığıyla gelmiştir.  Erdoğan ile sandıkta satranç oynamanın zorluklarını başka bir yazıda ele alacağız.  24 Haziran konulu bir yazı dizisine dönüşür belki..  Bugünkü konuyu Bahçeli’nin coşkusunun (kazananın yanında olma hevesinin) kökeninde yatan seçim sisteminin nasıl hayatımıza girdiğini ve sandıklarda harcadığımız zamanın neden bize olgun bir demokrasi getirmediğini hatırlatmaya ayırdım.

Türkiye’deki siyasi partilerin tamamını tasfiye eden ve son tahlilde siyasi yelpazede merkezin sağa kaymasına yol açan 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ilk genel seçim 6 Kasım 1983’te yapılmıştı.

Merhum Turgut Özal liderliğinde yeni kurulan Anavatan Partisi (ANAP) %45 oy ile 400 üyeli parlamentoda 211 sandalye elde etti.  ANAP’ın %45 oy karşılığı %52,7’sine hakim olduğu TBMM’de üç siyasi parti (ANAP, Halkçı Parti ve MDP) yer almaktaydı.

Tam 19 yıl sonra, 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimde ise yeni kurulmuş Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) %34,42 oy alarak 550 üyeli parlamentoda 365 sandalye elde etti.  Demokrasilerde eşine rastlanmayan ülke barajı %10’u sadece iki parti aşabildiği için, AKP %34 oy karşılığı TBMM’nin %66’sına hakim oldu.

Temsilde adalet & Yönetimde istikrar felsefesine atıfta bulunan 1982 Anayasasının ülkemize armağanı ANAP değil, 22 yıl sonra yarattığı AKP efsanesi olmuştur.  Çok partili demokrasiler tarihine geçecek başarıların mümessili AKP varlığını 1982 Anayasasının gölgesinde yapılan Seçim Kanunu ile Siyasi Partiler Kanununa borçludur.  “İstikrar” kelimesi o kadar çok telaffuz edilmiş ve işlenmiştir ki, ortalama üçte ikisi sağ tandanslı seçmene oylarını bir partide konsolide ihtiyacı daima hissettirilmiştir.  Hatırlanacağı üzere, 16 Nisan referandumunda da çok net bir ötekileştirme stratejisi izlenmiş ama en çok telaffuz edilen kelimeler “istikrar” ve “güçlü Türkiye” olmuştur.

Birinci partinin kimliğine göre renklendirilmiş Türkiye haritasına 3 Kasım 2002 seçim sonuçları üzerinden bakacak olursak, aşağıdaki tablo oluşmaktadır.

Görüldüğü üzere 2002-2015 arası Türkiye seçmen haritasının renkleri hemen hiç değişmemiştir.  Ege ve Akdeniz kıyılarına eklenen Trakya CHP’nin, Kürt nüfusun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu illeri Kürtleri temsil etme iddiasındaki siyasi hareketin, ülkenin geri kalan büyük kısmı ise Adalet ve Kalkınma Partisi’nin elindedir.  Yukarıdaki haritada kırmızı görünen Artvin ve Ardahan’da da 2015 genel seçimlerinde en çok oy alan AKP’dir. Peki 15 yılı aşan bu büyük başarının kökeninde ne yatıyor?

Öncelikle mevcut seçim kanunu ve siyasi partiler yasası insanları etiketlemeyi ve siyaseten ötekileştirmeyi teşvik etmekte hatta kesin başarı için adeta zaruri kılmaktadır.  Bu düzende %40 ve biraz üzeri oy alan herhangi bir parti tek başına iktidar olabilmektedir. Dolayısıyla iktidar iddiası taşıyan siyasi organizasyonlar her türlü manipülasyon & ajitasyon yöntemleriyle kemik oy kitlesi yaratmak üzere oyun planı kurarlar.  Parti ideolojisine koşulsuz bağlı ve/veya lider imgesine ölümüne sadık %40 kemik kitle yaratan parti bu döngüde sonsuza dek iktidarda kalabilir, nefret söylemine vardırdığı politikasını sorunsuzca yayabilir.   Türkiye’de demokrasinin kalıcı hale gelmesi, oynak zemine rağmen kökleşmesi ve yurttaş gözünde değer kazanabilmesi için atılması gereken ilk adımlar 1980 darbesinin ülkeye siyaseten verdiği zararın çok iyi irdelenmesi, ilgili kanunların mutlak surette değiştirilmesi, siyasi partiler dışında sivil toplumun güçlendirilmesi ve vasatlığın ödüllendirildiği yozlaşmış yapının tasfiye edilmesidir.  Sistemden beslenenler sistemi değiştirmeyeceğine, yönetme erkine sahip olmayanların sözü de boşlukta yitip gittiğine göre en büyük açmaz buradadır.

16 Nisan 2017’de yapılan referandumda ise siyasi partiler ve adaylar için oy kullanılmadı.  Dolayısıyla siyasi parti aidiyeti, politikacılar hakkındaki duygu ve düşünceler ikinci planda olmalı ya da o kampanya döneminde itinayla arka plana itilmeliydi.  EVET / HAYIR ikileminde seçmenin önüne konacak sorunun özü, yürütmeyi tek bir şahsın sorgulanamaz (denetlenemez) iradesine terk eden ve saltanatı andıran başkanlık sistemi ile mevcut parlamenter düzenin aynen devamı şeklindeydi. Tam bu noktada, parlamenter sistemin sağlıklı işlemediği ve bugüne dek parlamenter demokrasinin güçlendirilmesi için yeterli çabanın sarf edilmediği özellikle hatırlanmalıydı.  Olmadı, aslında oluyordu ama mühürsüz zarfları bile es geçen hakemlerle (YSK) maçın neticesi belliydi.

AKP’nin 15 yıldır kesintisiz iktidarını sürdürdüğü, yürütmeye tamamen, yasama ve yargıya büyük ölçüde hakim olduğu, parti medyası, güdümlü basın kuruluşları ve devasa bir bütçe ile erişilmez bir propaganda kudretine hükmettiği, toplumun farklı kesimlerini değişik yöntemlerle beslediği veya baskı altında tuttuğu ve yetmezmiş gibi bunların üzerine OHAL rejimi dayattığı bir dönemde herkes elindeki senaryoyu oynamayı sürdürürse sandıktan çıkacak sonuç bugünden bellidir.  PATRON ilk turda seçilir.

Dolayısıyla yerleşik kalıpların dışında bir düşünce sistematiği geliştirmek hatta içine hapsedilmek istendiğimiz kutu hiç yokmuş gibi hareket etmeye çalışmak gerekmektedir.  Bugün kutudan çıkmak için şansı zorlamak mümkün iken, yarın kutu herkesin kendi hapishanesi olacaktır.

Devamı başka bir yazıda…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir